1. FRANKFURT OKULU’nun, 1923 yılında kuruluşu bir raslantı olarak almamak gerekir. Aksine, okulun, yirminci yüzyılın anlam krizlerine karşı bir erken uyarı sistemi gibi ortaya çıktığını ve krizin tezahürlerinden biri olduğunu öne sürmek mümkün. Parçalı bir bütünlük oluşturan mensuplarının krize çeşitli düzeylerde karşılık vermeye çalıştığını gözlemleriz; ortak paydaları, bir anlamda, artık iyiden iyiye boşa çıkarılmış -boş bir söze dönüştürülmüş- olan “teori”ye ve konformizmin çoktan bir parçası haline gelmiş olan “eleştiri”ye hakkını -gerçek güçlerini- vermektir.

    Yalnızca “mualif bir akademik kuruluş” gibi düşülmesi de doğru olmayacaktır bu nedenle okulun. Modernleşmiş halde, düşünce tarihinin “okul” olarak adlandırdığı düşünce akımları gibi bir “düşünce okulu” olarak anlaşılmalıdır esas olarak. Sosyal bilimler anlayışı üzerinde kurulmuştur okulun düşüncesi, ancak buradaki “sosyoloji”nin pozitivist bilim anlayışının eleştirisi ile temellendirildiğini göz ardı etmemek zorunlu. Sosyoloji’den siyaset bilimi’ne, psikanaliz’den tarih’e, estetik’ten etik’e ve yanı sıra müzikoloji gibi farklı disiplinleri ve uğraşları bünyesinde toplamış olmasıyla -bir Toplumsal Araştırma Enstitüsü olarak formüle edilmişse de- temelindeki “eleştirel teori” anlayışıyla anlaşılmalı.

    ( sene 1964, horkheimer ile adorno keyifli görünüyorlar, arkada sağdaki tıfılın da habermas olduğu söyleniyor. )

    “Eleştirel teori” okulun kendisiyle birlikte anılan eleştiri biçiminin teorik karşılığıdır. Bunun her şeyden önce bir ideoloji eleştirisi olduğunu, teorinin eleştirel bir şekilde sürdürülmesini ve bilim, felsefe, sanat düzleminde kavramların yeniden belirlenmesini hedeflediğini söyleyebiliriz. Frankfurt okulu, bu anlamda bir teorik model oluşturur ve bu model “eleştirel teori” olarak adlandırılır.

    Frankfurt okulunun eleştirisinin ana gövdesini Aydınlanmacılığın sorgulanması oluşturur. Aydınlanma, dünyanın büyüsünün bozulması ve insanın mitlerden kurtarılmasının bedelini yeni mitler ve insani olmayan güçlerin tahakkümüyle ödemek anlamına gelir. Özgürleşmenin adı olarak ifade edilen aydınlanma Eleştirel Teori’nin sorgulamalarında totaliterlikle itham edilir. Bu, eleştirel düşünce alanında önemli bir ayrımdır ve yirminci yüzyılın aydınlanmaya yönelik hayal kırıklıklarının öncüsü sayılabilir. Dinsel yabancılaşmayı aşma iddiası, araçsal aklın tahakkümünde yeni bir yabancılaşmayla sonuçlanmıştır buna göre.

    Bilimi de kapsayan ve her şeyi teknik işlevselliğe ve kişisel çıkara indirgeyen bir yabancılaşma biçimidir bu. Daha önemli olan şey ise yabancılaşmanın öznel bir süreç olmaktan öte nesnel bir yapıya bürünmüş olmasıdır. Bu yöndeki yabancılaşma eleştirisi de yine okulun özgün bir yaklaşımı olarak “kültür endüstrisi” kavramıyla karşılığını bulur. Sanayi toplumu ve kapitalizm sadece ekonomik bir temelle açıklanabilecek bir şey olmaktan çıkmış kültürel olanıda kapsayarak anlaşılabilir bir yapıyla belirmiştir. Yalnızca politik hegemonya değil, aynı zamanda gündelik yaşamı örgütleyen ve bireyleri konumlandıran bilinç mekanizmalarının üretimi ve işlevselliğidir sorun. Bunlar bir anlamda içiçe geçmiş, üretim-tiketim mekanizmalarıyla bilinç biçimleri birbirine eklemlenmiştir.

    Frankfurt okulu düşünürlerinin Marksizmin eleştirel bir edinimine yönelmiş olmaları ve bu doğrultuda yeni bir “eleştirel toplum teorisi” kurmaya çalışmışlarının gerisinde bir anlamda yabancılaşmaya yönelik bu kavrayış biçimi vardır. Faşizmin yükselmesi ve devrimci hareketlerin yenilgileri ya da gericileşmeleri bu yaklaşımı derinleşen bir karamsarlığa dönüştürmüştür. Rus Devrimi‘nin Stalinizm’e dönüşerek yozlaşması, Avrupa’da sol kanat hareketlerin yenilgisi ya da düşüşü, giderek yükselen Nazizm ve faşizm olguları, kapitalist sistemde baş gösteren yeni iktisadi ve siyasal ivmeler, “eleştirel teori”nin ortaya çıkış koşullarının siyasal yönünü gösterir. Hem kapitalizmin hem de Sovyet sosyalizminin eleştirisi, Frankfurt Okulu’nun ana dusturudur bir bakıma. Sanayi toplumu ve onun kaçınılmaz bir sonucu olarak araçsal akıl “kültür endüstrisi” ile nihai yabancılaşmasına ulaşmış ve toplumu bir kitle kültürü toplumuna dönüştürmüştür.

    Frankfurt Okulu için bu meselenin anlaşılması esas olarak Amerika’da sürgün olarak geçirdikleri deneyime ve gözlemlemelere bağlıdır. Bir anlamda amerika kitle kültürünün vekültürün endüstrileşmesinin, toplumsal bilincin bu mekanizmalarca oluşturulmasının prototipi işlevi görmüştür. Fordizm kitlesel üretim biçimiyle tüketim toplumu kışkırtmıştır bir bakıma, buna eklenen kitle iletişim araçlarının gelişimi ve bu gelişimin tüketim mekanizmlarının dayattığı kültürel biçimleri doğallaştırma konusunda sahip olduğu güç, eleştirel teoriye toplumsal eleştirinin yeni yönelimlerini göstermiştir. Kitle iletişim araçlarıyla politik mekanizmalar, politik yapıyla ekonomik süreçler birbrine eklemlenmiş, birbirini üretir ve koşullar hale gelmiştir. Bu sürecin hem nesnel hem de öznel anlamda sonucu Marcuse’nin dediği gibi Tek Boyutlu İnsan olmuştur. Gündelik yaşamın yeniden üretimi bu düşünceye göre, sahte ihtiyaçların egemenliğinde biçimlenir ve görünürdeki bütünlüğüne rağmen toplumsallığı parçalara böler aslında.

    “Kültür endüstri” kavramı ve onu geliştiren “eleştirel teori” bu çerçevede Frankfurt Okulu’nun sosyal bilimlere katkı olmanın ötesine geçer. Aydınlanmanın bir süreç olarak anlaşılmasını ve böylece modernliğin bir paradigma olarak sorgulanmasını içerir. Modernlik deneyimi burada bir toplumsallık biçimi olarak hem ekonomik süreçlerin tüketime dönüştürülmüşlüğü, hem de kültürün standartlaştırılmasını ifade eder ve eleştirel teorinin radikal eleştirisi bu hedefe yönelir. Bu çerçevede temelde üç başlık altında toplayabiliriz okulun eleştirel düşüncelerini. İlki, epistemolojik boyuttur. Bu noktada okulun sosyal bilimlerin metodolojik yapısını eleştirdiğini ve pozitivizmden kurtulmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Hem yöntem hem de bilgi biçimi olarak pozitivizm aşılmaya çalışılır. İkincisi ise, teknolojinin niteliğine ve konumlanışına yönelik yaklaşımdır. Bilimin ve teknolojinin ideolojik eleştirisine yönelmektedirler bu noktada, yeni tahakküm biçiminin teknolojiyle olan derin ilişkisini hedeflemektedirler. Üçüncü olarak ise, yukarda ifade etmeye çalıştığım ve ilk iki noktayı da kapsayan kültür endüstrisi meselesini ifade etmek yerinde olur. Ekonomik düzeyle bütünleşen ve tahakkümün kültürel boyutlarını gösteren bir eleştiri biçimiyle işletilir bu kavramlaştırma.

    marxizm

    Marksist eleştirel toplum teorisinin tıkanmış olduğu ve sergilenen pratiği ile çözümsüz bir noktaya ulaştığı düşünülmektedir. Bu tarihsel koşullarda Frankfurt Okulu, tıkanmış olan teorik alanı aşarak yeni bir eleştirel toplum teorisi ortaya koymaya yönelmiştir. Her ne kadar eleştirel kuram başlığı altında toplanarak bir bütün oluşturduğu söylenebilse de, tek tek yazarların özgünlüklerinin dışında daha genel farklı birkaç yönelim tespit edilebilir. Bir yandan, 1923’te kurulup Max Horkheimer ve Theodor Adorno’nun 1933’te sürgün edilmesiyle sonuçlanan ve ardından ABD’deki 1950’lere kadar sürgünlüğün ardından Frankfurt’ta yeniden kurulan Enstitü’nün çalışmalarına işaret edilebilir. Friedrick Pollock, Herbet Marcuse, Walter Benjamin, Leo Lowenthal bunlar arasında sayılabilir. Bir yandan da Jürgen Habermas’ın yoğunluklu felsefi ve sosyolojik çalışmalarıyla okulun eleştirel kuramını yeniden temellendirmeye yönelik çabaları sözkonusudur. Bu noktada Albrecht Wellmer, Claus Offe ve Klaus Eder‘den sözedilebilir.

    Dolayısıyla da Okul üyelerinin çalışmaları birbirine sıkıca bağlı belli bir projenin hayata geçirilmesi değildir. Kısmen Horkheimer, Adorno, Marcuse Lowenthal, Pollock arasında paralel çalışmalar olsa bile, yine de temel fikir ayrılıkları söz konusudur. Meşru olarak belli bir okuldan sözedilmesi, ortak fikir birliğinin hayata geçirilmesinden değil, araştırmacıların benimsedikleri eleştirel kuram anlayışından ileri gelir.

    Başlangıçtaki amaç, bir dogmaya dönüştüğü düşünülen Marksizmi özüne döndürmek ve felsefeyle ilişkisini kurmaktı. Yani, Marksistler olarak Marksizmin eleştirisini yaparak, bu öğretinin kendi içinde eleştiriyi doğurabilecek üstünlüğe sahip olduğunu göstermek ve Marksizmi kemikleşmiş ortodoks yorumlardan kurtarmaktı. Ancak zamanla Marksizme mesafeli olmaya ve gittikçe Weber’in etkisine girmeye başlamışlardır. Bunda, Sovyetler Birliği’ndeki uygulamaların da etkisi olmuştur.

    Okul, daha postmodernizmin esamesinin okunmadığı erken bir dönemde, düşün dünyasına tüm postmodern tezlere kaynaklık edecek tohumlar atmıştır. Özellikle modernitenin ve modern toplum bağlamında kapitalist toplumun eleştirisi çarpıcıdır ve günümüzde normal karşılanan postmodern söylemin temeli olarak okunabilir. Örneğin moderniteyi aklı araçsallaştırma, aklı dogmalardan kurtarırken aklın kendisini dogmaya çevirmesi bağlamında eleştirmiştir. Yine kültür endüstrisi bağlamında, kapitalist topluma yoğun eleştirilerde bulunmuşlar, kapitalizmin tüm bireyleri birbirine benzeterek bireyi tek boyutlu kıldığını iddia etmişlerdir (bkz. Marcuse). Yaşayan en büyük temsilcisi aynı zamanda modernitenin bitmemiş bir proje olduğunu belirten Jürgen Habermas’tır.

    Frankfurt Okulu, Batı Marksizmi olarak bilinen ve genelde bir iç eleştiriyle teoriye özgül yorum getirmeye çalışan teorik eğilimli Marksizmin ana akımlarından birisini oluşturur. Okulun Marksizmi edinme biçimleri de eleştireldir. Her şeyden önce Marksizmin ortodoks yorumunda görülen bazı kategorilere önemli itirazlar yapılır ve Marksizmin içinde doğup geliştiği modernizmle bağlantıları sorunsallaştırılır.

    Frankfurt Okulu’nun mensupları yazılarını, toplumsal gelişme için alternatif bir yol imkânı oluşturma anlayışı içinde yazmışlardır. Bu bakımdan, sistem eleştirisinin yanı sıra kendi dayandıkları düşünce yapısının geleneksel yaklaşımlarını da eleştiri süzgecinden geçirmeye yönelirler. Ortodoks Marksizm‘in dışta bıraktığı kültür ögeleri, altyapı üstyapı ayrımı, bürokrasi ve ototiterlik gibi konular üzerinde önemle durulmuştur. Bolşevik radikalizmin eleştirisi önemli bir başlıktır. Bunların dışında, Okul’un geliştirdiği Marksizm anlayışının genel geçer kabullere müdahale ettiği ve bu nedenle Marksizm içinde oldukça tartışmalı bir konuma sahip olduğu söylenebilir.

    Marksizmin, doğası gereği hakikati açıklayan bir anahtar konumda olmadığının ilanı, eleştirel kuramcıları özgül bir Marksist olma konumuna getirir. Böylece klasik Marksizmin birçok kavramının yalnızca yetersiz değil, o kavramların temel dayanaklarının da aşılması gerekliliği ortaya sürülmüş olundu. Eleştirel kuramcılar bu noktada, Marksist olamayan düşünce biçimlerinden yararlanarak Marksizmi teorik düzlemde yeniden varetmek ve geliştirmek yoluna gitmişlerdir. Negatif diyalektik (bkz: Horkheimer, Adorno) , Marksizmin temelini oluşturan diyalektik anlayışın yeniden kurgulanmasıdır. Ayrıca, Tarihsel Materyalizm‘in determinist ve pozitivist yorumunun dışında kaldıklarını ve hatta bu yönlü egemen yorumun ciddi bir eleştirisini yaptıklarını belirtmek gerekir.

    Okul mensupları altyapı üstyapı kavramlarını bilinen anlamlarıyla kullanmazlar, çünkü kendi yaşadıkları dönemlerde bu alanların giderek daha içiçe geçmekte olduğunu ve kenetlendiğini tespit ederler. Bu, ekonomik ve siyasal alanın daha çok bütünleşmiş olması anlamına gelmektedir. Bu noktada Marksist ekonomi politikten ayrılırlar. Bu yeni durumu açıklayabilmek için Kültür endüstrisi dedikleri yeni bir kavram geliştirmişlerdir. Bu noktada siyaset bilimi, kültürel eleştiri, psikoanaliz, sosyoloji ve diğer disiplinler eleştirel kuramın içinde yer bulurlar. Mülkiyet, iş, işbölümü, bürokrasi, aile, kültürel ağlar, ideolojinin görünür ve görünmez mekanizmaları Frankfurt Okulu’nun başlıca ilgi alanlarıdır.

    Frankfurt Okulu’nun müdahaleleri, Marksizmin kendi içinden aşılmasını sağlamamıştır, aksine müdahaleler Marksizmin teorik sınırlarını oldukça zorladığı için ana gövde tarafından sürekli dışlanmış, ancak Okul’un geliştirdiği perspektifler ve kavramsal araçlar, genel olarak 20.yüzyıl düşünce yaşamının gelişmesinde önemli rol oynamıştır.

    kaynak: https://mutlaktoz.wordpress.com/

mesaj gönder