1. kupkuru bir güzün ardından gelen kış zemherisi ve sonrasında gelen cemreler ve daha sonrasında gelen güneş mevsimi döngüsü içinde yükleniyor zaman bizlere. biz dediğim de, ben, aklım, vicdanım ve kalbime. çoğul oluyorum onlarla, içimdeki ben büyüyor, uzuyor, çekişiyor ve yaslanıyor. ben gebe kalıyor, biz doğuruyor. mevsimler, başımın üzerinden geçen yaprak desenleri, kızıl bir hurma, sapsarı bir hüzün, alev renkli bir ölüm, kırmızı bir soluk, damarlar diri ve bazen de ölü. büyüyorum, aklım pişiyor, kalbim hâr bir ocakta, vicdanım batağa saplanmış cihân içinde ayrık otlar içindeki bataklık çiçeği.

    biz sahipsiz bir piç gibiyiz leydim, biz sahipsiz bir piç! sahibem olur musun diyeceğim de, piç olma sahipsizliği içindeyiz. aklımı adam edebilir misin, ya kalbime ket vurabilir misin, vicdanıma ninniler söyleyip uyuta bilir misin?

    kısa kesiyorum leydim? minimalist takılılyorum.
  2. duyduğu çığlıkla aniden sıçradı. rüya ile gerçek arasında ayırım yapmakta zorlanıyordu. kan ter içinde kalmış, ay ışığının duvara yansıttığı pencere silüetini görünce ferahlamıştı. tekrar yatmak için uzandığında, belli belirsiz bir ürperti kaplamıştı içini. sımsıkı tuttuğu çomakla dövülmüş yeni basmalı yorganını omzuna çekip uykuya dalmıştı.

    seher vaktiydi. bir çığlık daha göz bebeklerinin büyümesine neden olmuş, yattığı yataktan tavandaki tahtakurularının açtığı deliklere odaklanmıştı. bir anlık sessizliğin ardından tekrar bir vaveyla daha duyup, fişek gibi yataktan fırlamıştı. kapıyı açmaya çalıştığı sırada kapının kolu elinde kaldı. belli belirsiz söverek sağ tarafında bulunan antika denilebilecek kadar eski , masif cevizden oyma masanın kenarına fırlattı. hatice hala yatakta onu izlemkle yetinmiş, uyku sersemi olanlara bir anlam verememişti. kapıyı açmaya yöneldiği sırada açamayacağını farkedip, fırlattığı kapı kolunu aramak için masanın altına eğildi. kapının kolunu fevri bir hareketle alıp birden kalktığında, başını masaya vurdu. bir küfür daha savururken nihayet kapıyı açtı. koşar adımarla odaya doğru ilerledi. tam odaya girdiği sırada bayılan kızını güçlükle tutabilmişti. hatice de odaya girdiğinde gözlerine inanamayarak dizlerene vururken bir yandan da dudaklarını sıkmış, kızının başucuna oturarak saçlarını düzeltirken gözyaşlarına boğulmuştu. pencereden giren rüzgarın soğukluğu sadece odaya değil, ziya ve hatice'nin içine işlemişti. ziya soğukkanlılığını elinden bırakmıyordu.

    patlama sesi, sabahın sessizliğinde hemen hemen her evden duyuldu. ziya'nın evinin az ilerisinde ise nam-ı diğer zilli cevriye oturuyordu. kapıyı biri sertçe çalıyordu. üzerinde kırmızı saten bir sabahlık vardı. sabahlığı bağlamaya çalışırken ‘’ geldim geldim ‘’diye söylendikten sonra kapıyı açmıştı. kapıyı açtığında karşısında ayakta tir tir titreyen fadime'yi görünce elini göğsüne koyarak ;

    - kız hayrola, bu ne telaş sabahın köründe?

    - ayol sen duymadın mı patlama sesini ?

    - duymadım ayol ! ne patlaması ?

    - ziyaların evin ordan geldiydi ses dedi; telaşlı telaşlı.

    bunu duyan cevriye başını kapıdan çıkartıp, etraftaki kalabalığın, ziyaların eve doğru yöneldiğini görünce şaşırdı. içini bir kasvet aldı. fadime'ye bakarak;

    - kız ben sana demedim mi bu kızı götürmeyelim diye, dedi.

    - ayol zorla mı götürdüm üstüme iylik sağlık aa!

    - kesin biri gördü kesin ! lakin kim ? dedi. ellinin tersini diğer avucuna vurarak.

    - hem kötü mü yaptık şekerim ! ömrü hayatında sayemde taverna gördü.

    - mafolduk ayol mafaolduk, ziyayı bilmeyon mu vurdu kesin kızı.

    - ağzından yel alsın o senin hüsnükuruntun. bi kere bu devirde kolay mı öyle adam öldürmek !

    - ziya delidir deli bilmeyon. sen alamanyalardayken recep ilen tartıştıydı bu, bi tavuk için meydan dayağı atıverdiydi gözümün önünde zavallıya

    - tavuk yüzünden ?

    - ne sandıydın ? bahçeye girip bostanlarını delmiş diye candarmalık olduydular.

    - neyse üzerime bişeyler giyip geliyorum öğreniriz şimdi

    bu sırada sesleri duyan komşular belli belirsiz toplanıp, çınar ağacının dibinde renkli basmalı şalvarlarıyla çökmüş, fısır fısır merakla neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. hava yavaş yavaş aydınlanlamaya başlamıştı. köy eşrafının hatırı sayılır ihtiyar kesimi, patikadan inerken, ziya'nın eve bakıp kendi aralarında konuşuyorlardı. bu sırada cevriye ve fadime ağacın yanına doğru gelirken toplanan kalabalığın konuşmalarına kulak kesmiş fakat hala ne olduğunu bir türlü anlamamışlardı. etraftaki kalabalığın duymalarından çekinerek, çınarın dibinde;

    - kız fadime sahiden ziya vurdu mu dersin?

    - yandık yandık cevriye kesin vurdu kesin ! dedi telaşe memuru gibi.

    - yok yok bunlarda başka bir hal var. baksana ses soluk çıkmaz oldu.

    - başka ne olcek kız cevriye ? dedi. cevriye'nin yeni aldığı pabuçlarında da gözü kalmış baştan aşağı süzerek biraz da kıskanmıştı.

    diğer kadınların da bir gözü cevriye'nin üzerindeydi. köy halkı cevriye'nin almanya'da geçirdiği günlerde annesine aldığı televizyon kimsenin dilinden düşmemişti. liseye gittiği dönemlerde kıskançlıktan dolayı ayşe'ye meydan dayağı attığı için o zamandan bu yana adı zilli cevriye olmuş kendisi bir süre bu durumu hoş karşılamasa da bir süre sonra durumu kabullenmişti.

    hatice kızı için oldukça endişeleniyor bir yandanda ziya'nın getirdiği kolanyayla zeynebi ayıltmaya çalışıyorlardı. bir süre sonra zeynep ayıldı. hatice saçlarını sıvazlayarak zeyneb’e;

    - zeynebim noldu kuzum sana ? a kınalı kuzum benim. dedi

    - ... ( zeynep anlamsızca bakmış birşey söylememişti. )

    ziya hatice ile zeynebe bakarken yumruğunu sıkarak dudaklarını ısırdı. kızına doğru bakarak şöyle dedi ;

    - zeynebim hekimi haber salayım gelsin mi ? diye sordu.

    - buba möhüm deel tansiyonum düştü herhal, dedi ( annesini yüzüne bakarak)

    - çağırsın baban a kuzum benim ?

    - biraz dinleneyim bişicim kalmaz dedi.

    - hatce gız hatçe..?

    - ne var ziya ne var ?

    - zırlamayı kes de sekiye otutturalım kızı !

    ziya'yı asıl sinirlendiren hatice değil kızının düşüp bayıldığı sırada, pencereyi kapatırken gördüğü manzaraydı. düşünceli, şaşkın ve bir o kadarda kızgındı. böyle bir şeyi, yapacağı aklının ucuna gelmezdi. kızına yardım ettikten sonra hışımla odadan çıkarak dış kapıya yöneldi. sinirle dışarı çıktı. potinlerini hızla ayağına geçirdi. ziyaların eve yönelmiş, mahallenin ileri gelen kodoşları, ziya'nın bu sinirli halini görünce sus pus kesilmişti. ceketini sırtına atarak, bahçenin çitlerinde yaslanmış olan latayı alıp yola fırladı. adeta burnundan soluyor yokuşu hızla çıkıyordu. bunu gören fadime ve cevriye'nin beti benzi atmıştı. kapının sertçe vurulmasının ardından zeynep;

    - ana koş babamın elinden bi kaza çıkmadan yanına varalım, dedi.

    - dur kuzum dur! dedi. neler olduğunu anlamayan hatice kızına manasızca baktı.

    - hadi ana kalk dedi. ardından üzerine yeleğini alarak çıktılar

    - bubaaaa! bubaa! diye seslenmişti. durumun ciddiyetini anlayan hatice ise;

    - bey! beeey! diye seslense de ziya yokuşu çoktan aşmıştı.

    zeynep ile kapının önüne çıktıp, pabuçlarını giydikten sonra ziyayının peşine takılmışlardı. çınar altında konuşmalarını sürdüren zilli cevriye saçlarını savurarak caka atmaya çalışırken;

    - bak kız ben sana demedim mi? bunlarda başka bi hal var diye, dedi.

    - valla senden korkulur gız, şeytana pabucu ters giydirirsin sen, demiş zeynebi gördüğünde yüreğine su serpilmişti. merakları bir kat daha da artmış, olan biteni izlemekle yetinmişlerdi.

    fadime, zilli cevriyenin böbürlenmesine aldırmayıp, dağın eteğinde belli belirsiz sesleri gelen jandarmalara kulak kesmişti. bu sırada ziya saffetlerin eve gelmiş kalabalığa aldırmadan avazı çıktığı kadar ;

    - saffeeet ! saffeet! diye bağırıyor ve ekliyordu.

    -çık ulan hergele çıkta sana günü göstereyim, dedi, adeta gözü dömüş elindeki latayı savuruyordu.

    bunu duyan ev halkından saffet'in babası ve dedesi kapının önüne fırlamış bahçe çitinin ardından;

    - ne var ulan ! ne bağırıyon dürzü, dedi.

    - dürzü senin babandır ulan şerefsiz,dedi.

    saffet'in dedesi bastonunu havaya kaldırarak

    - seni kör olmayasıca gevur seni ! dedi

    - dinsiz imansız oğlun nerde deyom size ? diyerek üzerlerine yürüyen ziya'yı köy halkı zar zor tutabilmişti. kızı ve karısı ziya'nın yanına gelmiş sakinleştirmeye çalışıyorlardı ziya'yı köy halkının engellemesini fırsat bilen saffet'in babası ve dedesi ise ziya'nın üzerine yürümeye başlamıştı. ziya okkalı bir tokattan son anda kurtulmuş daha da sinirlenmişti. jandarmalar çok geçmeden geldi. kalabalık birden dağıldı. ziya gelen jandarmalar ile birlikte biraz olsun sakinledi. jandarmalar ziya'dan bilgi alıyorlardı. bu sırada askerler belli yerlere dağılarak bir taşkınlık daha olmaması için yerlerini alıyorlardı. komutan çantasından çıkardığı dosyaya ziya'nın anlattıklarını yazarak not aldıktan sonra olay yerine gitmişlerdi. bu sırada ziya'nın anlattıklarını bölerek;

    - saffetlerle bir hasımlığın var belli ki münakaşa ettiğinize göre ? diye sordu

    - karşı komşu dün değil evvelki gün, bizim semeri almış eşşeğin sırtında gördüydüm, dedi.

    yutkunmasına müsaade etmeden komutan sordu

    - sonra..

    - sonra geceleyin bende eşşeğin sırtından semeri söküp bizimkinin sırtına taktım

    - ee senin olduğunu nerden biliyorsun ?

    - sarı püsküllüydü 20 yıllık baba yadigarı semeri tanımam mı ?

    - peki gürültüyü duymadın mı ?

    - kızım duymuş ben dün çapaya gittiydim. yorgunluktan kızın çığlına uyandım

    - makinalı tüfekle vurulmuş dedi, yılların verdiği tecrübeye dayanarak.

    komutan elindeki telsiz ile karakola haber verdikten sonra yaverine dönerek saffet'i tevkif etmelerini emretti. yaveri bir hışımla elindeki tüfeği sırtına asarak diğer komutana haber vermişdi. etrafa göz gezdirerek geliyordu. olay yerine geldiğinde ziya ile komutanın konuşmalarını fırsat bilip bir sigara çıkartıp yakmıştı. önünde alnından vurulmuş eşşeği inceliyordu.üzülerek etrafına bakınıyordu. tebessüm etmesine neden olan şey tüm ağırlığını tarlaya teslim eden inek hiçbirşeyden habersiz önündeki samanı yiyor, ahırdan gelen beyaz küheylanın kişnemesi ona köyünün güzelliklerini anımsatıyordu. iç çekerken gözleri parlamıştı tezkeresine az kalmış derin bir nefes almıştı. tam bu sırada saffeti tevkif etmek için giden birlik geri dönüyordu. komutan tarafları anlaşmaları için ikna etmeye çalışmış fakat edememişti. karakola gittiler. ardından ifade almak için bir bir çağırıldılar. ifade sırası saffete gelmiş, komutan şöyle demişti;

    - zararı karşılamayı kabul edersen senin için iyi olur

    - neden vercekmişim vermiyom gari !

    - yaptığın yasalara aykırı bunu biliyorsun !

    - biliyom amma oda benim gevur inadımı bilmeyo ! benle uğraşma dediydim ona !

    ifadesini alırken komutanın yaveri karakolun girişindeki ifade odasında konuşmalarına şahit olmuştu. kapının önünde pür dikkat dinliyordu. bu sırada manalı manalı gülümseyip yanındaki arkadaşına bakarak şöyle demişti;

    - eşşeğe altın semer vursalar eşşek yine eşşek

    - ne mırıldanıyon kasım

    - yok bişey, yok bişey sen söyle bakalım şafak kaç ?

    - şafak karanlık be kasım 112 senin kaç ?

    - 18

    - bitmiş gari ne kalmış şurda

    - bitti ya çok şükür bitti. dedi.

    ailesini düşünmeye başlayan kasım, burnunda tüten köyünün kokusunu almış uzaklara, köyüne, evine, çocukluğuna dönüp gitmişti.
    sdrex
  3. zor şeymiş insanın geçmişini ayıklamaya çalışması. bunca şey attım, atıyorum da hâlâ ama bitmiyor. ne çok şey varmış unutmak istediğim. peki, bunların hepsinden uzaklaşınca bitecek mi? kurtulacak mıyım? rahatlayacak mıyım? her neyse… en azından gözümün önünde kalabalık edip sinirlerimi bozmayacaklar. hem atalarımızın dediğine göre gözden uzak olanın unutulması kolay olurmuş… neyse ki unutmak gibi müthiş bir meziyetimiz var insanoğlu olarak! ve iyi ki şu hiçbir şeyi unutamayan hafızalardan birine sahip değilim. atlatabilirim biliyorum… ben neleri unutmuş kadınım…

    işte unuttuğum bir kutu daha mesela.

    mektuplar mı?

    ben yazmışım.

    göndermemişim…


    ***

    … temmuz

    dalgalar vuruyor kıyıya. kaçışan insanlar, çığlık çığlığa sevinen çocuklar… şimdi sen olsan gözlerinin içi parlayarak, için için, içten içten gülerek bakardın onlara, dalgalardan kaçan telaşlarıyla alay edercesine… el ele yürüyen insanlar geçiyor önümden, dalgalara aldırmıyor gibi görünerek. ama üzerlerine sıçrasa sular birbirlerine sarılıp kaçacak, kendilerine küçük sevinçler yaratacaklar. biz de yürüdük seninle el ele, deniz kıyısında değildi, ağaçlı bir yoldu. ama biz sahip çıkamadık o ellere… çıkamazdık! çünkü bizim ellerimiz sevgiyle, aşkla, umutla birleşmemişti. birleşemedi! yanlış yer, yanlış zaman falan filan… şimdi sen olsan yine öyküler anlatırdın bana, hiç yaşanmayacak… ben senin anlattıklarından çok sesini dinlerdim, beni alıp götüren… bir şey var sesinde, tarif edemiyorum. hâlbuki her şeye bir kılıf uydurmakta üstüme yoktur. senin sesin bir şey gibi… deniz gibi mesela, gerçekten duymak için dikkat kesilmen gerekir. eğilmen, yakınlaşman… (bence insanlara yakınlaşmak için böyle alçaktan sesin.) ya da bulut gibi, evet bir yağmur bulutu. bir yandan yumuşacık, bir yandan yüklü… bilmiyorum bir şey gibi işte…

    gemiler geçiyor boğaz’dan, vapurlar, feribotlar, balıkçı tekneleri… benim de olsa bir teknem, açılsam… senden de ondan da uzağa… her gün içimi acıtıyorum… her gün pişman oluyorum… senden uzakta duramamamı sağlayan senin sesin…


    ***

    unutmak gibi bir meziyetimiz var, evet ama hatırlamak gibi bir zaafımız da var, ne yazık! nereden çıktı şimdi bunlar? atsana bakmadan, ne vardı okuyacak? insan zihni ne garip… nasıl da ötelere, ücra köşelere atıyoruz istediğimiz zaman… nasıl da sökün ediveriyorlar ilk fırsatta… nasıl da önüne geçemiyoruz bu geçmişe dalıp gitmelerin…


    ***

    … eylül

    aşk değil bu, sevgi, bağlılık, tutku… hiçbiri değil bunların. yine yalnızım vapurda, yine aklıma sen geldin. şimdi birlikte olsak daha bir mavi olacaktı deniz, insanlar daha gülümsetici. hâlbuki şimdi hemen hepsinin yüzü asık. haliyle benim de… içten içe onlar hakkında hikâyeler uydurup gülümsemem rahatsız ederdi şimdi onları. yine de hepsine bir hikâye yazabilirim. mesela karşımda oturan kız. elinde bir tabla var, resim çizmek için. sarışın, mavi gözlü, bebek gibi bir kız… öyle de masum duruyor ki bu haliyle… beni süzüyor sürekli, ne yazıyor ki bu kız dercesine… yanımdaki adam da okumaya çalışıyor yazdıklarımı.

    ama ben önlemimi aldım çoktan… kız yetenek sınavına girecek, belli. yüzünde neyle karşılaşacağını bilmemenin gerginliği ve saire… ama onun hikâyesini kendine bırakıyorum.


    ***

    herkesin hikâyesini kendine bırakıp çekip gittim sonunda. ne oldu? onlar da yine çıkıp geldiler işte! hâlbuki arkada bırakmayı öğreniyordum, beceriyordum yavaş yavaş… ah, nasıl özlüyorum her gün baktığım denizi, her gün bindiğim vapurları…

    ne güzeldir vapurlar… ne güzeldi… bakıp bakıp dalmalar, susmalar… söyleyeceklerinin etrafından dolaşmalar… her söze bambaşka anlamlar yüklemeler… gizlemeler…


    ***

    … ekim

    böyle içimi görüyor gibi bakmasaydın bu kadar korkmazdım seninle olmaktan belki de… tabii tüm cazibeni kaybedebilirdin öyle olsaydı. derin derin, sıcak sıcak bakıyorsun ya… en ufak bir mimiğimi bile kaçırmıyorsun hani. yüzüne hemen o “işte bu” bakışı yerleşiyor. işte o kıvrım diyorsun, işte o gülümseme, işte o aynı umursamaz eda… o anlarda -şairin dediği gibi- bir tek bizim bakışlarımız sarmaş dolaş oluyor. ve ben öyle çok korkuyorum ki böyle zamanlarda… bizden yayılan o “elektriği” başkaları da görüyor mu diye de merak ediyorum bir yandan…


    ***

    tamam, kapat işte, okuma kalanını… ne faydası var sanki? bunları yazıp durmanın da bir faydası olmamıştı. kendi kendine yazdın durdun, kendin okudun sade… şimdi buna da gerek yok artık, geçti… bitti… bitsin artık…


    ***

    … ekim

    devasa bir gemiye yol vermek için biraz eğlendi bizim vapur yine. ben de yine bakakaldım o koca kütlenin arkasından. bunun gibi nicelerini taşıyor bu deniz! vay be! ben de olsam o bilmediğim sulara doğru giden bir gemide… gerçi alışkın olunan sularda gitmek de güzel. bu suların her saatini bilmek. her anının ayrı ayrı güzelliklerini fark etmek… ama ne yapayım bilmediğim sular, bilmediğim hayatlar çekiyor beni… bildiklerimi seviyorum ama bilmediklerimi arzuluyorum. seni de öğrendim artık ama hâlâ şaşırtabiliyor, gülümsetebiliyorsun beni. “demek ki bitmemiş” diyorum “var hâlâ öğrenecek şeyler”. işte bu kötü! bitmeliydi şimdiye kadar. bitirmeliydim! gel gör ki, bu aynı sulardaki gibi durum sende de. biliyorum, tahmin de ediyorum genelde ama hoşuma gidiyor işte o yeni ayrıntı. dudağımın kenarında -sevdiğin cinsten- bir gülümseme oluyor. ve sen bunların hepsinin farkında gibi duruyorsun hep. o kadar çok izliyorsun ki beni böyle düşündürüyorsun… belki de hiç farkında değilsin… ama fırsat buldukça yaptığın küçük tahliller doğru çıkıyor genelde. şaşırıyorum… “herkese mi böyle?” diye düşünüyorum… kafamın içinde bir sürü soru işareti… öyle dikkatlisin ki onları göreceğini sanıyorum bazen, ürküyorum. ürküyorum evet, hep tedirginim. tanıştığımız ilk andan beri. karşılaştığımız -o masada hani- ilk gün bile başka bir şey var demiştim. elinde sigara alaycı gülüşlerini anımsıyorum… bir de tabi yakın durmak için alçaktan aldığın sesin… inandığın şeyleri bağıra bağıra söylerken insanları inandırmak için yanına çağıran bir ses… denizin yeşili güzel, esinti bir hoş, saçlarım uçuşuyor… sen belki de kızgın güneş altındasın…


    ***

    bunca zaman... yaşanan onca şey… buna rağmen her şeyin bu kadar taze kalması…

    daha neler… bir anlık bir şey işte… böyle melodramlar filmlerde falan olur ancak! üstelik kötü senaryolardır genelde… sen böyle bir insan değilsin, saçmalama…

    güzel, samimi duygulardı gerçi. içim ısınırdı konuştukça. yüzüm gülerdi…


    ***


    kızgınım sana! beni durup durup böyle altüst etmeye ne hakkın var? gerçi bu seninle ilgili değil aslında. asıl önemli olan benim neden senin her hareketini bu kadar önemsiyor oluşum! hiçbir şeyim değilsin ki benim! hiçbir zaman olmadın! arkadaşım bile değilsin… sevmiyorum da seni, âşık falan da değilim. deli gibi arzulamıyorum da… neden bilmiyorum, bir şekilde iyi geliyorsun işte bana. yanında iyi hissediyorum, rahat hissediyorum ve çok güzel hissediyorum… çünkü öyle bakıyorsun bana; “çok güzelsin” diyorsun bakarken, “çok istiyorum seni” diyorsun bazen, “çok özlüyorum”, “hep böyle yanımda olsan keşke” diyorsun… sürekli konuşuyor gözlerin. belki de ben yüklüyorum bu anlamları, belki bir yanılsama yalnızca. belki senin tek dediğin… evet, geçiyor bunlar da aklımdan ama tamamlamak istemiyorum böyle cümleleri…

    hâlbuki biz seninle güzeldik!
  4. havalı araba

    2015'in sıcak bir yaz günüydü; daha mayıs ayında deniz-temiz hava-yazlıkçı komşu-organik gıda kombinasyonunu tercih eden ailesi tarafından yalnız bırakılan ben, çatı katındaki evde sıcaktan da bunalmaya başlamıştım. evin hiçbir yeri, hiçbir türlü esmiyordu, tebdil-i mekanda ferahlık yoktu. En sonunda, klima gibi usta-ev sahibi ilişkisi gerektirmeyecek, yeri değiştirilebilecek, nispeten ekonomik bir çözüm olarak vantilatörü buldum.

    rahat ulaşıp sorunsuz park edebildiğim yerlerden Kentpark'taki media markt'a gitmeye karar verdim. Her zamanki gibi otopark tabelasındaki sayılardan hedef katı belirleyip 4. bodrum katına -bir yandan da kat geçişlerinde araçlarını park edenlerin üşengeçliğini aşağılayarak- indim ve Suzi'yi avm giriş kapısının hemen önüne gururla park ettim.

    Ne istediğini bilen müşteri edasıyla girdiğim mağazada, satış temsilcisinin gösterdiği çakma transformers görünümlü, 360 derece dönebilen modeli, "güzelmiş ama benim o derece bir şeye ihtiyacım yok" esprisiyle püskürterek, fiyat-performans ilişkisinin en yüksek olduğunu düşündüğüm modeli, satış temsilcisini de "hah benim aynen böyle bir şey almam lazım; tekerlekli, su hazneli, uzaktan kumandalı, uyku modlu" cümlesiyle de ikna ederek kasaya yönlendirildim.

    flamalı alışveriş arabasını da süren temsilcinin centilmenliği kasayı geçene kadardı, artık yalnızdım. Mağazanın hemen çıkışındaki asansörün varlığı içime su serpmişti. Ta ki içine girene kadar. Kısmi meslektaşlarım proje aşamasında binanın mimarisini/statiğini çalışırken asansörü 3. bodrum kattan başlatmayı uygun görmüştü.

    Araç trafiğinin yanından geçerek flamalı ve vantilatörlü arabayla bir alt kata yürümekten başka çarem kalmamıştı. Yokuş aşağı arabanın frenleri tutmuyordu ama küfür etmemek için ben kendimi tutuyordum. Suzi'yi bıraktığım yerin de jeopolitik bir önemi kalmamıştı artık, bir an evvel arka koltuktaki vantilatörle eve gidip serinlemeliydim. ama çilem daha bitmemişti.

    Yükte hafif, hacimde büyük paketle 72 basamak çıkmak bir işkenceydi. Neden kollarım biraz daha uzun değildi, neden sadece o an için süper dişi değildim. Eve girdiğimde ter içinde kalmıştım. ama vantilatör beni serinletecekti, tabi kurulumunu yaptıktan sonra.

    kutunun içinden çıkan parçalar bana kinder surprise zamanlarımı hatırlatmıştı. onları da tarife bakmadan birleştir(e)mezdim, bunda da prensibimi bozmayacaktım. Kitapçık adım adım anlatıyordu, kule misali aşağıdan başlayacaktı montaj. taban ağırlaştırma takımı, taban kilit somunu, tekerlek derken havaya girmiştim. sanki seyircim varmış gibi "kilit somunu tekerlekleri yeterince iyi kavramadı mı acaba" deyip üstten biraz bastırmamla takım ruhunu bozduğumun göstergesi oyundan kopuşlar başlamıştı. Neyse canım, vantilatör kurulduktan sonra kucakta da taşınabilirdi, hem zaten halı tekerleklerin hareketi için de uygun değildi. Yine de bundan sonraki aşamalarda gücümü daha kontrollü kullanmayı seçerek kafes kısımlarına kadar gelmiştim.

    bu aşama benim için iki açıdan çok önemliydi; hem bunu beceremezsem yaptığım onca (!) montaj ve masraf boşa gidecekti, hem de kanaviçecilerin yüz karası olarak yıllardır takamadığım kasnakla gıyabında yüzleşip "bak sorun bende değil, sende" diyebilecektim. Tarifte "biraz kuvvetle monte ediniz" yazıyordu ama bu sefer öyle yapmayacaktım, şiddetten hayır gelmiyordu. ön kafes ve arka kafesi birlikte tutup sarılarak kendi kafesime yaklaştırdım ve sıcaklığımı, onların birleşmesine olan ihtiyacımı hissettirdim, işe yaramıştı.

    bu hikayeye bir son lazımdı
    öyle uzaktan, uzaktan hiç konuşmadan nasıl da bağladın beni :)

    !---- spoiler ----!

    ilhamından ve motivasyonundan ötürü densizdengesiz'e teşekkürler :)

    !---- spoiler ----!
  5. zifiri karanlık yerini güneşe teslim etmek üzereydi. tan vakti pakizelerin damındaki horoz, göğsünü ringe çıkan boks güreşçileri gibi kabarttıkça kabartıp kanatlarını açarak, o cılız sesiyle buraların ağasıyım cinsinden ötüşü uykudan uyanmasına yetmişti. karyolanın gıcırtısından kalkmış çeşmenin kurnasını çevirip yüzünü soğuk suya vurup gözleri faltaşı gibi açılmıştı. potinleri geçirip birden sendeleyerek gocuğunu giymek üzereyken bir cigara yakmıştı;

    - memedim sabah sabah içme şu mereti

    - tamam ana. var git yat sen!

    - eyi memedim eyi ! ama içme be oğul

    - anaaa! işe geç kaldım zati

    - akşama ne yemek istersin ?

    - mercimek, kuru fasle

    - tamam yiğidim, rastgele

    esefle başını sallayarak içi karalar bağlarcasına bitkin halde kapının eşiğinden bakıyor bir yandan da iç çekiyordu. yavru bebeler gibi hiç kıyamıyor, bir dediğini iki etmiyordu. bir everemediğine yanan anası birde şu cigaraya kendini kaptırmasına emzik gibi ağzından eksik etmemesine yanıyordu ciğeri.

    sonbaharın son aylarında ayaz kendini oldukça göstermiş, çıplak deriyi yalayan keskin bıçak gibi iliklere işler olmuştu. aralıksız süren yağmurlar toprağı bataklık haline getirmişti. avludan çıkıp tahta kapıdan geçerek avlunun önündeki çukura su dolmasına sinirlenip bir de küfür basmıştı. mahalleye çıktığında belli belirsiz bir kalabalık görmüştü. yüzünü birden buruşturmuş ayaza karşı derin bir duman daha çekmişti. kimisi taraçalara kimisi camlara üşüşmüş kalabalığın içinde, mahallenin ileri gelen kodoşları, fısır fısır belli bir grup oluşturmuş konuşuyorlardı. elinde tespihi sallayan memed’e gözler dikilmiş, külhanbeyi yürüşüne bayılan kızlar birbirini çimdikleyerek kıkır kıkır gülüşmekten kendilerini alamamışlardı. memed yan gözle gülüşmelerin geldiği yöne fırlattığı bir bakış kızların dudak ısırmasına yetmişti.

    hal’e doğru eğimli sokağı ağır ağır ilerleyen memed, her gecekondu köşelerindeki fısıltıların nedenini merak etmeye başlamıştı. fakat memed’i gören ahalinin ağzı torba gibi büzülüp kapanıyordu. evvelden topaç oynadıkları çınarın yanından geçerken ifrit olduğu zabit hasanı gördü. göz göze geldiler. zabit elinde cop’unu avucunda kavrayarak fiyakasını gösteriyor, memed ise gözlerine ve elindeki cop’a bakarak yere tükürmüş, parmaklarında raks ettirdiği ışıl ışıl kemik tespihi sallamıştı. iki üç adım ötedeki kıraathaneye gelip bir çay istemiş masaya kurulup bacağını çelmişti. yan masadan oturanlardan afaracı hüsam’ın sabahki horoza benzeyen ince tiz sesine kulak kesmişti.

    - böyle olaca belliydi zahar

    - ne olmuş? ne olmuş?

    - köpoğlu avradıyla kavga edip dışarı salmış kendini

    - sonraaa ?

    dedi yanındaki meraklı gözlerle afaracıya. afaracı da durumun vahametinden dolayı şaşalı anlatırken yan masadan muhtar araya girerek;

    - n'olmuş bre kızancıklar

    - dışarı çıkıp bi cigara yakmış ibraam, sonra lüküs bir araba durmuş yanında

    - geçenlerde eve giderken bende gördüydüm.

    - hafiye kılıklı iki adam

    - sonra?

    - sonra ibram’ın sıkmışlar topuklara

    - vaaah vaah! yetim kaldı yavrucaklar

    - sormayın ağalar !



    çaycı tavşan kanı çayı getirdiğinde tespihini bileğine geçiren memed ‘’ eyvallah ‘’ diyerek durumu anlamaya çalışıp yetim kalmış çocuklarını düşünerek esefle başını sallamış ve iç çekmişti. varoş mahallenin dar sokaklarında komşuların ve köy eşrafının fısıltılarını şimdi daha iyi anlamıştı. mahallenin eski sonradan olma külhanbeyi aklına gelmiş ve başıyla onun olduğu kanaatine varmıştı. bu duruma epey canı sıkılmış ve memed’e köy ahalisinin bakışları şimdi daha da bir anlam kazanmıştı.

    çayından bir yudum daha alırken ;

    - candarmalar tevkif için köşe bucak arıyolarmış

    - bulsunlar tabi deyyusu

    - kodese tıksınlarda zatürreden gebere itin dübürü

    - sokağa da çıkamaz olduk

    - öyle ya, ben bile korkar oldum zahar



    çayından son yudumu alan memed masaya yumruğunu sertçe vurdu. ortalık birden sessizleşmiş pür dikkat herkesin gözleri kapıya yönelmiş, kasvetli bakışlarıyla sokağa yıldırım gibi fırlamıştı. daha dün gece birlikte olduğu, eski çocukluk arkadaşının ve ardında bıraktığı yetim çocukların acısı içine oturmuş, esefle alamana’ya doğru ağır adımlarla ilerlemişti. motoru çalıştırıp dümene geçmiş kasabadan epey uzaklaşmıştı. bir cigara daha yakmak isterken cebinde aradığı kibrit yerine bir not bulmuştu.

    kağıtta şunlar yazıyordu;



    ‘’ dostum dava arkadaşım bugün var yarın yokum. olurda bana bir şey olursa yetimler sana emanettir. rüstem’i bilirsin geçen gün aldığım borç parayı veremedim sıkıştırdı deyyuslar. sana da kötülük yapsınlar istemem sakın dellenip yanlış bir şey yapmayasın. zabit hasana da bahsettiydim umursamadıydı yavşak, candarmalara haber salarsın. hakkım sana helaldir bunuda böyle bilesin. ibraam. ‘’



    memed derin bir nefes çekmiş gözleri dolmuştu. hava epey bozmuş fakat içinde bir sızı bir soğukluk hissetmiş dümeni kasabaya çevirmişti. kalan son cigarasını derin derin içine çekmiş, derin sulara dalıp dalıp gitmişti…
    sdrex
  6. kırmızı bir göğün seyri altında uzanan beyaz çizgili zift renkli yollar çıkmaza çıkmaz. çünkü devletin adamları talimat ve telkin tabelalarında olur. yönlerin çizili olan bir çizgi üzere yol alır, yoldan yolumuza hisse alır, çoğu zaman yolcu bazen hancı oluruz. yollu olduğumuzu da yazmış tarih, o da zihnimizin fi tarihi olsa gerek. bilinmeyen tarih olarak kayıtlara geçer de; derim ki, bu bildiğin sisli bir geçmiş fısıltısı. yum gözlerini fısıltıya, eski günahlarına kulak ver, eski cinayet tanıklığını bir daha yaşa, vicdan yap, dilersen gözyaşı dök. boşver anı yaşa, yaşanılacak bir şey bulamasan an için de: o zaman hayal kur. hayal kurmak geleceğin ummanına atılmış bir olta, hadi at oltanı virâ bismillah diyerek. ne çıkar ise artık bahtına kalmış, umman sana ne verir, orası zihninin oyun alanının enlik ile genişliğine kalmış. en aksi hayalleri kur, en huysuz, en arsız, en kopuk ve en deli hayalleri kur. korkma, hayalinin içinde kimse hızır diye sana yalvarmayacak, kimse acı çekmeyecek, kimse kim vurduya gitmeyecek. sen heves ettin, hızır denilen imdat bekçisinin kanına gir, cinayet işle, kanı kül ile ört, cesedi parçalara böl! ama etme, bu hayaller kötü bir ruhun değersiz bir ederine işaret. hayalinde bir çift gözün ışıldamasına vesile olmayacak isen bu ne biçim bir hayal, bu ne bok yeme güzel abicim.
  7. bu bir oldukça neye kızgın olduğu belli olmayan baş karakter ile yolda bulunan esrarengiz taş arasında geçen hikayedir anlatılacak olan.
    zamanın hatra gelmediği bir yörüngede gezinilirken başıboş, yaşanılan zeminde yine birtakım otlar vardı kimi ayaklarla yer yer ezilmiş.
    ileride belirecek bir keops'tan daha kompleks apartmanlar henüz müstakbeldi, inşaat müteahhitliği diye bir meslek icat olunmamıştı.
    ileride unutulacak ve sonradan hatırlanılıp unutulduğu hatırlanmayacak olan bir içsel toprak yumurtlangacı peydahlanıyordu sık sık büyük gelişmiş adamlar tarafından. içsel toprak yumurtlangacı ismini bilgeler had safhada aptalca buldu ve değişime uğraması istenildi kanun vasıtasıyla.
    kanun, bilgelerin baktığı yöne getirtildi bilgelere ait eller ile. buna ileride bir ihtimal ilkesel vahiy çıkarımlaması denilecekti. kanun tüm bilgelere sırasıyla aynı şeyi söyledi.
    bilgeler birbirlerine farklı şeyler söyleyeduracaktı. kanunu bertaraf etmeden usulca bakmadıkları yöne kondurdular. bu oldukça kafa karıştırıcı bilge konseyi uğraşımını büyük gelişmiş adamların kafası almıyordu. bu yüzden bilge olanlar ve bilge olmayanlar vardır ya, bu yüzden bilgeler ile büyük gelişmiş adamlar aynı şeyi yemeyeceklerdir.
    ...
    bu kimilerine göre varlığından asla haber alınamayan hayatmekanı yörüngesinde biraz daha gezindi.
    ...
    gezinti anlatıcısı, ilkesel vahiy çıkarımlamasında zorunlu nihai karara varılacak gündurağına denk geldi. buranın anlatımı başladı.
    havarisçi veled koşusunu büyük gelişmiş adamların yerleşkesine 1 havarisçi veled boyu kala sonlandırdı. ona bakanlara bağıracaktı: ''pata tes''
    yerleşkede bulunan büyük gelişmiş adamlar saçlarından bir avuç kırdı, havaya atacakken ''pata tes'' diye bağırdılar höykürme biçimiyle.
    havarisçi veled tazı edasıyla gerisin geriye konseye yuhalandı ''pata tes'' nidaları ile, yarım havarisçi veled boyu öteden bilgelere geveledi.

    yeri geldiğinde kanun biçiminde anlaşılınabilecek kitap'a bilgeler bu çıkarımlamayı ekledi. eğer bir kişi artık bir daha ''içsel toprak yumurtlangacı'' sesi çıkarırsa, yeri geldiğinde ona eziyet edilebilecektir büyük bir haklılıkla.
    ...
    bu kimilerine göre varlığından asla haber alınamayan hayatmekanı yörüngesindeki gezintiye devam edecekti.
    ...
    yek
  8. bu bir oldukça neye kızgın olduğu belli olmayan baş karakter ile yolda bulunan esrarengiz taş arasında geçen hikayenin devam niteliğindedir anlatılacak olan.
    ...
    gezinti anlatıcısı, ilk anlattığı zamandan öncesine mi yoksa sonrasına mı denk geldi bilinemiyordu. anlatacağında kimi ortak karakterler vardı, zaman güdümlü hayatmekanları yakın olsa gerekti. büyük gelişmiş adamlar yerleşkesinde birinci ışıltıcıküre tam yukarısının biraz altında iken ikinci ışıltıcıküre gök üzerine tırmanmaya hazırlanıyordu. eğer ileride bir apartman dikilecekse tam buralara dikilmeliydi. çünkü ışıltıcıküre alırdı her daim salonun tam ortasına ve eve pek beyaz giyimli steteskop taşıyıcısı girmezdi.
    gezinti anlatıcısı büyük gelişmiş adamların yaşantısına eğildi:
    büyük gelişmiş adamlar yerleşkesinde henüz iplik çıkaran böcekler evrimleşmemişti, bu yüzden elbise yapıcısı olumlu düşünceler uyandırıcı bir meslektir. elbise yapıcısı hazır endüstriyel şablonlar nedir bilmezdi, her çalışması nevi şahsına münhasırdı. bu yüzden de üzerlerine kimi tabelalar asmazdı, ilineksellik fışkırsın diye.
    elbise yapıcısı gezinti anlatıcısına göre tam bir sanat düşmanıydı! çünkü bir türlü akımlara kapılmıyordu ve iyi bir yüzücüydü!
    büyük gelişmiş adamların en büyük özellikleri, yeri geldiğinde kanun biçiminde anlaşılınabilecek kitap'ta zorunlu tembellik hakkı bulundurmalarıydı. eğer bir büyük gelişmiş adam bir şeyin yapılmasını gerekli görmüyorsa, onu yapması tam bir suçtu.
    ...
    bu kimilerine göre varlığından asla haber alınamayan hayatmekanı yörüngesindeki gezintiye devam edecekti.
    ...
    yek
  9. bu bir oldukça neye kızgın olduğu belli olmayan baş karakter ile
    yolda bulunan esrarengiz taş arasında geçen hikayenin devamının
    devamı niteliğindedir anlatılacak olan.
    ...
    zorunlu tembellik hakkı, yeri geldiğinde kanun biçiminde anlaşılınabilecek kitap'ta herkesçe bilinerek en ince ayrıntısına kadar tanımlanmamıştı çünkü büyük gelişmiş adamlar olunabildiğince faydalansın diye: her bir duruma hinlikle uyumlanılabilsin diye!
    herkesçe kotarılabilmeliydi bu hak, çünkü bu bir haktı! bu herkes işine geldiğince kullanabilsin diye üzeri örtülmemiş boşluk hem de tam bir bilinç durumunda, elbette bu işte bilge konseyinin parmağı vardır. doğrusu,
    bilge konseyi ve büyük gelişmiş adamlar yaptıkları bir kuamisyon sonrası bu karara varabilmiştir.
    gelinilsin gezinti anlatıcısının bir diğer anlatacağı şeye:
    bu hayatmekanı ile lidyalılar hiçbir surette karşılaşamayacakları için, büyük gelişmiş adamlar metal yuvarlaklara ve işlevdaş papirüslere sahip değildi şu
    son zamanlarda altın standardizesinden tamamen kopmuş. bunun olmadığı söylendiğinde akla hemen bir yöntem geldiği için ve bu yöntem de takas şeklinde olduğu için
    evet bu hayatmekanında takaslaşmak vardı, tabii akıllara gelinmeyen şekliyle. öyle ki:
    bir büyük gelişmiş adam bir diğeri ile takas yapmalıysa ona yalnızca vermeliydi ya da ondan yalnızca almalıydı. bu ikisinden biri eylemlenmeliydi. daha açık:
    bir büyük gelişmiş adam elbise yapıcısından bir elbise almak istiyorsa ona 3 (üç) pata tes vermeyecekti. yalnızca gidip elbisesini alırdı.
    peki elbise satıcısı bunu neden kabul etsindi? işte cevap: bir diğer hayatmekanından bakanlar bu durumu neden idrak edemiyorsa, işte o yüzden!
    ...
    bu kimilerine göre varlığından asla haber alınamayan hayatmekanı yörüngesindeki gezintiye devam edecekti.
    ...
    yek
  10. bu bir oldukça neye kızgın olduğu belli olmayan baş karakter ile
    yolda bulunan esrarengiz taş arasında geçen hikayenin devamının
    devamına eklemelerdir anlatılacak olan.
    ...
    bu hayatmekanında sincaplar mevcuttu. eğer sincaplar var olacaksa birtakım ağaçlarda olmalıydı ve vardılar da.
    yerel fabllarda ve kültür ögesinde entelektüel hayvan imgesi baykuşa değil, sincapa üstlendirilmişti. gerçekten de sincap buna uygundur dostlarım.
    öyle ki toplu agaç öbekleri kralı okaliptus, ne zaman gizli fedaisi bal porsuğunu tehlikeli görevlere gark etse entelektüel hayvan sincap'tan fikir almış olurdu çoktan. böylelikle gizli fedai bal porsuğu görevinde başarıya ulaşır ve nesli kalmaya devam ederdi. aksi halde kral okaliptus bazı şeyleri engelleyemeyebilirdi
    çünkü kritik düşünme üzerine bazı eksiklikleri vardır her ağacın: ifade edememek gibi.
    bu acıntı verici durum büyük gelişmiş adamların atalarını incitmişti vaktiyle. bilge konseyi henüz kurulmamış, tek tük kalburüstü kişi bilgeleşiyordu yavaşça.
    bu okaliptus özelindeki kusur büyük gelişmiş adamların atalarının canını acıtmıştı çünkü onlar sudaki akislerinin yanı başında bazen dallar görürdü ve bunu ifade edemezlerdi. kendilerini o dallarla aynı hâlde gördüler akislerinde: çünkü bunu ifade edememişlerdi.
    bu kışkırtıcı hâl ile hemhâl olan bir rastgele kalburüstü kişi ansızın meczup olacaktı. soranlara ''kaybolmadım, zaten kayıp imişim!'' diyecekti. bu enkazla koştu,
    ilk gördüğü ağaca yıkıl dedi ya da yıkılmış bir ağaç gördü. bölün ve küçül dedi ya da bölünmüş ve küçük bir ağacın yanına koşmuştu. bir yanın incelsin ve diğer yanın
    yuvarlatılsın dedi ya da bu kısmı biliyorsunuz. soranlara ''kaybolmadım, zaten kayıp imişim!'' diyordu.
    sonra bu enkazla döndü lifli bitkilere koştu, onlardan lif elde etti. onları ıslattı, sarmallaştırdı; ince ve sert olana kadar. sonra ağaç ve lifi birbirine kattı:
    ifade edememeyi ve ifade edememeyi ifade edebilmeyi birbirine bağladı! bu enkazla icadına sarıldı ve hem de vurmaya başladı. sincap 'enstrüman' diyebildi.

    kritik düşünme üzerine bazı eksiklikleri vardır her ağacın: ifade edememek gibi. işte kalburüstü meczup, onu zemin edinmeyi icat etmiştir.
    ifade edemeyen üzerinden ifadelerde bulunmuştur. işte bu, dağınık varoluş kimliklerinin yapboz analojisini benimsemesidir: nasıl ki parçalar büyük resim uğruna birbirlerine dikta edilmeyi göze almışsa.
    ...
    bu kimilerine göre varlığından asla haber alınamayan hayatmekanı yörüngesindeki gezintiye devam edecekti.
    ...
    yek