halikarnas balıkçısı

Kimdir?

talihsiz bir baba katili hayatınızın, belki de hiç tanımadığınız birileri tarafından, başkalarının, katledilen başka hayatların artık kurumuş olan kanlarına bulanmış kör bir bıçakla bir daha asla onarılamayacak, asla eski akışına döndürülemeyecek biçimde delik deşik edilmesi... uzun yıllar ve kuşaklar boyunca kök saldığınız, her gün dönümünün, baharı haber veren her bir cemrenin ve her yaprak dökümünün zamanını kestirebilecek kadar iyi tanıdığınız toprağınızdan, bir gün aniden, kaba ellerce sökülerek bambaşka bir yere dikilmek... bir 'sürgün' olmak...  bir sürgünün kara talihiyle açılmamıştı onun hayatının perdesi; 1890'ın girit'inde, tarihçiler, sanatçılar ve komutanlarla dolu, ii. abdülhamit döneminde içinden bir de sadrazam çıkarmış köklü bir osmanlı ailesinin, kabaağaçlızadeler'in çocuklarından biri olarak dünyaya gelmiş; babasının 'yüksek komiserlik' görevi nedeniyle beş yaşına kadar kaldığı girit'te refah dolu ve sıkıntısız bir çocukluk geçirmişti.  istanbul'a geldiklerinde yerleştikleri büyükada'da mahalle mektebine gitmişti. girit'te öğrendiği yabancı dilini, aldığı özel derslerle iyice ilerlettiğinden, hazırlık sınıfını atlayarak başladığı robert kolej'de çeviriler yapmış ve yazılarıyla karikatürleri çeşitli dergilerde yayımlanmıştı. tevfik fikret'in oğlu haluk'la beraber okuduğu ve en iyi dereceyle bitirdiği kolej'in ardından oxford'da okumak üzere ingiltere'ye gönderildi.  yurda dönmeden önce bir italyan'la evlenerek bir süre italya'da yaşadı, bir kızı oldu. bu dönemde, ispanyol bir kadınla da beraber yaşıyordu. bu beraberlikten doğan oğlu, henüz bir yaşındayken ispanyol iç savaşı'nda hayatını kaybetti.  cevat şakir, yurda döndüğünde, geleceğinin parıltısı öngörülmüş, alafranga, havai ve yakışıklı bir genç olarak, avrupa'daki hayatını tamamen ardında bırakıp yepyeni bir hayata adım atmıştı... dergilerde makaleleri, öyküleri ve çevirileri yayımlanıyor, karikatürleri ilgiyle karşılanıyordu. hazırladığı kitap ve dergi kapaklarıyla türk basınındaki kapakçılığı batı standartlarına getiren isim olarak tanınmaya başlıyordu bir yandan da.  evlilik ve mahkûmiyet ancak hayat, oyuncu bir rüzgârla aniden havalanan bir uçurtmanın gökyüzündeki dengesiz savruluşlarından ve arada bir yere çakılışından başka bir şey değildir; bunu yurda döndükten kısa bir süre sonra, nedeni hiçbir zaman tam açıklığa kavuşmayan ama kaza olduğu söylenen bir tabanca patlamasıyla babasının ölümüne neden olduğunda öğrendi cevat şakir.  on beş yıl olarak belirlenen hapis cezasının yedi yılını tamamladıktan sonra, yakalandığı verem nedeniyle salıverildiğinde, işsiz, parasız, ailesi ve toplum tarafından terkedilmiş, ilerde tanışacağı sürgün hayatına, farkında olmadan, yavaş yavaş hazırlanmaya başlamış bambaşka bir cevat şakir görüyorum şimdi ona baktığımda... ruhunu rahatlatmak, biraz olsun huzur bulmak için üsküdar'da bir rıfai tekkesine devam eden ama bir türlü rahatlayamayan, uyuyamayan, yorgun, mutsuz bir adam... sonradan kader birliği edeceği zekeriya sertel'le tanıştığı zaman, hayatı, kendisini uçuracak yeni bir rüzgâra kapılmıştı; sertel'in sahibi olduğu resimli ay dergisi için çalışmaya başlamıştı çünkü.  özel hayatı da dayısının kızı hamdiye hanım'la yaptığı evlilikle birlikte yoluna girmişti.  1925'te bir başka dergide, resimli hafta'da, hüseyin kenan imzasıyla yazdığı, hapishanede idama mahkûm olanlar bile bile asılmaya nasıl giderler? başlıklı yazısı nedeniyle, derginin sahibi zekeriya sertel'le beraber tutuklandı.  yazısında, savaşın ardından asker kaçaklarının kendi istekleriyle teslim oldukları halde idama gönderildiklerini anlatmıştı. cevat şakir ve yazısını basan sertel, asker kaçaklarına destek olmak ve halkı asker kaçaklığına özendirmekle suçlanıyorlardı. o dönemde yeni yapılan cebeci hapishanesi'ndeki hücresine konulduğunda çevresine bakan cevat şakir, yalnızca kasaları takılmış, camları ve kafeslerinden yoksun pencereler, yeni sıvandığından hâlâ ıslak olan ve ortasında bir metre yüksekliğinde molozların bulunduğu bir odayla karşılaştı. çantasını 'külüstür' karyolasının yanına, pantolonunu da şiltenin üzerine atarak, kendi deyimiyle "dairesine çabucak yerleşti".  istiklal mahkemesi, haklarındaki hükmünü birkaç gün sonra görülen davada bildirdi; sertel, sinop'a, cevat şakir de kalebent (bir kaleye hapsedilmiş mahkûm) olarak bodrum'a sürüldü.  sessiz bir ayrılık üç günde gidileceğini hesapladığı ancak her nedense üç buçuk ayda vardığı bodrum'a girişinde "masmavi bir gürleyiş"le karşılaştı cevat şakir, kaymakamlığa teslim edilmeden önce geçtikleri bir tepeden aşağı, denize doğru baktığında kendini "sonsuzluğu seyrediyormuş gibi" hissettiğini yazdı sonradan ve burada hapsedilmenin başka yerlerde hapsedilmekten daha zor olacağını düşündü belki... kaymakam, kaleye hapsedilmeyeceğini, bodrum sınırları içinde olmak kaydıyla özgür biri olduğunu söylediğinde, sevinçten çıldırmak üzereydi. cevat şakir, o akşam, çocukluğundan beri ilk defa dizlerinin üzerine çökerek hıçkıra hıçkıra ağlamıştı... bir sürgünün başına gelebilecek en son şeylerden biriydi başına gelen: âşık olmuştu sürgün, sürüldüğü yere... sürgün, sürgün değildi artık; sürgün, taze bir ağaç gibi, kendi baharını gövdesine sığdıramıyor, ilk çiçeklerini çılgınca bir hızla açıyor ve hâlâ hatırlanan yüksek sesiyle "duruş değil, gitmek ve hız olsun" diyordu; derken üretiyordu, derken âşık olduğu bu kasaba için yaptıklarıyla, demir bakışlı halka da kendini sevdiriyordu giderek... hamdiye hanım'ı ve henüz yaşını doldurmamış olan oğlunu da bir süre sonra yanına aldırdı. sandalla sahile yanaşmalarını bekleyemediği eşi ve çocuğunu, yüzerek yanlarına gidip kucaklarken, bu sahneyi seyreden komşuları ağlıyorlardı...  hamdiye hanım da eşi gibi bodrum'a çok çabuk uyum sağlamış, kız mektebi'nde müdire olarak çalışmaya başlamıştı.  bu arada artık tüm yazılarında halikarnas balıkçısı imzasını kullanan cevat şakir, kendini bodrum'a adamıştı.  üç yıl olarak belirlenen sürgün cezasının yarısı bu şekilde geçtiğinde, kalan zamanını istanbul'da geçirebileceği haberi geldi. küçük aile yeniden istanbul'a dönerek bir buçuk yıl daha cezanın bitmesini bekledi. ancak cezasının sona erdiğini bildirmek için gittiği karakolda, "senden kimin haberi var" sözünü duyunca, istanbul'da yaşamanın sadece bir teklif olduğunu, kendisinin ise, bunu bir zorunluluk olarak algıladığını anlayan balıkçı, hemen bodrum'a döndü.  sabahın erken saatlerinde ya da akşam çökmeden hemen önce balığa gider, akşam dönüşlerinde, tutulan balıklar köhne bir mangalda közlenirken balıkçılarla sohbet eder, onların sorunlarına çözüm üretmeye çalışırdı. balıkçıların daha modern malzemelerle bu işi idame ettirebilmeleri için londra'dan malzemeler bile getirtmişti.  gerçekleşen rüya bu uzun dertleşme saatleriydi belki eşiyle yollarını ayıran ya da bodrum'un pek çok şeyden önce gelişiydi, bilinmez... bilinen, sessiz sedasız bir ayrılık yaşandığıdır; ardında neredeyse hiçbir neden bırakmamış, bulunabilecek tüm nedenleri de suskunluğun soyluluğunda basit birer tahmine, kirli birer gölgeye dönüştürmüş gizemli bir ayrılık... bu ayrılığın ardından bodrum'a yerleşen göçmen bir ailenin kızı olan hatice hanım'la evlendi balıkçı, bu evlilikten üç çocuğu daha oldu.  çocuklarının eğitimi için izmir'e gitmek zorunda kalmadan önce, kısa bir hapishane dönemi daha geçirdi. bir içki masasında valiye küfretmişti çünkü. onun hapishane zamanlarını düşündükçe, kendisine hamile olduğu sırada annesinin gördüğü rüya daha da anlamlanıyor. o rüyada musa peygamberi gören anne sare ismet hanım'a, oğlunun başından hayatını değiştirecek üç büyük olay geçeceği ama onun ilerde önemli biri olarak hatırlanacağı müjdelenmişti. gördüğü rüyadan çok etkilenen sare ismet hanım, oğlunun bir adını da musa koymuştu.  musa adıyla beraber rüyada haber verilen kaderi de eksiksiz yaşayan balıkçı'nın, bu son mahpusluğuna bakarak "biri daha bitti çok şükür" dediği söylenir.  izmir'de bir apartmanın çatı katında zor yaşamlarını sürdürürken, yazın hayatının en verimli zamanlarını geçirdi balıkçı. dergilerde sayısız yazısı ve çevirileri yayımlandı, biri ölümünden sonra olmak üzere altı kitabı daha basıldı.  her ne kadar izmir'de yaşıyorsa da, kalbi bodrum'da atıyor, ciğerleri bodrum'un havasını soluyor gibiydi... bodrum'dan uzak kalmak işkenceydi onun için, orada "gün, her tarafta mavi bir nurdu ve öyle maviydi ki insan maviyi toplamak için avucunu göğe açacak ve elini yanaştırıp bakınca, avucunun mavileşmediğine şaşıracaktı". 1973'de kemik kanseri nedeniyle izmir'de vefat ettiğinde, bodrum, kendi kabuğu içinde büyük bir sarsıntıyla kıvrandı sanki... balıkçı'nın son sözleri bir uğultu gibi kapladı kasabanın üzerini;  "ölüme doğru gidiyorum... ölüme! işte merhaba deyip gideceğim dünyadan... sadece bir merhaba..."  k dergisi sayı: 2, 13 ekim 2006

  1. sol frame'de görünce öldü sandığımdır.

mesaj gönder