1. nak'shir'de kefeni yırtma

    balık suratlı adamlarla yaşadığımız beyinlerimizi kızartan maceradan sonra geriye dönüş yolculuğumuz mümkün olduğunca hızlı ve sessiz geçiyordu. herkesin suratları asık ve düşünceliydi. yaşadıklarımıza anlam vermeye çalıştığımız her seferde çuvallıyor ve en başa dönüyorduk. yaşadıklarımız gerçek miydi? gerçekten tahr kasabasına varabilmiş miydik? mantarın altında uyandıktan sonra gözlerimizi açtığımız dünya mı gerçekti? yoksa yamyamların akşam yemeği olmaktan kıl payı kurtulduğumuz orman mı? zihnimiz bu sorularla meşgulken giderek ısınan hava ve değişen yer şekilleri grubumuza hâkim olan kasveti arttırıyordu. geçtiğimiz yerler tahr kasabasına giderken geçtiğimiz yollara hiç benzemiyordu. sanki kurumuş bitkilerin ve ağaçların arasında geçen gidiş yolculuğumuz yeterince kötü değilmiş gibi dönüş yolculuğumuz çölleşen bir arazide geçiyordu. her şeye rağmen dönüş yolculuğumuzda ne yozlaşan gnoll saldırısı ne de kum fırtınasıyla karşılaşmamak sevindiriciydi. son derece sakin geçen yolculuğumuzun sonunda nak’shir şehri uzaklardan görüldüğünde, ald’in elf gözleriyle gördükleri sakin günlerin bittiğini haber veriyordu.

    biz çıkarken alınmaz gibi görünen taş surlarla çevrili şehir paramparça olmuştu. kışla olması gereken yerin üzerinde uzaklardan kuşa benzeyen ama kuş olmadığından emin olduğumuz bir şey uçuyordu. şehirden yükselen duman bulutları ne yaşandıysa çok önce yaşandığı ve bittiğinin birer göstergesi gibi göğe doğru yükseliyordu. bu şartlar altında şehir kapılarından geriye dönmenin uygunsuz olacağı ortadaydı. bu yüzden şehrin paramparça olmuş surları arasından geçip gizlice girmenin daha uygun olacağını düşündük. atımızı şehirden biraz uzaktaki ıssız bir vadiye bıraktıktan sonra şehre bulduğumuz bir gedikten giriş yaptık.

    kamufle olmuş bir şekilde aramızdan ayrılan ald, pelor tapınağına doğru yol alırken bizler de kışlaya giden yol üzerindeydik. daha bir blok yol gidemeden karşımıza önce kafaları alev alev yanan tuhaf bir yaratık müfrezesi, sonrasındaysa üstümüzden hızla geçen iki tane kanatlı yaratık çıktı. daha ileri gidip gitmeme konusunda kararsız bir şekilde beklerken, ald de kendi bilgileriyle aramıza katıldı. söylediğine göre bizim karşılaştığımız devriye grubuna benzeyen üç ayrı devriye grubuna rastlamış.

    bu kadar kısa bir keşif çalışmasından bu kadar fazla düşmanla karşılaşmak hiç hayra alamet olmasa da elimizde hiçbir bilgi olmadan şehri terk etmek de kolay değildi. bu yüzden en azından biraz bilgi toplamak üzere bulunduğumuz bloktaki evleri soruşturmaya karar verdik. dorn ve ben bir ekip olup ald’le buluştuğumuz evde araştırma yapmaya karar verdik. dragan, jeremiah ve ald ise hemen yanımızdaki evde bu şehirde neler yaşandığına dair bir bilgi kırıntısı bulmak üzere işe koyuldular.

    sonrasındaki acı tecrübemizle pekişeceği üzere bu çabamız tam bir zaman kaybıydı. merdivenlere düşen molozların kapattığı üst kat hariç tüm evi didik didik etmemize rağmen biz bir şey bulamamıştık. diğer ekibin de gördüklerinin bizim gördüklerimizden hemen hemen hiçbir farkı yoktu. son bir ipucu ümidiyle üst katına çıkamadığımız evin penceresine ald’i yolladık. ald’in bizim de çıkmamız için sarkıttığı ipe elimi daha yeni atmıştım ki, pencereden gelen yardım sesi hepimizi hareketlendirdi. en erken hareket eden olmam sayesinde pencereye ilk ulaşan ben oldum. yine de en son giren olsam bile arkadaşlarımın söyledikleri beni içeride karşılaştığım şeye hazırlayamazdı.

    ald, irili ufaklı sandıkların bulunduğu küçük odanın ortasında nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde adam akıllı yalanmış halde yatıyordu. boynundaki salyaları temizleyip nabzını kontrol ettiğimde hala hayatta olduğunu anladım. bununla birlikte tüm gücünü bitirecek şekilde onu yalayan şeyin ne olduğu konusunda hiçbir iz yoktu. ufacık bir odanın içinde bu kadar kısa bir süre içinde ald’in icabına bakıp sonrasındaysa saklanacak zaman bulabilecek bir yaratığın ne olacağını düşünüyordum ki ald’in muhtemelen yediklerini benzer bir dil darbesi bir kırbaç gibi üstüme geldi. darbenin geldiği tarafa baktığımda az önce umursamadan geçtiğim sandıklardan birinin, içinde eşyalar bulunması gereken yerden çıkan salyalı bir ağızla üstüme geldiğini fark ettim. nasıl bir düşmanla karşı karşıya olduğumuzu bilmiyordum ama benden sonra yukarı çıkan arkadaşlarımla beraber yaratığı haklamamız için tüm gücümüzle savaşmamız gerekti. sonrasında dragan’ın anlattıklarından öğrendiğime göre bu tuhaf yaratık şekil değiştirebilen türde uğursuz bir mahlûkat imiş. oturduğum koltuklardan birinin bunlardan biri olduğu düşüncesi uzun süre uykumu kaçırmaya yetti. bununla beraber ufacık bir sandıkla başa çıkarken harcadığımız çaba hepimizi perişan etmeye yetmişti. binanın ikinci katında bir süre dinlendikten sonra bu işi bitmiş şehirden ayrılmaya karar verdik.

    şehirden geldiğimiz gibi sessizce ayrılma düşüncesi tam olarak bir fiyaskoydu. çıkarken örümcek gibi tırmandığımız ipten inmeyi beceremeyerek jeremiah’la beraber acı verici bir düşüş yaşadık. çıkardığımız patırtı o kadar büyüktü ki üstümüzden geçen kanatlı şeylerin dikkatini çekti. dragan ve dorn ile beraber kendimizi evin giriş katına zor atmayı başardık ama sokağın duvarına yapışan jeremiah iblis olduğunu anladığımız o “kanatlı şeyin” dikkatinden kaçamadı. ald ise yaşadığımız kargaşa esnasında gözden kaybolmuştu.

    daha öncesinde cultistlerin çağırdığı iblisi ortadan kaldıran bir grup olarak iblislerle savaşma konusunda tecrübe sahibi olduğumuz söylenebilirdi. ama nak’shir içinde karşılaştığımız, cehennemdeki düzleminden hiç ayrılmaması gerek bu yaratık, hayallerimizin ötesinde bir güce sahipti. ne büyülerimiz ne de kılıç darbeleri onun canını yakmışa hiç benzemiyordu. aksine üst üste yaptığı saldırılarla an be an mezarımızı kazıyordu. bu karanlık dakikalarda çaresiz bir şekilde son savunmamızı yaparken aklıma daha önce de diğer iblis üzerinde denediğim ama bu sefer elimdeki büyüler sayesinde daha da avantajlı olduğum diplomasi yoluyla yaratığı bizden uzaklaştırmayı denemeye karar verdim. suggestion büyüm, boccob’un giriştiğim işin büyüklüğünü görüp yardımıma koşması sayesinde beklediğimden daha etkili oldu ve iblisi etkisi altına almayı başardı.

    yaptığım büyünün tutması ne kadar önemliyse, yaratıktan itaat etmesini isteyeceğim emirleri seçmem de o kadar önemliydi. zira büyü üç cümleyle sınırlıydı ve çıkış biletimiz ağzımdan çıkacak o üç cümlemizin doğru seçilmesindeydi. düşünmeye az bir zaman bulabildiğim bu zor durumda emirlerin şunlar olmasına karar verdim: “bana ve arkadaşlarıma zarar vermeyeceksin. şehrin sınırlarından ayrılmayacaksın. bizi gördüğünü kimseye söylemeyecek, belli etmeyeceksin.”

    ilk bakışta bu emirlerde bir boşluk yokmuş gibi duruyordu. bu yüzden ben ve arkadaşlarım tabana kuvvet kaçarak bir an önce surdaki yarığa ulaşmaya çalıştık. fakat iblis bizi rahat rahat bırakmamaya kararlıya benziyordu. verdiğim emirlerdeki boşlukları kullanarak binaları yıkmaya ve yollarımızı kapatmaya ve zarar vermeden bizi yakalamaya çalışarak kaçış teşebbüsümüzü sabote etmeye çalıştı. yine de topuklarım kıçıma vura vura kaçtığım için beni yakalamayı başaramadı. hemen arkamdan gelen jeremiah ve dragan da benim gibi şanslı maratonculardandı. eğer yeterince ciyaklayıp çırpınmasaydı ruhban dostumuz iblisin üç metrelik çatalından hiç kurtulamayabilirdi. yolun ortasında kanlar içerisinde yatarken kimsenin durup da yardım etmeye çalışmayacak kadar üç buçuk attığı bir ortamda bıraktığımız ald’in kurtuluşu da başlı başına bir macera olmaya yeterdi. sonunda nefes nefese kalmış bir halde arabamıza geri geldiğimizde bizim için xiv’thara macerasının sonu gelmişti. bir an önce bu toprakları terk etmeye kararlı bir halde atımızı halothar dağları’nda yaşayan cücelerin gölgesinde kurulmuş büyük şehir skaelgaard’a çevirdik.

    şehir hakkında pek bir bilgim yoktu ama dragan’ın anlattıklarından öğrendiğime göre şehirde hem pelor inancı hem de zarthus inancı serbest bir şekilde yaşanmaktaymış. birbirine zıt bu iki grubun nasıl birbirlerine tahammül gösterdiğini merak ederek şehre vardığımda, şehirdeki hoşgörü ortamının da bittiğine şahit oldum. nak’shir’deki surları ikiye üçe katlayacak dev surlarla çevrili şehrin tüm surları zarthus’un sembolleri ile dolup taşıyordu. kapıdaki aksi muhafızlar ki sonradan zarthus blackguard’ı olduklarını öğrendik şehrin isminin değiştiğinden ve yönetimin bundan sonra zarthus tapınağında olduklarını söylediklerinde hepimiz afalladık. şehrin yeni sahipleri her ne kadar sert olsalar da bir zarthus müridinin sahip olabileceği tüm diplomasi yollarını kullanmaya kendilerini zorlayarak bizi şehre kabul ettiler. bizden yeni kurduklarını söyledikleri zartharum şehri içinde ticaret yapmamızı ve olay çıkartmamamızı öğütleyerek hanın yolunu gösterdiler. şimdi vakit gece ve şehirde yaşananlardan yerel halkın memnun olmadığını söylemek için bize yamağını yollayan, ama her tarafta kol gezen casuslardan korktuğu için kendisi gelemeyen hancıdan öğrendiklerimizi düşünüyorum. bu satırları yazdıktan sonra, her zaman olduğu gibi belanın ortasına atlamadan önce deliksiz bir uyku çekmeye çalışacağım. son zamanlarda ölümden kıl payı döndüğümüz anların fazlalığı düşünülünce belki de bu son uykum olabilir.

mesaj gönder