1. zaman zaman bir şarkı sözü takılır ağzıma. “im so tired of being here…” ve sonrasında kendime sorarım “neredeyim?” diye. kendime sorarım çünkü bu soruyu yöneltebileceğim başka kimse yok.

    gökyüzü rengine boyalı duvarların arasındayım. turuncu ve gereğinden yumuşak koltuğumun üzerinde. dışarıdan gelen, pencereyi zorlayan, uğuldayarak içeriye girip yanıma ilişmek isteyen rüzgarı dinliyorum. davet etmiyorum fakat gelmesinden de çekinmiyorum. ayaklarıma kalın bir çift çorap geçirip tekerlekli peteği koltuğun dibine çektim. ayaklarımla temas ettiği an vücudumu bir rahatlama sarıyor. gevşiyorum. ama bu öfke krizleri esnasında yediğim sakinleştirici iğnelerin getirdiği gevşeme gibi değil. o bir kara deliğin içerisindeki hissizlikken; bu gevşeyiş huzuru hissettiriyor. sıcaklık ve yumuşaklık. güvendeyim.

    hala çalıştığını fark ettiğimde arkada çalan radyoyu kapatma gereği duyuyorum. uzanıp fişini çekiyorum. o sırada bileklerime takılıyor gözlerim. ne kadar ince, ne kadar çelimsiz. diğer elimle bileğimi sarıyorum. işaret ve baş parmağım çok ince bir halka oluşturuyor. daha sonra bundan duyduğum rahatsızlık yerini radyonun ne kadar eski ve işe yaramaz olduğu mevzusuna bırakıyor. bu radyonun elime nereden geçtiğini hatırlayamıyorum. belki de beni burada bir başıma bıraktıkları esnada delirmeyeyim diye hediye etmişlerdir.

    internetim yok, televizyonum yok, telefonum dahi yok. günümün büyük bir kısmını uyuşuk halde geçiriyorum. akşama doğru kendimi hissetmeye başladığımda da uykum geliyor. bugün getirdikleri yemeği yemedim. suyu bile içmedim. ağzımı çeşmeye dayayıp yutkunmak pek de zor değilmiş. fakat karnım aç. kendimi canlı hissediyorum ve canlı olmanın bedeli de aç kalmak.

    oturduğum koltukta kafamı geriye attım. bu ani hareketimden ötürü kalorifer peteğine yasladığım ayaklarım yere kaydı ve koltuğun ayaklarından birine çarptı. sanki benden bağımsız hareket ediyor ve yerçekimine karşı koyamıyorlardı. karşı koyamıyordum.

    bir süre sonra evin tavanlarını daha önce hiç incelememiş olduğumu fark ettim. onca zaman geçmişken bu küçücük evde hala yapmamış olduğum bir şeyler keşfetmek şaşırtıcıydı. onca zaman… “ne zamandır buradayım?” diye fısıldadım gözlerimi tavandan ayırmadan. batmakta olan güneş, ışıklarını sakince süzülen perdenin arasından sızdırıp tavana yansıtıyordu. gümüşi yansımalar gözlerimin hizasına kaldırdığım parmaklarımın arasında dans ediyordu. parmaklarımla daireler çizdim, cümleler kurdum. belki de şiirler yazdım. hatırlamıyorum. ellerimi göğsümde birleştirip derin bir uykuya daldım. doğmayan bebeğime sarıldım. ağlayışına eşlik ettim. sırtını sıvazlayarak uyuttum, omzunu öperek uyandırdım. ayaklarının serçe parmağım kadar oluşuna hayret ettim. ama onu göğsümden hiç ayırmadım. ta ki uyanıp onun hiçbir zaman göğsümde olmadığını fark edene kadar.

    üşüdüğümü hissettiğimde bir melodi mırıldanıp küçük adımlarla dans etmeye başladım. yemeklerin bekledikçe daha kötü koktuğunu fark edince banyoya kusmaya gittim. sıcak, derimi kızartacak kadar sıcak suyla yıkandıktan sonra giyinmedim. battaniyemin altına girip saate baktım. yiyeyim diye bıraktıkları yemek tabaklarını çoktan almış olmaları gerekirdi.
    pencereyi açıp rüzgarı içeri davet ettiğimde hala üzerime bir şey giymemiştim. siyah bir kağıdın üzerine beyaz boyalarla çizdiğim resim vücudumun, titrek ellerimin, çenemden damlayan gözyaşlarımın eseriydi. gözyaşlarım gürül gürül akan bir dereyi, titreyen ellerim ise kenarında oturan ama aslında hiç orada olmayan bulanık vaziyetteki beni resmetti. tüylerim diken diken olmuş ve resmim bitmişti. üzerime kalın bir kazak giyip pencereyi kapattım. şimdi pencere ve perde arasındaydım. gökyüzünü izledim bir müddet. martıları. hep yukarıya bakıyor ve aşağıya bakmaktan hayli korkuyordum. gerçek hayat akıp gidiyor ve ben onu uzaktan izleyecek cesareti bile gösteremiyordum. gerçek hayatta zaman benimkinden çok daha hızlı akıyordu. zaman benim için ölüm demekti. zaman geçtikçe daha çok arzuladığım şey ölümdü.

    turuncu koltuğumun yastıklarını yere dizerek kendime bir kule yaptım. içine gizlenip kapısını da kapattım. yastık yerinden çekildiğinde hava çok sıcaktı ve kahkaha atarak koşuşturan çocuk sesleri işitmeye başladım. babam elini uzattı ve hiç tereddütsüz eline uzandım. ellerim küçücüktü, ben de küçücük bir kız çocuğuydum. kocaman gülümsemesiyle sımsıkı tuttuğu elimi öperek beni doğum günü pastamın yanına götürdü. dilek tutup mumları söndürmem gerekiyordu. ve ben o karanlık evden kurtulmayı diliyordum. mumlara üflemek için nefes aldım, yanaklarım şişti, nefesimi tuttum. yanaklarımı şişiren havayı dışarıya çıkaracağım esnada korkunç evimin turuncu yastıkları arasında uyandım. bir yumrukla kulemi yıktım. yastık yığını arasında kalakalmıştım.
    saatin sabah mı yoksa akşam mı olduğunu bilemediğim için ona bakmaktan vazgeçtim. banyoya gidip boş boş öğürdüm. hala yerinden kıpırdamamış olan yemeği yedim. mutfaktan annemin sesi geldi. sonra kucağında bebeğimle içeriye girdiler. ona dokunmak istedim, geri çekilip arkasını döndü. bebeğimi benden sakladı. onu bana ait olmadığını söyledi. benim bir katil olduğumu kendi bebeğimi öldürdüğümü söyledi. ayaklarımı hissetmemeye başladım. dizlerimin üstüne düşüp acıyla bağırdım. onu bana vermesini istedim, yalvardım. israrla uzattım ellerimi ama o gitti. sürüklenerek peşinden gitmeye çalıştım. pencerenin dibinde kıpırdanan perdenin arasında kayboldu. tıpkı ayaklarımdaki canlılık hissi gibi. o pis kokulu yemeği yememeliydim.

    babamın market dükkanının önünde tekerlekli sandalyemin üzerinde kendime geldim. gözlerimi devirerek “merhaba kahrolmuş yeryüzü.” dedim.

mesaj gönder