1. ilkokuldayken çok söylerdim, kendimi bir yere ait hissetmiyorum diye. annem şaşardı. küçücük çocuğun ne derdi var, derdi. özellikle evde duramazdım. ya sokaklarda misket peşinde koşardım, ya duvar diplerinde taso oynardım, ya abimin bisikletini izinsiz alıp keşfe çıkardım, ya da kömürlüğümüze saklanıp sırt çantamın içine hangi eşyalarımı dolduracağımı düşünürdüm. hiçbiri de içimdeki o aitsizlik düşüncesinden sıyıramadı. kafamda sürekli bir kara delik vardı. hep oraya bir merak, hep o meraka doğru gitme halindeydim. ilk kez beşinci sınıfa giderken sırf çantamın içine eşyaları doldurmuş, mahallemizin en uç sokağındaki tahta bir kulübenin kapısına kadar gitmiştim. kapı kilitliydi. tahta aralarındaki boşluklarından içeriye baktığımda sadece soğan ve patates çuvallarını görmüştüm. üstelik eve de o kadar uzak değil ve çabuk bulurlardı beni. işin komik tarafı hiç harçlığım yoktu. kulübenin önündeki taşa oturup ağlamıştım. hayatımdaki en uzun ağlamayı o gün yitirmiştim. hiçbir şey olmamış gibi eve döndüm. sırt çantamı boşalttım ve televizyonun karşısına geçip çizgi filmi seyrettim. aradan bir yıl geçti.

    bu sefer ciddiydim. gidecek, kendimi ait hissettiğim bir yer bulacak ve orada huzuru bulacak, kafamdaki kara deliği kapatacaktım. sırf çantası almadım yanıma ama annemin mutfak dolabında, tabağın altına koyduğu ekmek parasını almıştım. ilk kez bir baba gibi haber vermeden çıkmıştım evden. gittim. ilk kez tek başıma tren seyahati yapmanın o eşsiz özgürlüğünü tatmıştım. mutluydum. eve dönmeyecektim. gün boyunca, hava kararana kadar sincan-kayaş treniyle gittim geldim. son sefer saatinde inmek zorundaydım. trenden indiğimde bir polis arabası beni alıp evime götürmüştü. polislere hâlâ kızgınlık duyarım. bu kadarını başarabilmişsem yine yapabilirdim. yaptım da.

    sadece on gün dayanabildim. sadece on gün katlanabildim kendime. fırının üzerinde duran yirmi lirayı alıp ve kapıyı açık bırakıp çıkmıştım evden. tren beni özgürleştiriyordu ama götüreceği yer evim oluyordu. trene değil de otobüse bindim. nerede indiğimi bilmeden bir binanın bahçesine girmiş, pencerenin altına çömelip uyumuştum. uyandığımda yağmur yağıyordu. aklımda bir sürü düşünce, bir sürü bela. bir sürü kara delikler çoğalıyordu. pencereden bakan üniversite öğrencisi ablamız da önce teyzeme haber verdi, teyzem de anneme. sonra geldiler. bizimki, kapı önünden beni tuttuğu gibi merdivenlerden fırlattı. tekmeledi. yumrukladı. kemerini çıkardı. arabaya bindirmeden arkamı dönmesini söyleyip bir güzel şaklattı sırtımda. hem arabayı sürdü hem de kafama kafama indirdi yumruğu. bir ara çöp kutularına çarpıp şeritten sapmıştı. yine de durdurmadı vurmalarını. eve geldiğimizde de kemerin yetmediğini görünce bir sopa alıp önce beni ardından annemi dövdü. ikimizin de gıkı çıkmıyordu. yatağıma gideceğim, sağ bacağım topallıyor. sırtım kaskatı. kollarım külçe gibi. kafamdaki karanlığı uyuşturması için biraz daha vurmasını bekledim ama çok yorulmuştu. bıraktı. sonra gitti. artık ne zaman eve döner bilmiyorum.

    iyi mi oldu yaşadığım bilmiyorum ama tanrıya şükrediyorum. o gece bana sözcüklerini bağışladığı için. kafamdaki yörüngeler yıldızsız döndükçe ben hâlâ gidebilirdim. ve bu sefer başardım da. üniversiteyi kazanarak. istediğiniz kadar gidin, nereye olursa olsun. sokağınızın ucundaki o tahta kulübeye dahi olsa büyüyen kara delikler hiç eksilmiyor. üniversite okurken, öğrenciliğin verdiği zenginlikle birçok şehre gittim. birçok şehrin sokaklarını arşınlayıp döndüm yurda. gittiğim şehirlerde, bir şeylere ait olmanın verdiği hüzünle karışık sevinçli yüzlerini gördükçe nasıl becerebildiklerini merak ettim. üstelik o zamanlar dehşet sevdiğim bir insan da vardı hayatımda. mutlu mesut yaşayıp gidiyorduk da yine de eksiktim. ne anneme ait olabildim, ne babama, ne kardeşime, ne sevdiğim insana, ne tanrıya, ne yeryüzüne. içimdeki leyla da ait değildi bana. bir şeylere ait olma heyecanı dünyayı daha düz yaşanılır kılabilir belki. sonra sonra yorulmaya başlıyorsun. insanlar, senin bu derin dalgınlıklarından sıkılmaya başlıyor. az buçuk varken, o az buçuk olan varlığını da hiçliyorsun. az buçuk olan kıytırık yanım bir başka güzel insanı sevmeyi becerebildi. becerebildi de ne gelebileceğim bir yer var, ne gidebileceğim. böyle gelişi güzel, böyle az buçuk, böyle kırık dökük. insan yoruluyor evet, yorulunca çiçeklere su veriyor insan.

    dünyaya yanlışlıkla gelmenin kederi, çiçeklere su verince geçiyor artık. belki de bu yüzden, hiçbir şey hiçbir şeye ait değil.

mesaj gönder