1. “Olağan İyiye karşı”, Francisco de Goya , “Savaşın Felaketleri” adlı gravürlerinden.

    Savaşın gerekliliğini gerekçelendiren anlayış, terörün bunu kaçınılmaz kıldığı üzerine inşa ediliyor. Bunun bize özgü bir söylem olmadığını biliyoruz, küresel bir politika biçimidir söz konusu olan. “Terörizm”, adlandırmanın aşikarlığı ile, bu politik biçime meşruiyet alanı oluşturmanın temel kodlarından biridir. “Teröre karşı savaş”, “açlığa karşı savaş” kadar ve onun gibi doğallaştırılabilir, alenileştirilebilir bir şey. “Sahurda sorti”lere eşlik eden “Somali’ye yardım” görüntülerinin, yan yana, ard arda, birbirine eklenerek sunumu, böylesi bir alenileştirme tasarımına bağlı.

    Zihniyet bulanıklıklarının ve kavram kargaşasının gerisinde de, bu aşikarlık yatıyor. Dolayısıyla, felsefenin, etik olduğu kadar politik olan görevi, bu “adsal aşikarlığı” deşifre etmeye yönelmesi ve özgürlüğün, her zaman başkası’nın özgürlüğü olduğu düşüncesinde ısrar ederek bu aleniliğe karşı direnmesidir.

    “Terörizme karşı savaş” söyleminde bize özgü olan şey, esas itibariyle “kürt sorunu”ndaki kökensel kafa karışıklığından kaynaklanıyor. Hüküm süren adsal aşikarlık, berideki bu kafa karışıklığını perdeliyor. Mevcut militarist-savaşcı politik söylemin yayılım gücü de bu noktadan kaynaklanıyor. Kürt sorunu, bu anlamıyla türk sorununun septomudur. Buraya, sanıyorum, siyasi iktidarın “sivillik” söylemiyle yarattığı bulanıklıklığı da eklemek gerekiyor ayrıca. Savaşa itiraz edenler (edebilecek olanlar) bile, aynı noktaya odaklanarak ya da o odaktan sakınamayarak “terörizm” bahsi üzerinden ifade ediyorlar düşüncelerini.

    Böylece, “teröre-karşı-olma” denilen şey, kendiliğinden bir konseptin işlevsel parcası haline geliyor; bunun üzerinden söylemsel bir hegemonya tesis edilerek, bir tür ‘milli mutabakat’ sağlanmış durumda. Bu eğilimin vehameti, eleştirel düşüncenin ‘sinsice’ kendi üzerine kapanışını dayatmasıdır en başta. Buradaki sinsilik, geçerliliğini genel mutabakattan alıyor. Politik dil, dolayısıyla alenilikler ve aşikarlıklarla, sürekli olarak içinden çıkılmaz bir “yana-ve-karşı olma” noktasına indirgenmektedir. Dildeki kirlenme ve tıkanıklık, yalnızca savaş çığırtkanlarının gücünden kaynaklanmıyor bu nedenle, asıl olarak, hemen her kesimde karşılığını bulan bu düşünüş biçiminin sığ sıradanlığından kaynaklanıyor.

    İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarında, “…ama hamas, ….ama şiddet, …ama canlı bombalar” diye gerekçelendiren zihniyete karşı dik durabilen anlayış sahiplerinin, sorun içerdeki mesele olunca cuvallamakta oluşu bir tesadüf olmasa gerek. Yeminli kanaat üreticilerini bir yana bırakırsak, geri kalanlar açısından da bu durum, kişisel bir yanılgı olarak görülmemesi gereken, ancak yapısal olarak açıklanması anlamlı olabilecek bir hadisedir.

    Sorun siyasetin militarizmle eklemleniş biçimini anlamamaktan kaynaklanıyor bir bakıma. Cumhuriyet rejiminin belirleyici bir gerilim hattı olan asker-sivil çatışması, oysa, tek başına üniforma giyenlerle takım elbise giyenler arasında olan bir çatışma değildir; aynı zamanda sivillerin de aslında yeterince sivil olmamasıyla ilgili bir sorundur. “Terör”ü mevcut devlet politikasına gerekçe göstermeyi, bugün en aklı başında sayacağımız kişiler için bile anlaşılır kılan şey, sanıyorum sahici bir sivil demokratikleşme iradesinin sabote edilmiş olduğu varsayımına bağlıdır. Bu varsayımın (bir ‘yanılsama’ ve ‘gerçeklik’ olarak) her yönüyle tartışılması gerekiyor; ancak, buradaki asıl ve daha vahim olan sorun, söz konusu sabote edişin kaynağında kürt siyasetinin görülmesidir. Böylece, Marx’ın sözünü bozarak diyecek olursam, Türkiye’yi sivilleştirenlerin de yeniden sivilleştirilmesi gerektiği gözden kaçıyor; nedenler ve sonuçlar arasındaki bütün anlamlı yorum imkanı imha ediliyor ve her iki militarizme de karşı olmayı marifete dönüştüren bir ‘ortalama’, pürüzsüz bir şekilde dile ve düşünceye hakimiyet kuruyor.

    Bu ‘ortalama’ yine de aslında ortada durmuyor elbette. “Sivilleşme” sürecinin tıkanmasını, şiddetin ve militarizmin güçlenişini “terör” ve “terörle-bağını-kesmeyen-kürtler” üzerinden açıklamak, vaka-i adiyeden bile sayılamayacak durumda. Muhafazakar anlayış, asıl belanın ve kışkırtıcının terör olduğu fikriyle dolaysızca siyasal iktidarın “savaş zihniyeti”ne entellektüel yoldan bağlanıyor. Liberal anlayış ise, devletin demokratikleştirilmesi sorununu yalnızca asker-sivil çatışması üzerinden okuduğundan, “terörizm”in adsal aşikarlığına sığınarak (ya da yaslanarak) benzer bir eklemlenişi gerçekleştiriyor: Kürtler, buna göre, şanslarını zora sokmuş, koşulları ve firsatı iyi değerlendirememiş, şiddetten arınamamış ve kaybetmiştir. Kendileriyle birlikte hepimizi de riske atmışlardır üstelik.

    Zizek’in uyarısını dikkate almakta yarar var tam bu noktada: “liberal ve muhafazakar yaklaşımlardan hangisinin daha kötü olduğu üzerine kafa patlakmak anlamsızdır.” Reddedilmesi gereken şey, “teröre-karşı-olma-konsepti”nin kendisidir. Bu anlayışın kendi iç-mantığıdır. “Terör” ve “şiddet” noktasında, bu söylemsel hegemonyaya karşı koyabilmek gerekiyor ve söylemin iç mantığının reddi bu açıdan önemli. Aksi halde, yalnızca çözümsüzlüğün nedenleri yanlış anlaşılmış olmakla kalınmıyor, bu “yanlış anlayış” üzerinde tesis edilen otoriter devlet zihniyetine de meşruiyet alanı sağlanıyor. Kürt siyasetinin yanlışları ya da suçları üzerine iyi niyetli olsun olmasın yorumların yaptığı budur.

    Klasik formülü hatırlayalım; savaş, politikanın başka araçlarla yürütülmesidir. “Terörizme karşı savaş”, bu formüle bambaşka boyutlar katan bir fenomendir. O halde soracağımız soru da klasik olacak; bu operasyonel “savaş” ile yürütülen gerçekte ne türden bir politikadır, siyasi iktidar bu süreç ile hangi politikanın yürütücüsüdür? “Terör” denilen aşikarlıkla örtülen, örtülmek istenilen gerçek nedir?

    kaynak: https://mutlaktoz.wordpress.com

mesaj gönder