• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (8.75)
el espiritu de la colmena - victor erice
ispanyol ustanın bu göz kamaştırıcı ilk uzun metrajlı filmi, 1940'ta, ispanyol iç savaşı'nın bitiminden hemen sonra, kastilya bölgesi'nin kırsalında geçiyor. küçük ana, köy sinemasında gösterilen james whale'in frankeştayn filminden hem çok etkilenmiş hem de kafası karışmıştır. ana'nın çokbilmiş ablası isabel, sinsice canavarın aslında ölmediğini, ruhunun yaşadığını ve gözlerini kaparsa ana'nın onu çağırabileceğini söyler.
  1. öncelikle belirtmeliyim ki, filmlerini bu tarz evrensel bir dille oluşturan yönetmenlere karşı eleştirilerin/eleştirmenlerin sorumlu olduğunu düşünüyorum. bu yüzden peter greenaway'in the cook, the thief, his wife & her lover'ına öncülük etmiş bu filmi, olağanüstü şartlarda göstergebilimi dahice kullanmış olmasından ötürü ve akıllıca yazılmış diyalogları sayesinde biraz daha cüretkar yorumlamaya çalışacağım.

    "amerikan pediatri akademisinin 1971'de yapılan bir toplantısında bildirildiğine göre, abd'de 14 yaşına basmış bir çocuğun ortalama olarak tv'de 18.000 kişinin öldürüldüğünü görmüş olabileceği tahmin ediliyor. ne var ki bu durum, ölümlülüğümüzle yüzyüze gelmemizi sağlamıyor, tersine bu, ona karşı başka bir savunma yani ölümle karşılaşmamanın başka bir çaresini oluşturuyor. zira ekrandaki 18.000 ölüm, basit bir şekilde ölümü eften püften bir şey durumuna düşürmektedir ve seyirciye bunun gerçek olmadığı kanaatini aşılamaktadır. bu kadar çok ölüm, ölüm olgusunu ekranın büyülü dünyasının bir parçası haline dönüştürüyor ki, burada olaylar bilinçsizce, gerçek dışı olarak paranteze alınıyor." (hick 1990)

    yukarıdaki alıntıyı vermemin sebebi filmin ana hikayesini çerçeveleyen frankenstein karakterinin bağlamdaki rolünü anlatmak. neden böyle bir karakter seçilmiş?

    vampir, kurt adam, frankeinstein ve dracula gibi karakterlerin insanların kendi kendilerini ölüm düşüncesi hakkında geçiştirmesi için yaratılmış olduğu yorumundan yola çıkarak filme bilinçli olarak yedirildiğini düşünmesemde köyde frankenstein filmi izlenmesini, daha doğrusu yönetmenin bu seçimi kör göze parmak sokarcasına tercih etmesini köy halkının günün siyasi rejimi hakkındaki korkularının ve kendi hayatlarından endişe eder vaziyette yaşamalarının bilinçaltı dışavurumu olarak yorumluyorum.

    bu durumda frankenstein filmindeki küçük kızın frankenstein'ın kendisinden -ya da temsil ettiği arketipten- korkmaması -ki ana da aynı durumla karşı karşıya gelir- ölümden korkmadığı anlamına gelir. ben bu durumu sadece ana'ya pay biçilmiş bir rol olarak görmemekle birlikte çocukluk/saflık kavramlarıyla değerlendirdim. (bkz: melancholia - leo) peki frankenstein neden küçük kızı öldürdü?
    bu konudaki düşüncelerimi daha geniş perspektifte ele almam gerekiyor çünkü filmin üslubuyla ayrı değerlendirilemeyecek gibi.
    şahsımca, filmin bariz bir şekilde politik bir söylemi var fakat çoğu kişinin belirttiği gibi umut/umutsuzluk kavramlarını dile getirme gayesi içinde olduğunu sanmıyorum. olayların daha çok makro tarihin kapsamında geliştiğine ve bu kapsamda mikro tarihin içindeki insanların herbirinin rollerini üstlenerek bir döngüyü devam ettirdiklerine işaret edildiğini düşünüyorum.
    olaylara bu şekilde yaklaştığımızda frankenstein'ın aslında bir bedene hapsedilmiş rol -ana'nın deyimiyle ruh- olduğu sonucuna varıyoruz ki spinoza'cı bakış açısıyla yapmış olduğu şeyler zorunlu bir nedensellik barındırıyor.
    isabel'in kardeşine söylediği "ruhların bedeni olmaz, bu yüzden onları öldüremezsin" sözü de bu sayede bir nevi açıklanmış oluyor.
    bir başka mesele ise filmde franco'yu kim temsil ediyor.
    yine çoğu kişinin aksine frankenstein'dan ziyade yönetmenin freud'cu bir yaklaşımla bu rolü ana'nın babasına verdiğini düşünüyorum. yani victor erice'in öncülük ettiği leviathan - andrey zvyagintsev filminde olduğu gibi büyük canavar devlet olsada olaylar aile kurumuna indirgenerek baba-iktidar ilişkisi kuruluyor. fernando'nun yukarıdaki bir yorumda paylaşılan "camdan kovanımı kime göstersem.." le başlayan cümlesini arı kovanındaki/ülkedeki arıları/halkı ilaçla/sansürle sersemletip kendi istikbalini gözeten bir liderin ağzından duymak garip gelmeyecektir eminim ki. yukarıdaki sözlerinin ardından en son cümleyi -"böyle şeyleri seyreden kimse, huşu içinde baktıktan sonra, hızla gözlerini uzaklaştırdığında, yüzünde tanımsız ve üzücü bir korku beliriyor."- söyledikten sonra üzerini karalaması ise despot bir lidere yakışacak türden.
    babasının ailedeki konumunu destekleyen bir başka kanıtım ise mantar örneğinde saklı. çocuklarını zehirli mantarlara karşı bilinçlendirmeye çalışan baba zehirli mantarı göstererek kesinlikle yememeleri gerektiğini söyler ve bir hışımla ayağıyla mantarı çiğner. fakat zehirli mantarın da doğada yerine getirdiği bir görevi olduğunu unutur. ben mantar metaforunu açıkça yeni düşüncelere benzetiyorum. yine fernando'nun çalışma odasındaki tabloya bakarak -ismini bulamadım, anlamını da bilmiyorum ama buraya kadar geldim küsüratlı verirsem salladığım anlaşılmaz- idealizmi anımsatan bir görüşe sahip olduğu, francoyla paralel değerlendirildiğinde fichte, byron, carlyle ve nietzche aracılığıyle hitlercilik geleneğinden olduğu ima ediliyor olabilir. ayrıca franco'nun juan negrín'in yerine darbeyle geçmesi gibi fernando da teresa'nın umutsuzca mektuplaştığı sevgilisinin yerini işgal etmiştir.
    yazarken ziyadesiyle yorulduğumdan mütevellit ablasının da ana'ya tamamen olmasa da zıt bir karakter olarak yansıtıldığını, şiddet yanlısı yönelimleriyle cinsel kimliğini oluşturma aşamasında yeni bir militan olacağı öngörümü de belirterek yorumumu sonlandırmak istiyorum.
    sde

mesaj gönder