1. Yanılgı. Biraz yalnızlıktır. Biraz da hayal kırıklığı. Kırıklarımın pıhtılaşması için gecenin sabaha uyanmasına az vakit kala tek başına oturan teyzenin yanına oturdum. Bu sefer oturmak için izin istemiştim. Kafamın içindeki milyonlarca sorunun gürültüsünü bastırmak için birazcık olsun, canlı bir sesle konuşmaya ihtiyacım vardı yine. Sigara içiyordu. Dünyanın bütün önemsiz ayrıntılarının bir gövdesi gibiydi oturuşu. Canını sıkan bir düşünce gibi duran kocaman memeleri karnını kapatıyordu. Çiçekli, kahverengi eteğinin altından fırlayan pembe pijaması babaannemi hatırlattı bana. Pembe pijamalı babaannem olmuştu benim. Yemenisinin bir ucundan tutup göğsüne serinlik gelmesi için yelpazelendirirken, “çok sıcakladım,” deyince, “kış gelmedi hiç teyzem,” dedim. Sonra, “kimi bekliyorsun sen?” dedi.
    “Annemi bekliyorum. Peki teyzem, sen kimi bekliyorsun?”
    “Kocamı. Gebersin.” Yüzüne bakamadım. Ellerimi ovuştururken, yanıma aldığım Leyla’nın sözleri, yeniden ıslandı kafamda. Ipıslak bir karanlık kafamın içi. Ipıslak bir karanlık kafadan başka bir şey değildim.
    “Bekâr mısın?”
    “Bekârım.”
    “Okuyor musun?”
    “Çok oldu mezun olalı. İş arıyorum teyzem.”
    “Kaç yaşındasın gı sen?” diyince çarpık bir gülümsemeyle yaşımı söyledim.
    “Gı ben seni 15-16 yaşında bebe sandım.”
    “Ne yaptın sen teyze, o kadar da değil,” deyip ardından, “bebeyim ben hâlâ, çok küçüğüm teyze daha,” dedim. Gülerken yüzüne bakabilmiştim. Ayağa kalktı. “Şu herife bi bakayım, geberesiceye,” diyip ikinci kez içtiği sigarasının izmaritini fırlattı. Arkasını döner dönmez, hemen koşup yerden aldım izmariti. Bir fırt çektim. Çok acıydı. Isırılmış ve ıslak ağzı dudaklarıma değmişti. Bir fırt daha çekip attım. Otomatik kapının ardından kaybolana kadar gidişini seyrettim.

    Benzersiz bir uyumla matemi yuvarlayan, kasvetli bir kalabalık gibiydi yürüyüşü. Kehanetler fısıltısıydı sırtı. Bize uzak, bize yabancı iki omzu kopuktu birbirinden. Sahneye çıkmaya hazırlanan performans ustası gibi kayboldu merdivenlerde. Uzak ve yabancı hikâyesiyle.

    Kamburu biraz daha büyümüş sırtımın acısı yine başladı. Hem kırk sekiz saat uyumamıştım. İlk zamanlar, erkenden yatıp erkenden kalkarken, şimdilerde hiç uyuyamıyorum. Sırtımın acısı geçsin diye beton zemine sırt üstü pencereye dönük uzanıp, bulutların nasıl kanser olduğu üzerine hikâyeler uydururken tamamlıyorum artık günün aydınlığını. Bunu hastanede yapamadığım için sırtımın acısını, yangın merdivenin demirliklerine yasladım. İnsanın yangın merdivenleri yoksa eğer, hepten küldür.

    Bir ara vakit tuvalette yaşlı bir teyzenin tuvaletine yardımcı olduktan sonra elimi yüzümü yıkayıp aynaya baktım. Karşılıklı bir susuş. Temize çekilmemiş yüze bakarken sağ şakağımda, saç diplerinin kıyısında iki ben gördüm. Gaza’nın ensesindeki benek dövmeleri gibi, iki kahverengi ben. Yazgımı kusan puhunun kanatlarıydı. Derimin altına sığmayan acımın. Sonra kızgın güneş altında, göğsüme kocaman bir kaya koyulmuş gibi terlediğim sessiz koridorlarda volta atarken, yılanlara kanat diktim. Her seferinde düşük yaptı, diktiğim kanatlar. Sözleri artık beni incitmiyor. Sıraladığı bütün sözleri bir muz kabuğu gibi önüme attığında defalarca üstüne basıp kayıp düştüm. Artık moraran yerlerim uyuşuk. Giderek daha insansız.

    Gidişinin bıraktığı döküntüyü halının altına süpürdüğüm vakitlerde, kaldırımda çömelmiş, siyah bol şalvarlı amcanın yanına gidip sigara istedim. Kokusu nahoştu. Cebinden paketi çıkardı. Tek dal verecekken, “dur kızım sana paket vereyim,” deyip ceketin iç cebinden bir paket uzattı. Nedense almazlık yapmadan teşekkür ettim. Dün gece çok baktım amcaya. Göremedim. Görseydim şayet konuşabilir miydim bilmiyorum ama bir kez daha teşekkür edecektim. Önce odaya gidip bir ihtiyaç olmayınca yeniden yangın merdivenine gidip oturdum. Suların serinlediği saatlerde naftalinli bir fotoğrafım artık. Tam da karşıdaki binaların ışıkları açık iken. Hem ben, çok güzel bina okurum.

    bina rüzgârı

mesaj gönder