1. bu kadar yüksekten bakınca ne kadar küçük duruyorlar. uzaktan dinleyince de sanki arı vızıltısını andırıyor sesleri. şu kocaman eşek arılarınınkini ama. arada kornaya yüklenenler iyi kötü bir şekilde doğal bir şeye benzettiğim sesi bozuyorlar. hayal kurmak da yasak zaten. iki dakika ayrılamıyorsun şu yerden. ama az kaldı. akan lavlar gibi gidiyor farlarındaki ışıklar. ve maalesef geceyi kirletmekten başka işe yaramıyorlar. yarasalar her şey çok farklı olurdu. gökyüzü... bu kadar yüksekten bakınca ne kadar güzel. hep bakmaya çalışırdım da bir cadde kalınlığındaki boşluklardan görebildiğimi ancak görürdüm. hep burada mı otursam acaba. güzel olabilir belki. çok uzağım her şeyden. özellikle yaşama çok uzağım. tuhaf. uzun zamandır hiç bu kadar yaşıyor hissetmemiştim halbuki. haftalar önce ölen bir insan için iddialı bir söz. haftalar önce ölen, en sevdiğiyle birlikte tüm yaşama sevincini o arabanın altında bırakan bir insan için. sinirlenmekte haksızım belki de. ömrümü onlar daha hızlı gitsin diye çalışarak geçirdim. yavaş gitmedi, durmadı ya da duramadı diye sinirlenmem ne kadar doğru bilmiyorum. ama ne olursa olsun buradayım işte. önümde gördüğüm uçsuz bucaksız manzaraya beni bağlayan hiçbir şey yok. böyle bitirmesem mi acaba? çok dikkat çekerim şimdi. ya da boşver ne olmuş yani. öldükten sonra bile olsa on beş dakikalığına ünlü olurum fena mı. sanırım ünsüz olmaya daha fazla dayanamıyorum ben. hadi biraz renklendireyim günümü. umarım yüzümde gülümseme kalmaz yerde yatarken. ergenlere gün doğar şimdi. son saniyesinde bile gülmek falan diye edebiyat yaparlar. inadına somurtmam lazım. beni bilen biliyor zaten. hayatı boyunca gülmüş insanın son anında da gülmesi şart mı? ölürken şarkı söylemiyorum diye hayat boyu söylemedim mi hiçbir şey? ellerim onunkileri tutmuyor diye şu anda, ilk fırsatta bıraktım mı sanki? saçma anlamlar yüklemeyin. neyse ben gidiyorum. veda mektubu falan bırakmıyorum. herkes biliyor neden gittiğimi ne de olsa. hem “son sözler, yeterince doğru söz söylememiş aptallar içindir” dememiş miydi karl marx? o kadar da boş sözler söylemedim diye tahmin ediyorum. neyse ben gidiyorum artık benden bu kadar. artan yemeğimi verdim diye iş yerime kadar benimle gelen bir köpek vardı geçen gün. görürseniz selam söyleyin. beni seven kalmışsa bir o kalmıştır. söylemezseniz de canınız sağolsun.
    jimi
  2. (yazalı neredeyse 6 sene oluyor. unutmaya başlamıştım hatta. ama son zamanlardaki idam muhabbetleri hatırlattı tekrar)

    yeni uyanmıştı. demir parmaklıklardan içeriye süzülen birkaç ışık hüzmesi gözlerini kamaştırmaya yetmişti. kısa sürede alıştı gözleri az da olsa gelen bu ışığa. yeni uyanmanın verdiği sersemlik çoktan üzerinden gitmiş, düşünceli bir şekilde ışığa bakıyordu. o halde ne kadar durduğunu bilmiyordu, önemi de yoktu geçen zamanın, ne de olsa yapacak hiçbir şeyi yoktu bomboş karanlık bu odada.

    hayatı aslında gayet güzel gidiyordu kevin’in. isabel’i çok seviyordu, isabel de onu. kasaba halkından saklıyorlardı bu aşklarını, daha çok gençlerdi çünkü. bu büyük aşklarını yalnızca en yakın dostu chris biliyordu, çocukluğundan beri en yakın dostu olan chris. kevin büyüdüğünde sabahtan akşama kadar tarlalarda çalışmak istemiyordu. bu yüzden gizli gizli simya ve tıp dersleri alıyordu. gizli gizli alıyordu bu dersleri çünkü kilise tüm bilim dallarını yasaklamış, araştırma ve sorgulamayı suç kabul etmişti.
    bir gün annesi ve babası, rahatsızlanan büyükannesinin evine gitmişlerdi. evin tek çocuğu olduğu için evde ondan başkası yoktu. gecenin bir yarısı canı sıkılmış, kafasını dağıtmak için yeni formüller türetmeye çalışmıştı. bir sıvı alıyor diğerine döküyor, onu alıyor bir başkasının içine döküyordu. birden kapının hiddetle çalındığını duydu. hemen ardından zaten çok da sağlam olmayan kapı kırıldı. gelen muhafızlardı. ne olduğunu anlayamadan kendini yüzüstü yerde yatarken buldu kevin. yaka paça götürüldü. günlerce zindanda tutuldu, aç kaldı, susuz bırakıldı. tüm bunların neden olduğunu bile bilmiyordu, ta ki en yakın dostu chris’ten o mektup gelene kadar:

    “kadim dostum kevin. tüm bu yaşadıklarından sorumlu olan kişi benim. gizli gizli dersler aldığını ben ihbar ettim. peki bunu neden yaptın diye soracaksın elbette. bunu itiraf etmek çok zor sevgili dostum ama isabel’e deliler gibi aşığım ve ona ulaşmak için ne yapmam gerekirse yapabilirim. gözüm ondan başkasını görmez oldu sevgili dostum. onunla arama giren tüm engelleri kaldırmam gerekiyordu. bu yaptığımdan dolayı sana ne kadar özür dilesem de beni affetmeyeceğine eminim. dostun chris.”
    bu satırları okuduktan sonra beyninden vurulmuşa dönen kevin ne yapacağını ne düşüneceğini bilemez hale geldi. en yakın dostu onu ihbar etmiş daha da kötüsü bunu isabel’e olan aşkından yapmıştı. saatlerce sessizce oturdu, bir süre sonra uykuya daldı, sağ elinde dostu chris’ten gelen mektup, sol elinde çok sevdiği isabel’in ona verdiği ölene kadar takacağına söz verdiği kolye.

    o, ışık hüzmesine öylece dalıp gitmişken bir elinde mektup bir elinde kolyeyle, dışarıda tüm kasaba halkı toplanmış, darağacı kurulmuştu. biliyordu başına geleceği, yaptığı kiliseye göre suçtu ve idam edilmesi gerekiyordu. bu yaptıklarına büyücülük ve halkı kandırmak deniyordu, hâlbuki tek istediği aşığı olduğu tıp ve simyayla uğraşmaktı. ne büyü yapmak istiyor ne de insanları kandırmak istiyordu.
    birkaç dakika sonra içeriye muhafızlar girdi. zindanın pis ve rutubet kokan havası neredeyse muhafızları bayıltacaktı. kevin ise günler önce alışmıştı bu kokuya. kollarından tutup kaldırdılar. duvara bağlı olan zincirlerini çözdüler. ayaklarında prangalar, ellerinde zincirler vardı. günlerdir aç olduğu için hiç hali de kalmamıştı kevin’in. o pis odadan çıktıktan sonra biraz daha temiz olan havayla tanışmanın tadını çıkardı. yürüyemiyor fakat son yürüyüşünü de kendisi yapmak istiyordu. zeminden tavana kadar taşlarla döşeli olan koridor hiç bitmeyecek gibi geliyordu. bir süre sonra sağa döndüler ve birkaç metre sonra gün ışığına kavuştular. gözleri aşırı derecede acımıştı bu aydınlık yüzünden. etrafına bakmak istiyor fakat hiçbir şey göremiyordu. birkaç dakika sonra etrafındakileri seçmeye başladığında tüm kasaba halkının orada olduğunu gördü. kalabalığın arasında ince bir koridor oluşmuştu. koridorun öbür ucunda ise onu isabel’den ayıracak olan ip bir tahtaya asılmıştı. tüm kasaba kevin’i tanır ve çok severdi. hiç kimse böyle bir şey yapabileceğini aklından bile geçirmezdi. “yapsa bile kötü bir niyeti olmaz onun” derlerdi. fakat şu an o çok sevdikleri kevin büyücü sıfatıyla darağacına yürüyordu. tüm kalabalık ona bakıyordu, kimi acıyan gözlerle, kimi sevgi kimi öfke dolu gözlerle ona bakıyordu. kalabalığın en önünde anne ve babasını görmüştü. ağlamaktan bitap düşmüşler, ayakta dahi duramıyorlardı. biraz arka sıralarda dostu chris’i gördü, gözünden akan yaşlara engel olmak istiyordu fakat olamıyordu. içinde tam bir duygu seli vardı chris’in. gözlerinden akan yaşlarla birlikte acısı da akıp gitmeye başlamıştı. chris’in hemen yanında, isabel’in bakmaya doyamadığı o güzel yüzünü gördü. bıraksalar koşup boynuna sarılacak saatlerce ağlayacaktı. fakat yapamıyordu. bir büyücüyü sevdiği için idam edilebilir, ailesi çevredekiler tarafından dışlanabilirdi. bunu onlara yapmak zor geliyordu ona. son kez göz göze geliyorlardı, ellerinde olsa zamanı durduracaklardı, fakat ellerinden tek gelen o anı doyasıya yaşayabilmekti. isabel’in gözlerinden aldığı güç ile yere daha sağlam basmaya başlamıştı kevin.
    sonunda gelmişti darağacına. ayağı basamaklara çarptığında fark etti bunu. kafasını kaldırdı şöyle bir baktı asılı duran ipe, sonra isabel’e döndü. vakit gelmişti. basamakları tek tek çıktı. ip boynuna geçirildikten sonra cellat kendisinden son isteğini sordu. isabel’e baktı, ona sarılamayacağını biliyordu bakmakla yetindi yalnızca. kafasını sağa sola salladı isteğinin olmadığı belirtmek için. son sözlerini söylemek için yutkundu. halsiz olmasına rağmen bağırmaya çalıştı.

    “buradan baktığımda ailemi, yıllarımı birlikte geçirdiğim komşularımı, dostlarımı ve çok sevdiğim insanları görüyorum. kiminiz inanıyor bunu yaptığıma kiminiz inanmıyor, kiminiz neden burada olduğumu bile bilmiyor belki de, kiminiz ise zaten buna sebep olanlar arasında. buradan baktığımda hayatımda tanıdığım tüm insanların gerçek yüzünü görüyorum. ne acı ki tüm bunları şu anda görebiliyorum. kimin ne için neler yapabileceğini, kimin ne yapmayacağını daha iyi görüyorum. ve gerçek aşkı, bir insanın sevdiği bir insan için neler yapabileceğini şu anda burada görüyorum. kaldırın kafalarınızı ey dostlarım, kuru toprağa bakan yüzünüzü yukarıya çevirin, yıllardır size okuttukları saçmalıklarla dolu olan kitaplardan kafanızı kaldırın. onlar size gerçek dostluğu gerçek aşkı öğretmez. etrafınıza bakın. ne görüyorsunuz? şaşkın şaşkın bakan sürüyle insan. fakat hepsi öyle mi? elbette değil. anlamaya çalışın dostlarım. bir sevda uğruna boynuna ip geçirilen şu dostunuzu anlamaya çalışın. idam mı edileceğim? edileyim fark etmez. çünkü ölüm yalnızca uzaklaşmaktır kısa bir süreliğine sevgiliden, ta ki o da yanına gelene kadar.” cümlesini bitirdikten hemen sonra ayağının altındaki tahta plaka çekilmişti. isabel birden kalabalığı yararak kevin’in yanına kadar koştu. tutup onu kaldırmaya çalıştı, ölümden kurtarmaya çalıştı. fakat kevin artık nefes almıyordu. son bir kez kevin’in gözlerine baktı ve “yanına geliyorum sevgilim” diye bağırarak göğsüne hançeri sapladı. en yakın dostunu ve uğruna en yakın dostunu idama sürüklediği isabel’i gözleri önünde yitiren chris olduğu yerde dondu kaldı. isabel’in bunu yapmasını beklemiyordu. kalabalıktan sessizce uzaklaştı. biraz ileride dar bir sokağa girdi. kevin’in dediklerini düşündü birkaç dakika, en yakın dostunun son sözlerini. sevdiği uğruna her şeyi yapabilecek olan aşığın aslında kendisi olmadığını anladığı anda, insanlar azrail’in kulakları sağır eden çığlığını andıran silah sesiyle irkildi. artık dostlar ve sevgililer tekrar bir araya gelmişti.
    jimi
  3. uyandı. yattığı yerde sırtı tutulmuştu. biraz dolaşmak için ayrılmıştı ailesinin yanından. güzel bir gölge bulunca birkaç dakika kestirmek istemişti ama güneş neredeyse gökyüzünden gitmek üzereydi. yüzünü acıyla ekşiterek kalktı yerinden. yukarı baktı zamanı anlamak için. kıpkırmızı olan gökyüzünü görünce üzüldü. "ailemin yanına dönmem gerek" diye düşündü. hafif aceleyle yürümeye başladı. yerdeki dikenlere basmamaya dikkat ederek temkinli adımlarla yürüdü. kayalıklara gelince biraz daha rahat yürümeye başladı. kayaların üzeri pek sivri değildi. olsa da dikenler kadar sürpriz olmuyorlardı. kayaların üzerinde bir süre yürüdükten sonra durdu. arkasını döndü ve uçsuz bucaksız ormanın üzerine çöken kızıl bulutlara baktı. yemek pişirirken kullandığı ateş geldi aklına. koca ormanı sarsa heralde böyle gözükürdü dedi. ürperdi bir an. nefesini tuttu. yavaşça yere çöküp oturdu. dizlerini karnına çekip öylece durdu. gözlerini manzaradan alamıyordu. aklından geçenlerden kurtulamıyordu. "bütün bunlar yansa" diyordu "neler olur". kaçışan hayvanları, uçuşan kuşları düşündü. kendilerine yeni bir ev bulabilmek için çaresizce, arkalarına bakmadan kaçtıklarını. bir an aklına daha fenası geldi. ateş sadece kendilerinde vardı. bu yüzden bunu yapsa yapsa kendileri yapabilirdi. çocuklarının, torunlarının bunu yaptığını düşündü. göz bebekleri büyüdü birden. az önceki acısı şimdikinin yanında hiçbir şeydi. alnından bir damla ter indi yüzüne. sanki o ateşi hissediyordu. böyle bir ihtimali düşünmek bile istemiyordu. ama aklına daha fenaları hücum ediyordu. bütün bunları yaparken mutlu olduklarını, kahkahalar attıklarını hayal etti. suratlarındaki nefreti düşündü. buna engel olmaya çalışanları düşündü. ve diğerlerinin bu nefretle onlara saldırdığını. hatta... hatta öldürdüğünü. iyi olanların güçsüz olduğu için öldüğünü, kötülerin nefret dolu kahkaha attıklarını hayal etti. bütün bunları aklından çıkartmaya çalıştıkça daha da fazlasıyla mücadele ediyordu. ağlayan bebekleri, ölen anneleri, esir edilen babaları... bunu engellemenin yolu var mı diye düşündü. öylece oturduğu yerde saatlerce düşündü. gökyüzü simsiyah oldu, önünü zor görür oldu ama yerinden kalkmadı. aklına gelen manzarayı unutamıyordu. engel olmak için aklına gelen hiçbir şey yoktu. umutsuzca oturduğu yerden kalktı. gözlerinden akan yaşları elinin tersiyle sildi. ne kadar aciz olduğunu düşündü. torunlarının yapacağı şeyler onu kahretmişti. hiçbir zaman olmamalarını diledi. elinden gelen buydu. tek yapabileceği çocuklarını iyi eğitmek olabilirdi. fakat çoktan biri diğerini öldürmüştü. kötülük tohumunun çoktan ekildiğini, geri dönüşü olmayacağını fark etti. sessizce ailesinin yanına döndü. ne orman yanıyor ne havyanlar kaçışıyor ne de bebekler ağlıyordu. şimdilik. şimdilik bununla avundu.
    jimi