• okudum
    • okuyorum
    • okumak istiyorum
  • youreads puanı (10.00)
fyodor dostoyevski bir yaşam - anılar - anna dostoyevski
fyodor dostoyevski bir yaşam - anılar
yazar : anna grigoryevna dostoyevski
  1. “Kocam gece çalıştığı için on birden önce kalkamıyordu, birlikte kahvaltı ediyorduk, sonra ben hiç aksatmaksızın sanat galerilerini, müzeleri tek başıma gezmeye gidiyordum. Saat tam ikide Gemäldegalerie‘ye geliyordum, kocamla orada buluşuyorduk, 0nun sevdiği eserleri seyrediyorduk, daha sonra sıra benim sevdiğim eserlere geliyordu. Rafaello’yu bütün ressamların üstünde görürdü, eserleri arasında en ön sıraya koyduğu eseri ise Madonna‘ydı. Tiziano’nun dehasına da hayrandı, özellikle Zinsgroschen (Mesih ve Bozuk Para)’i beğenir, gözlerini ayıramadığı bu tablonun önünde saatlerce kalırdı. Galeriyi her ziyaretinde coşkuyla, hayranlıkla seyrettiği öteki tablolar arasında Murillo’nun Meryem ve Cocuk, Corregio’nun Kutsal Gece, Annibal Carracci’nin Mesih, Battoni’nin Magdelena, Ruysdael’in Av Partisi, Claude Lorrain’in Sabah ve Akşam adlı eserleri vardı; Lorrain’in tüm manzara resimlerini Altın Çağ olarak adlandırırdı, onlardan Bir Yazarın Günlüğü‘nde söz etmişti. Hayran olduğu öteki tablolar: Van Dyck’in Rembrandt ile Karısı (van dyck’ın bu isimde bir çalışmasını internette bulamadım, rembrandt’ın karısıyla birlikte kendisini resmettiği bir çalışması var Gemaldegalerie’de, o da şudur), I Karl, Jean Liotard’ın Çikolatıcı Kadın‘ıydı.”

    * Fyodor Dostoyevski/ Bir Yaşam-Anılar, Anna Dostoyevski, Fransızcadan çeviren: M.Tahsin Yalım, sf.114-115, Remzi Kitabevi, 1.Basım: Ekim, 2004

    Evliliklerinin başlangıcından itibaren Anna Grigoryevna, “evin içindeki düşmanlar”la savaş halinde bulur kendisi. Dostoyevski’nin üvey oğlu ve kardeşinin ölümünden sonra maddi sorumluluklarını üstlendiği yengesi tarafından dışlandığını anlatır. Anlaşılır bir şeydir, kendi çıkarlarına göre değerlendirebildikleri biri kontrollerinden çıkıyor, durumu tümden değiştirmesi muhtemel bir ‘güç’ beliriyordur. Sessizlikle karşılamaya çalışsa da hileler ve etrikalar giderek üstesinden gelinmez olur; kırılıyor, Dostoyevski’nin durumu anlamazlığıyla çaresiz kalıyordur. Bir tavır da geliştirememektedir Anna, oluşacak gerilimin sonunda geri dönüşü olmayan bir kırılmaya neden olacağını düşünmektedir çünkü. Biz hikayeyi yalnızca onun anlatımıyla dinlemiş olsak bile, durumun az çok nasıl bir seyir izlediğini gözümüzde canlandırabiliyoruz.

    Çareyi Dostoyevski’yi ikna ederek Rusya dışına çıkmak, akrabalardan kaçmak fikrinde bulmuş olması da, gerçek bir çaresizlikle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Geride can sıkıcı, rahatsız eden alacaklılar da vardır -Dostoyevski’nin, kardeşinin ölümünden sonra üstlendiği borçlardır bunlar- ancak asıl kaçış nedeni değildir bu, evin içindeki savaştır. Hızlıca plan yapar Anna, ancak Dostoyevski’nin yayınevinden –henüz yazılmamış– Budala için aldığı ön ödeme yine bu akrabalara gittiğinden, böyle bir kaçışı uygulamaya koymak kolay değildir. Akrabalar Anna’nın niyetini anlamıştır, Dostoyevski’yi sıkıştırarak, kaçışı engellemek için türlü yollara başvururlar. Ancak, bu durumda, Dostoyevski ile ilişkisinin varlık yokluk sorunu haline geldiğini kesin olarak anlamış olan Anna, planından vazgeçmez; kendi drohomasını bozdurarak, daha doğrusu rehine bırakarak bulacaktır yolculuk için gereken parayı.

    Bir kaç aylık olarak düşünülen Rusya dışına ‘kaçış’ dört yıllık (1867-1871) bir zamanı kapsayacaktır. Bu dönem, akrabalardan kurtulma niyeti konusunda Anna’yı haklı çıkardığı gibi, ilişkileri açısından da bir anlamda gerçek bir karşılaşma olarak yaşanır. Aynı zamanda, Dostoyevski’nin iç dünyasının şekillenmesinde, “olgunlaşma dönemi” sayılan geç dönemin oluşumunda bu zaman kesiti önemli bir rol oynayacaktır. Çektikleri acıları, yaşadıkları zorlukları ayrıntılarıyla anlatmanın yanı sıra (parasızlık, yalnızlık, Dostoyevski’nin kumar tutkusu, kıskançlık krizi, çocuklarının ölümü), Anna, “bu yılların anısı” demektedir, “benim için ışıl ışıl parlayan bir tablo gibidir”. Her şeyi yeniden biçimlendiren, kendilerine ve birbirlerine yönelik kavrayış geliştirmelerini sağlayan bir sınavdan geçmişlerdir yaşamlarında. Anna, takıntılı, huzursuz ve hasta Fyodor Mihayloviç’in yaşamında yatıştırıcı, huzur sağlayan, gündelik yaşamı düzenleyen, çözümler üreten ve yaşamı kolaylaştıran rolüyle yer alır. (Anna’nın Dostoyevski’ye yönelik “büyük aşkı”na dair bir şeyler demeyi kitabından söz edeceğim -artık ne zaman olur kimbilir- başka bir zamana bırakıyorum. İçten içe kırgınlıkları vardır, ancak tartışmasız bir şekilde bağlılığını ve bu bağla mutlu olmayı sürdürmüştür).

    Berlin’de iki gün kalıp Dresden’e geçerler -“Kocamın araştırma yapması gerekiyordu, o nedenle bu şehirde iki ay kalmaya karar verdik”. Daha sonra Baden’e, Cenevre’ye, Prag’a, Floransa’ya gidip çeşitli sürelerde oralarda yaşamayı denerlerse de, asıl ikamet yerleri Dresden olacaktır. Burada kaldıkları ilk üç hafta boyunca en çok vakit geçirdikleri yerlerden biridir Gemäldegelerie – “Die Gemäldegalerie Alte Meister”. 15-18. yüzyıllara ait eserlerin toplandığı büyük ve ünlü bir galeridir burası. Yukarda link verdiğim, bahsi geçen resimler, Dostoyevski’nin ‘iç dünyası’nı anlamak açısından yorumlanmaya elverişli veriler olarak ilgi uyandırıyor bende. Bunlar, okurları için önemli kaynaklardır kanımca. Fyodor Miyayloviç, hem genç karısına kılavuzluk eder, hem de bu yapıtların anlam yansımalarıyla kendi içine doğru bir yolculuk yapar geziler boyunca. Bu resimler ve mekanlar Dostoyevski için çok yeni, ilk kez karşılaştığı şeyler değildir; ya görmüş ya da basılı hallerini inceleyip üzerlerinde kafa yormuştur. Ama yine de şimdi sıkılmadan karşılarında saatler geçirmektedir. Genç Anna’nın meraklı ruhu için Dostoyevski’nin bu geziler boyunca yaptığı kılavuzluk, her sözcüğünde, sanata ve hayata dair yepyeni keşifler yaptığı etkileyici bir yolculuk olacaktır. Anna’nın mutluluğunun en renkli parçalarını oluşturmaktadır bu zaman kesitleri.

    Dostoyevski açısından da, sürgün sonrasının ilk yıllarında (1862) yaptığı ilk -hızlı- Avrupa gezisinden, Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları‘nı yazdığı dönemden, daha farklı bir zaman kesitidir söz konusu olan. Yargıları ve “Batı”ya yönelik hükmü değişmiş olduğundan değil elbette; “kendini beğenmiş batı”dan nefret etmektedir, bunu o döneme ait mektuplarında görmek mümkün yine. Ancak, bu dönemde artık bakışı reaksiyoner noktalardan çok farklı noktalara yöneliktir. 1863’te ikinci kez Avrupa’ya çıkışındaki gibi, mutsuz ve buhranlarla dolu, hasta karısının ve başarısız dergi girişimlerinin sıkıntılarından kaçıp kumar tutkusu ile kendini tükettiği ve Polina Suslova ile sancılı bir ilişki yaşadığı zamanlardaki gibi bir ruh halinde de değildir artık. Anna’nın varlığıyla biçimleniyordur zaman, çalışması ve avansları çoktan alınmış olan Budala‘yı tamamlaması gerekmektedir. Dostoyevski, düzeni ve düzenliliği seven biridir; Anna, bir doğallık halinde, bütün o zorluklar ve sınırlı koşullar içinde bunu sağlar. Ayrıca, Fyodor Mihailoviç’in ilk gezisindeki koşturmaca hali de sözkonusu değildir; gidilen her şehirde iyi kötü çalışmalarını yürütüyor, Anna ile birlikte tekrar tekrar giderek resimlerin, gravürlerin, ikonlarin önünde, tarihsel-dini mekanlarda düşüncelere dalarak vakit geçiriyordur.

    Rönesans dönemine ait eserlerin etkisi, dikkat çekici görünüyor bu listede. Bütün bu bahsi geçen resimler, adları anılan mekanlar, ihtişamlı görünümleriyle Dostoyevski’de muhtemelen, sürgün sonrasında belirginlik kazanmış olan tanrı ve dinsellik hislerini derinleştiren, tutkulu ruhunu harekete geçiren ve böylece kendine ve insana dair duyumsayışlarının mayalanmasını hızlandıran bir etkiye sahiptir. Özellikle resimlerde, hissedişlerini derinleştiren ve incelten, zihnine ve algılamalarına nüfuz eden bir boyut olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. “Tanrısal güzelliğin temsilcisi” sayılan Raffael’in tablolaları karşısındaki duruşunu, Anna’nın yalın anlatımının da sunduğu rahatlıkla zihnimizde canlandırabiliriz. Sistine şapeli Madonnası‘nı “bütün insanlığın şaheseri” olarak gördüğünü söylemektedir Anna, bu vurgulayış içinden Dostoyevski’ye (yaşamı ve eserleriyle birlikte) yeniden bakabiliriz. Ya da, Anna’nın, Budala‘da izlerini bulacağımızı söylediği, Holbein’in Basel’deki tabolusunun karşısında Dostoyevski’nin donup kalmış halini, gözümüzün önünde canlandırabiliriz. İnsan görünümünden çıkmış, yüzü gözü şişkinlikler ve kan içindeki çürüyen bedenin karşısında yerinden kıpırdayamayan Dosteyevski görmemiz, başka bir imkan sağlayabilir onun bilinç halini anlamlandırabilmek açısından.

    Rusya dışı yaşamlarının İtalya dönemine ilişkin olarak kısaca deginmistim; dünyevi ile kutsalın kesiştiği noktada, Dostoyevski, inancını olabildiğinde kişiselleştiriyor; ışığın tablolar içinde yansıyış biçimlerinden, gölgelerin ve karanlığın yanı sıra sunuluşundan, mimarinin kusursuz sayılacak ihtişamından, kutsalın dünyevi olanla bütünleşen yansımalarını duyumsuyordu kanımca. Göksel ve aşkın olanı aurasında simgeselleştiren bu eserler, onun dünyevi ve içkin anlamda, insanın derinliklerine doğru yolculuğunun tamamlayacı parçaları olarak yer alıyordu sanıyorum. Çok önceden oluşmuş, ancak olgunluk eserlerinde açıkca görülecek olan “tanrı’nın varlığı” sorunu da, bu yolculuğun ana meselesidir. Dini temalar, kutsallık ve maneviyatın sunuluşu, ışığın ve karanlığın bu sanatsal yaratımlarda ortaya çıkış biçimleri, sanki, Dostoyevski’nin iç dünyasına bir karşılık düşürmektedir.

    Sara nöbetleri gibi, bu dönemi tatsızlaştıran, varlık yokluk sınırında duran olanaklarını tüketen ve geride can sıkıcı duygular bırakan başka bir şey, Dostoyevski’nin aklına gelen ‘kumar fikri’dir. Bu, öyle böyle bir fikir değildir elbette, belkide göründüğünden daha derin meselelere de bağlıdır üstelik. Anna’nın kocasının karakterine yakıştıramadığı, nasıl olduğuna aklının ermediği bir güce sahiptir bu tutku. Kumar tutkusu, Anna’nın deyişiyle, Dostoyevski’nin kişiliğini sömüren bir tutkudur. Hamburg’a gidip kumar oynayacak ve kaybedecektir ilkin. Sonra başka yerlerde. Zaten paraları yoktur, kayıplar daha da ciddi zorlukları getirir beraberinde. Ayrıca geride pişmanlık ve mahcubiyet, utanç duygusuyla karışan bir yıkım duygusu bırakmaktadır her seferinde Dostoyevski’de. Yine de Anna, kumarda kaybettiği ve oynadığı için değil, Dostoyevski’nin kaybettiği o bunalımlı anlarında yanında olamadığı, onu teselli edemediği için acı çeker. Dostoyevski üzerindeki en önemli etkisinin sakinleştiricilik ve onun tutkulu ruhunun yatışmasını sağlamak olduğunu anlamıştır Anna baştan itibaren. Onun tutkulu ruhunun mekanizmalarını da anlamıştır, bu nedenle Dostoyevski’nin kumar tutkusu karşısındaki tavrı da yine aynı çerçevede olacak, adeta yöneldiği her şeyin sonuna kadar gitmek zorunda olan Dostoyeski’nin ruhunun güvenebileceği tek dayanak noktası olarak hareket etmeyi başabilecektir. Onu engellemek, yakınmak, suçlamak yerine, etkisini anladığı ölçüde, kumar oynamasını neredeyse kendisi teşvik eder; her kaybedişinde de yaşadıkları parasal zorluklarına ve ruhsal sarsıntılara rağmen, sabırla hem kendini teselli eder, hem de kocasının duygusal çöküntülerini yatıştırır.

    Bu döneme ilişkin altını çizmek isteyeceğim başka bir vaka ise -ki, başlı başına bir vakadır Belinski Dostoyevski’de-, Baden-Baden’e gidip kumar oynacağı konusunda Anna’dan yeniden onay aldıktan sonra rahatlayan Dostoyevski’nin, Belinski hakkında kendisinden istenen yazıyı yazmaya girişmesidir. Bu zor bir yazıdır Dostoyevski için; çünkü, Belinski konusu, karşıt yönlerde gelişen duyguları nedeniyle, Dostoyevski’nin içinde zor bir meseledir. Ona karşı “duygularını, hayranlığını, bütün yüreğiyle ortaya koyacaktır” yazısında, koymak istemektedir; ancak bunu yapmak o kadar kolay değildir. Çünkü, Dostoyevski’nin Belinski’ye yönelik ‘bütün duyguları’ hayranlıktan ibaret değildir; hayranlık ve saygıyla birbirine dolanmış halde bulunan kızgınlık ve öfke de söz konusudur. Yazının vurguları, bu nedenle bir türlü istediği açıklığa kavuşmaz. İstediğini tam olarak söyleyemez. Dostoyevski, açıktır ki ortalama ölcülerle, istenilen sonucu ayarlayan bir ‘altın oran’la yazabilen birisi değildir, ortalamacı bir yazar hiç değildir, kalemini böylesine kendisi için etkileyici olan bir konuda genel geçer ifadelerle kullanamayacaktır. İçten düşüncelerini açıklamaya çalıştıkça mesele ağırlaşır.

    “Kocamdan, Belinski hakkında makale istendiğinde teklifi seviçle kabul etti; sağlam bir dostluğun ardından en büyük düşman kesilmiş olan bu adam üzerine içten düşüncelerini açıklayabileceği için mutluydu; ancak açıklayacağı düşünceleri tam anlamıyla netleşip oturmamıştı, makale beş kez baştan yazılmış, değiştirilmiş ama gene de istediği gibi olmamış, tam anlamıyla tatmin olmamıştı.” (122)

    Belinski’ye çok büyük bir saygı duyuyordu Dostoyevski, aynı zamanda da çok büyük bir öfke: Sadece, önce yeteneğini kabul edip sonra kendisini dışalamasından dolayı değil, Belinski aynı zamanda kendi dini inançlarına tamamen ters bir konumda olmasından, alaycılığı ve hakarete varan yazılarını kendisine karşı yapılmış bir saldırı gibi duymasından dolayı da böyleydi. Sonuç olarak, Belinski’ye karşı kendisini hem teşekkür borçlu duyuyor, hem de kendisinde ‘maneviyat’ biçime bürünmüş olan ideolojik-politik düşüncelerinin karşıtlıklarından dolayı onu materyalizmi nedeniyle bağışlayamıyordu. Böyle bir gerilim hattında yazılan yazının, içenlikli olmaya çalıştıkca tatmin edici ve belkide kendisi için ikna edici olmaktan uzak olacağı ve kaçınılmaz bir şekilde geride huzursuzluk bırakakacağı anlaşılır olsa gerek.

    Dostoyevski’yi “baba sorunu” gibi bir sorun içinden değerlendirmek yararlı olacaksa, Rene Girard’a bu noktada hak vermek mümkündür; “Belinski olayı”, Dostpyevski’nin yaşamında, sembolik anlamda da olsa, sorunun ikinci kez sahnelenişidir. Anna’nın aktardığı mektubunda Dostoyevski, dostu Maikov’a “şu lanet makaleyi bitirdim” diyecektir yazmaya çalıştığı yazı için, “onu erteleyemezdim, susamazdım da.” Diş bileye bileye bitirmiştir makaleyi, aldığına pişman olmuş, ama yazmaktan başka çaresi olmadığını da anlamıştır; aynı mektupta “bu iş yıprattı beni” diyecektir açık sözlülükle, “bir romanın on sayfasını, bu makalenin iki sayfasından daha kolay yazardım” diye ekleyecektir. İstediği gibi olayları anlatamamaktan yakınır mektubun devamında, ancak anlaşılan o ki mesele o değildir aslında; makale, asla vurguları yerli yerinde, söylenmesi gerekeni layıkıyla söylemiş, Belinski’ye olan borcunu ve öfkesini hakkıyla dile getirebilmiş değildir.

    Esas olarak Dresden’de barındıkları, Rusya dışında geçen yılların en trajik olayı, ilk çocukları Sofia’nın ölümüdür. Derin bir acı, kabullenemezlik ve sonsuz bir yasın kaynağı olacaktır bu kayıp Dostoyevskilerin yaşamında. Anna’nın anlatımlarından öyle görünüyor ki, Karamazov Kardeşler‘de masum bir çocuğun ölümü konusunda tanrı’ya karşı geliştirilen argüman, bizzat bu derin acının ve yasın tezahürlerinden biridir. Dostoyevski’nin içinde, çok derine işleyen, telafi edilemeyen ve sindirilemeyen bir acılık bırakır geride. Karısının hamileliği boyunca Dostoyevski çok heyecanlı ve çok özenlidir; doğmadan çocuğa bağlanmakla kalmamış, onun da kendisine bağlandığına, kendisini tanıdığına inanmıştır. Sofia’nın kaybı telafi edilemez bir ruhsal yara ve sonsuz bir keder olacaktır yaşamlarında. Tanrı’nın en uç noktada kendilerini sınayışıdır bu sanki. Dostoyevski gibi aşırılıklarla dolu bir ruh için, böylesi bir kaybın çok boyutlu ve derin, bir anlamda metafizik etkileri olacağını göz önünde bulundurmak gerekir. İman etmek bir şeydir elbette, ancak bu kaybı, Fyodor Mihayloviç, tanrısallığın “ilahi adaleti” içinde büsbütün kendisine açıklayabilmiş ve bunu affedebilmiş değildir sanıyorum.

    Budala‘nın yazılışı sıkınıtılı bir süreçtir bunlar nedeniyle, ancak bütün mesele de bunlardan ibaret değildir. Dostoyevski, duyduğu esinle bunu ortaya koyacağı biçim arasında huzursuz ve buhranlı bir süreç yaşamaktadır. Güzel bir fikir bulmuştur, kendi ifadesiyle, iyi bir adamı anlatacaktır. Ama, kitabın yazılışı zor ilerleyen, fikir konusunda değil ama fikrin işlenisi noktasında Dostoyevski’yi memnun etmeyen bir seyir izler. Dostoyevski, bir ‘fikre’ tutkuyla bağlandığından, onun anlatımında bir türlü istediği biçimi bulduğuna ikna olamayan yazarlardandır -kendi eserlerine karşı katı, zor beğenen, zor ikna olan yazarlardan. Çağdaşı eleştirmenlece çalakalem yazıyormuş gibi muamele görmesi ironik olduğu kadar, kendine yönelik güvensizliğini ya da mükemmelliyetcilik eğilimlerini de kışkırtmış olmalıdır. Başka yazarlar gibi, geniş zamanlara ve geniş imkanlara sahiptir değildir yeniden ve yeniden yazabilmek için. Bundan sık sık yakındığını biliyoruz. Gücü ve olanakları olsaydı muhtemelen defalarca deneyecekti fikrini yazmayı. Bu iyi mi olacaktı, emin olmak imkansız. Dostoyevski, bu denemeleri yapabilseydi, acaba ortaya çıkan sonuç, bugün okurunu etkileyen aynı eserleri aynı güçle verebilmiş olması anlamına gelecek miydi, ister istemez aklıma bu yanı takılıyor. Eserlerinin tam da böyle ‘kusurlarıyla’ varolmasının, başka bir açıdan şans olarak değerlendirilebileceğini söyleyebiliyoruz bugün.

    Sınırlı koşullarına rağmen Dostoyevski’de çok sevdiği Balzac gibi, yazar ve sürekli yeniden yazar romanının sayfalarını. Bölümler sürekli yenilenir; düzeltir, çıkartır, tamamen atar ve yeniden yazar. Balzac’tan farklı ve zor olan şey, en başta Dostoyevski’nin klasik anlamda ‘roman’ yazmamasıdır ya da düz bir ‘gerçekcilik’le yazmıyor oluşudur. “Edebiyatın Napolyon’u olmak” isteyen Balzac’ın kendine güveni, hırsı ve genişliği de yoktur Dostoyevski’de; ikisi de borç içinde, yetersiz zamanlarda yazıyor olabilirler, ancak temel bir kavrayış farklılığı vardır. Balzac, kalemi eline aldığında ne yaptığından kuşkusu kalmayan ve bir anlamda dünyaya hükmeden konumdadır; aksine Dostoyevski ise tedirgindir, tereddütlerle doludur, fikir konusunda güçlü hissetse de biçim konusunda sürekli ve sonu gelmez huzursuzluklar duyar. Yeniden yazımlarda da mesele metnin redaksiyonu değil, doğrudan ve büsbütün anlatının bütün bir biçimsel niteliği ile ilgilidir. Bu huzursuzluğun, yalnızca koşulların olanaksızlıklarıyla ilgili olmadığını anlayabiliriz; huzursuzluk, esas olarak, sonradan Dostoyevskien roman diyeceğimiz “çok-sesliliğin” kontrol edilmesi ve hükmedilmesi pek de olanaklı olmayan karmaşıklığından ve güçlüğünden ileri gelir. Çok güçlü bir fikrin bile, yanlış bir biçim içinde harcanıp gidebileceğinin saplantı derecesinde farkındadır Dostoyevski. Budala, aynı zamanda mali sorunların basıncıyla, bu tereddütler içinde yazılır. Ama Dostoyevski, asla -yine Balzac’ın genişliğinden farklı olarak- sonunda az çok tamamlanmışlığına ikna olmadığı hiç bir şeyi para nedeniyle yayınlamadığını söyler ki, bunu teslim etmek gerektir.

    Ne türden kusurlar bulunacağı tartışılır bu nedenle, ya da düşündüklerinin onda birini bile yapamadığını söyleyen Dostoyevski ne ölçüde istediği yapabilmiştir ayrıca değerlendirilebilir. Ancak kabul edilmesi zorunlu olan şey, diğer büyük yapıtları gibi, olağanüstü imgeler sunan -görselleştirilebilir- sahneleriyle Budala‘nın her şeyden önce Dostoyevski’nin sarsıcı eserlerinden biri oluşudur: Mesih’in parodisi, kendi anılarının ve yaşamının kurguya dahil edilmesi, Carr’ın deyişiyle ahlakın ülküleştirilmesi (“ahlaki ülkü”), Bahtin’in “mannippos yergisi”nin tamamlanmış biçimi olarak kabul ettiği yarı ciddi-yarı komik anlatı yapısı ile, tutkunun ve aşkın tuhaf ve fakat büyük romanıdır Budala.

    Dostoyevski, Bahtin’in işaret ettiği gibi roman’ın yeni bir evresi ise, bu evre tam da bu tedirginlikler, güvensizlikler içinde oluşur. Mesele, tekrar etme pahasına eklemek gerek, yalnızca zamanın yetersizliği ve mali sorunların basıncı değildir; çok-sesliliğin biçimsel zorluklarından kaynaklanan belirsizlikler söz konusudur esas itibariyle. “Karnavalesk roman”ı ortaya çıkaran, bu belirsizliklere doğru ve bu belirsizliklere karşı yapılan hamlelerdir. Budala‘da istediğini yapabildiğinden kuşkulu olduğu gibi, bizim rahatlıkla ‘gelmiş geçmiş en büyük siyasal roman‘ dediğimiz Ecinniler için de yine, eğer olanaklarım olsaydı daha iyi bir şey yazabilirdim diyecektir. Dostoyevski’nin, bu türden tereddütler içinde kıvranması, eserinin niteliği hakkında bizim sonradan geliştirdiğimiz gibi bir kavrayış ve duyguya sahip olmaması anlaşılır bir şeydir elbette; esininin hükmü altında acı çeken dahinin yaratım sancılarıdır bunlar bir anlamda. Ancak, insan yine de, Anna’nın anılarında ya da arkadaşlarına yazdığı mektuplarında, endişeleri anlaşılır olsa da, Dostoyevski’nin, eserlerine yönelik başkalarının bakışını kabul eden alçakgönüllü mahcubiyetini bir tür haksızlık duygusuyla hissetmekten alamayacaktır kendisini. Edebiyat tarihindeki kendine has yerini idrak etmiş olmayabilir Dostoyevski, ancak okurlarından gerekli ilgiyi her zaman görmüş bir yazardır. Ölümünden sonra daha yoğun ve daha güçlü bir şekilde bu ilginin derinleşeceğini, yayılacağını ve bir anlamda da mitselleşeceğini içten içe seziyordu belkide.

    ‘Politik roman’ diyorsak da, hakkında hükme varmanın olanaksız olduğu ölcüde zengin ve karmaşık bir yapısı olan Ecinniler romanı da, Dresden’deki yaşamlarının ikinci evresinde, geri dönüş sürecinin içinde yazılmaya başlanır. Hayatla edebiyatın, tarihle güncelliğin, karakter ile kaderin dostoyevskivari birbirine değdiği ilginç bir vakadır Ecinniler. Olgunlaşma döneminin başlangıcı ve bir anlmada da, en büyük eseridir belkide. Düşünsel anlamda meselelerini belirginleştirmiş, edebi anlamda ise belirsizlik içindeki kendine has yolu belirlemiştir. Ecinniler, “Büyük Bir Günahkarın Hayatı” olarak başlayan çalışmanın içinden ortaya çıkarak, bu dönemi kesinleştirir bir bakıma. Ana tema “tanrının varlığı sorunu”dur; bu sorun, olgunluk eserlerinin biçimsel sınırlarını beliryen bir tema olacaktır bilindiği üzere. Ecinniler’de etik-politik bir sorunsal içinden ortaya konulacaktır sorun, Delikanlı‘da psikolojik sorunsal içinden sunulacak ve Karamazof Kardeşler‘de etik-teolojik bir sorunsal içinden işlenecektir.

    Ecinniler‘in yazılışında, Anna’nın erkek kardeşinin Dresden’de yanlarına gelişinin belirleyici bir rolü olacaktır. Öğrenci İvanov ve dönemin politik hareketliliği hakkında doğrudan fikirler edinirler ondan. “Kardeşim İvanov’dan eski düşüncelerini kesinkes reddetmiş büyük bir düşünce adamı, büyük bir kişilik olarak söz ediyordu. Böylesine sevdiği genc bir adamın bir cinayete kurban gittiğini gazetelerden öğrendiğinde kocam nasıl üzülmüştü. Romandaki Petrovski Akademisi betimlemesi ile İvanov’un öldürüldüğü mağara, kardeşimin kendi ağzıyla anlatıklarına dayanılarak yazılmıştı.“(148-149) Eski düşüncelerinden vazgeçmiş ve bir düşünsel hesaplaşmaya girmiş biri olarak görünmesi, İvanov’a karşı, Dostoyevski’nin kendi tarihi içinden doğrudan bağ kurduğu bir etki yaratmış olmalı. İvanov’un, Naçayev ve arkadaşları tarafından öldürülüşü , bu nedenle, Dostoyevski üzerinde çok boyutlu, sadece politik bir fikir karşıtlığı meselesi olarak değil, çok kişisel kendisiyle ilgili bir mesele olarak da, etki bırakmıştır diyebiliriz. Dostoyevski’de “kişisel olan politiktir” büsbütün adeta.

    Ecinniler‘de, Şatov’un katledilişi sırasında attığı çığlık, sayfaların içinden çkıp kanımızı dondurur.

    Dostoyevski, hem gerçek İvanov’un öldürülüşünde, hem de Şatov’un Ecinniler‘in yüreğimizi ağzımıza getiren sayfalarındaki öldürülüşünde, kendi katledilişinin sahnelenmesini yaşamıştır muhtemelen. Nihilizm, felsefi-politik bir hareket olarak, amaçlar ve araçlar arasında kurduğu ilişkiyle etik’i infilak ettirmiş, Dostoyevski içinse bu, kabul edilmesi imkansız bir hiçleşmenin ve hiçliğin yozlaşmasının tahammül edilemez ifadesi anlamına gelmiştir. Politik ve psikanalitik hadiselerin, hatta yanı sıra metafizik sorunların içiçe geçişinin özgül bir örneğidir Dostoyevski. Tanrı yoksa her şeyin mübah olacağını düşündüğü bir dünyanın kaçınılmaz kurbanı gibi tasarlamıştır kendisini. Bunun ne türden bir ruhsal mekanizmanın ürünü olduğunu anlamaya çalışmak, Dostoyevski’yi ve onun dünyayı tasarlama biçimini, politik karşıtlıklarını ve varoluşunu anlamlandırabilmek açısından yararlı bir girişim olacaktır. Rusya’ya dönüşlerinden bir yıl sonra, 1872’de tamamlanan ve yayınlanan Ecinniler‘in çok yönlü okunmalarının bir parçası olabilir böylesi bir okuma çabası.

    Dünyanın nihilistik durumuna karşılık olarak tasarlanan ve gerçekleştirilen nihilistik bir devrim, Dostoyevski’ye göre, yaşanılan ‘hiçleşmenin’ bir parçası olacak ve hatta daha kötüye dönüştürecektir. Muhafazakarlığının en açık nedenini Ecinniler‘de “Şigalevcilik” olarak ortaya koyduğu düşüncede bulabiliriz. Sınırsız özgürlük fikrinden hareket eden Şigalev, düşüncesinin mantıksal sonucu gereği sınırsız bir despotizme varıyordur. Dostoyevski’nin muhafazakarlığını ve “gerici” fikirlerini bu noktada çokca tartışmak mümkün, ancak bu tartışma, asıl olarak korkusunun hiç de haksız denilemeyecek bir öngörü olduğunu anlamakla ve belki de tarihsel verileriyle bugün bununla yüzleşmekle anlamlı bir şey olacaktır. Ecinniler, bu anlamda, ürpertici bir şekilde Ekim Devrimi’ni ve sonrasını öngörmüştür sanki.

    kaynak: https://mutlaktoz.wordpress.com/

mesaj gönder