• youreads puanı (8.33)
  1. hayatımın lise dönemini kapatmama bir yıl kala, her ne olduysa normalinin aksine tenha, sessiz ve loş bir atmosfere bürünmüş olan sınıfın en arka sırasında, kısmen perdenin arkasına sığınmış bir vaziyette kağıt gemiler yapıyorken, gitar çalan iki dostumun konuşmalarını dinliyordum bir yandan da. bir araya geldiklerinde en çok bahsettikleri konu müzikti. içinden geçtiğimiz dönemin de etkisi büyüktü. çocukluk katını geride bırakarak yetişkinlik katına tırmanma sürecinde kişilik, hayaller, beklentiler ve kararlar kadar müzik zevki de yerine oturur, kemikleșir. ufak sapmalar ve dönemsel değişiklik arayışları haricinde belirli bir müzikal rota oluşur artık. biz de bu sürecin büyük kısmını geride bırakmışken, tamamen bitmeden evvel kalıcı arşive neleri ve kimleri ekleyebileceğimizin telaşıyla, iştahla müzikten konuşmaya ve müziği paylaşmaya eğilim gösterirdik. herhangi bir enstrüman çalmadığım ve sırf dinleyici konumunda olduğum için, dinlediklerimi bir dinleyici olarak yorumlamak dışında tek yapmam gereken, bana önerilen ya da konuşmalar esnasında dikkatimi çeken şarkıları denemek üzere kulaklığımı takmaktı. lakin yavaş gelişim gösterdiğim, ve yeniliklere onlar kadar kolay açılmadığım için zorlanır ve geriden giderdim. özellikle birkaç grup ve albüme takılı kalmış vaziyetteyken, birçok treni kaçırdım. bunu fark etmemin ertesinde, ilk başlarda bu gerçek moralimi bozuyordu, fakat sonra bir şey okudum, ve her şey olmasa da çoğu şey değişti. "bir treni yakalamanın en sağlam yolu, bir önceki treni kaçırmaktır." kağıt gemileri yaptığım gün biri ötekine "ya camel? hele ice yok mu... darmaduman ediyor birdenbire, böyle bir şarkı yazılmamıştır daha önce, bir daha da yazılmaz." demişti. o gün camel trenini ilk kez kaçırdım, daha doğrusu gitmesini umursamadım. bildiğim şarkılara sarılacağım ve bu darmaduman edici şarkıya şans vermeyeceğim tutmuştu.


    o günün üzerinden iki yıl geçmişti. bir başka diyaloğa giriverdi camel. müzik zevkimizin genetik kodları çok yüksek oranda uyușuyordu onunla. o günü hatırlamakta ve yeniliğe karşı çoğu kez kapalı tutumumu ifşa etmekte bir beis görmemiştim bu yüzden. dediğine göre daha fazla geç kalmamalıydım, camel serüvenim başlamalıydı artık. tren istasyonuna doğru yeniden, bu defa daha büyük bir heves ve güvenle çıktım. korunaklı evimden çıkıp bir trene yetişmek üzere koşmam için bana cesaret veren lady fantasy idi. son ana dek her şey yolundaydı, fakat lady fantasy bir anda rehberliği bırakıp gitti, kaldım tek başıma. istasyonu nasıl bulacağım konusunda kafam karman çormanken, bilinçsizce sağa sola koşturuyorken, kısa bir süre sonra uzaklardan bir siren sesi geldi. treni kaçırmıştım. bu defa hakikaten kaçırmıştım. umursuyordum da. o yüzden biraz acılı oldu. lady fantasy de kızdığım değil, hüzünlendiğim bir şarkı olarak kaldı.


    üzerinden bir yıl geçmemiști. başlarım trenine, seferine, tarifesine dedim. camel treninin ne zaman geleceğini ya da yakalayıp yakalayamayacağımı kestiremiyorsam, bunun faturasını neden şarkılarına kesiyordum? neden bir şarkıyı bizzat dinlemek yerine bana dinletilmesini bekliyordum? ice çalan kulaklığım kulağımdayken bineceğim her tren, o kaçırdığımı sandığım ama aslında hep bir sonrakini yakalayabileceğim camel treniydi. sonuçta ikisi de aynı yere gidiyordu, yalnızca yolculuklar farklıydı, ve yolculuğu tek başımayken de gayet esaslı bir hale büründürebilirdim. birilerini ya da birilerinin bana bir şeyler hissettirmesini beklememe gerek yoktu. sadece edilgen değil, etken olarak da hissedebilirdim. bunu fark etmem, akabinde keşiflere tek başıma açılmanın, hatta salt keşiflere açılma fikrinin o kadar da korkutucu olmadığını gösterdi bana. yüzlerce müzisyen, binlerce şarkı keşfettim. fiilen tek başıma yaptığım yolculuklarla birkaç konser deneyimi yaşadım, hepsi de çok güzeldi. ve hepsinin orijininin camel olduğunu fark ettim. böyle bir grubun varlığını tek başıma keşfetmemiștim ama müziklerine dalarken sadece ben vardım, en azından kritik bir yerden sonra. o gün o kağıt gemilerden kafamı kaldırıp ice'ı dinleseydim ya da lady fantasy gittikten sonra hüzünlenmekle yetinmek ve benim için ifade ettiği anlamı muhafaza etmek yerine öfkelenip, poe'nun kuzgun'u edasıyla "nevermore!" deseydim, camel, şu anda içimdeki yerinde olmazdı. iyi ki önceki trenler bir şekilde bensiz gitti. içinde olmam gereken treni kendi kendime bulmam gerektiği gerçeğine uyandım böylece.


    ice'tan ziyade ice'ın kıvılcımını çakmış olduğu bir keşiften bahsettim ve bu biraz haksızlık gibi geldi birden. aslında söylenecek pek bir şey yok. bu şarkı da bu düşünceden yola çıkılarak yazıldı benim inancıma göre. "aslında söylenecek pek bir şey yok." çalıyor, dinliyorsunuz, bir kere yetmiyor, bir daha, bir daha, hakkında bir şeyler söylemek üzere dudaklarınızı aralıyorsunuz, ama yok. kişisel hayatımda bu denli önemli bir yere sahip olmasına rağmen, benim bile diyebileceğim bir şey yok hakikaten. "insanın konuşma ve kendini ifade etme çabasıyla kendini hırpaladığı ama hiçbir şeyin olmadığı, çıkmayan sesinin sadece kendi içinde yankılandığı, yazılmayan kelimelerinin sadece onun için görünür olduğu zamanlar için nasıl bir şarkı yazmalıyım?" demiş latimer, ve ice çıkmış ortaya. beni garip duygulara gark eden bir isme ve kapağa sahip olan "i can see your house from here" albümünün kapanış parçası yapmışlar. vurucu, sarsıcı bir kapanış. tam yerinde, tam zamanında.


    ölmeden evvel de canlı dinleyebildim. latimer'ın terledikçe pudraladığı yaşlanmıș ellerinden, hissettirmemeye çalışsa da yorgunluktan hafifçe yalpalayan adımlarını izleyerek hem de. dünya dışı birkaç dakikaydı, hatta dünya dışı bir geceydi.


    az sayılmayacak bir kısmını geride bıraktığım ve daha ne kadar yolumun kaldığını bilmediğim şu hayatta iyi ki yolum camel ile kesișmiș. diyebilecek başka bir şey bulamıyorum.

mesaj gönder