1. hayatında neler oluyor şu an bilmiyorum. iyileşiyor musun ya da iyileşecek misin ya da bu beni neden ilgilendiriyor, onu da bilmiyorum. ama aklıma geldikçe ufak ufak, ara ara yazıyorum sana ta ki sen dur diyene kadar, ta ki sen iyileşene kadar...

    aslında yarışıyoruz amansızca doğduğumuzdan beri, doğru mu? en iyi sen ol, en iyi okula git, en iyi bölümü bitir, en iyi işi sen bul, basarili ol, hep kazanan ol, en güzel kadınla evlen, ya da en güvenilir erkeği kendine aşık et, çocuklar yap ya da yapma...mete'nin de dediği gibi "bunların hepsinin gerçekleştiği o günü düşün, gücün en üstünde olduğun o günü" ya da senin dediğin gibi stabilitenin zirvesi olan o günü..."yalnız kaldığın o anda "ne oldu be, ee şimdi nolacak peki.." diyorsan, kaybedensin sen, kaybetmişsin abi" (bkz: kaybedenler kulübü - tolga örnek) ... aslında her zaman kaybediyoruz, sebebi ekonomik bir terim "opportunity cost". yani her an için yapabileceğimiz milyarlarca seçim varken biz hep tek bir seçim yapmak zorundayız (uzay-zaman), ve bu tek bir seçimin en doğru seçim olma ihtimali her zaman ~0. dolayısıyla pişmanlıklardan kurulu bir hayat yaşamak zorundayız. ikilemlerimiz, o çırpınışlar, dövünmeler, kendimizi kahredişimiz aslında sadece iki pişmanlıktan hangisini tercih edeceğimizle alakalı. hepsinde kaybediyoruz, bunu bildikten sonra sanki daha bir yavaşlıyor zaman, daha iyi tanımak istiyorsun herşeyi, daha az korkuyorsun gelecekten, kaybetmekten ve hatta ölümlerden...bazen daha uzaktan, bazen daha yakından ama ortadan değil, çünkü orta yol seni bir pişmanlıktan korurken bir başka pişmanlığın içine hapseden karanlık bir hücre..

    stockholm sendromuna benzer bir durum yaşıyorsun burada...o duvarlar o kadar zamandır etrafındalar ki onun arkasında ne varsa unutmuşsun...bilmiyorsun artık, ve bu bilgisizlik seni korkutuyor. insanin belki de ilk çözümlenen psikolojik reaksiyonlarindan birisi bu, bence dinlerin de yegane kaynağı: bilgisizlik (tanımlayamama)→ korku (tedirginlik)→sığınma. bu zincir, zincirin içinde kaldığın her bir saniye boyunca daha da kalınlaşıyor ve güçleniyor, ve sen her geçen saniye daha da zayıflıyorsun..

    başkalarına zarar verdiğimizi düşündüğümüz zamanlar belki de megalomaninin insan aklında en net açığa çıktığı zamanlar olabilir. yani biz o kadar yüce varlıklarız ki tek bir hareketimizle, ya da tek bir sözümüzle başka insanların hayatlarını mahvedebiliriz. hayatın, bunun tersini bana onlarca kez kanıtlamış olmasına minettarım, çünkü bunu görmek eskiden belki kurşun kadar ağır olan kararları, çoğu zaman saniyeler içinde almamı sağladı. aslında bir bakıma genişletilmiş özgürlük.

    insanlara karşı sorumluluklar hissederiz ve bu sorumlulukların temelinde lütuf duygusu yatar. yani ben ona varlığımı lutfediyorum ve o bu yüzden çok mutlu, eğer bu yerimi bırakır gidersem onu yıkmış, perişan etmiş olurum. işte bu da gelişmiş megalomani...toplumda bunun karşılığı fedakarlık, özveri ya da merhamet olabilir, ama zaten toplum der demez into the wild filminin içinden society şarkısının lirikleri çarpmaya başladı bile kulaklarıma.

    yalanlar, göstermelik sevgi sözcükleri, içi boş hediyeler, içine çekmediğin sigaralar, güven(sizlik), yalnızlık korkusuyla oluşmuş ilişkiler, aşk, göstermelik kavgalar, karşılık(lı!)sız beklentiler ve gelecek...ve ölüm..evrenin yok olmasını sağlayacak bütüne, küçük de olsa bir ekserji yıkımı ile destek vermek ve aslında bütün var olma amacını tamamlamış olarak yok olmak...

mesaj gönder