1. alice için can sıkıcı bir öğleden sonradır; kız kardeşinin içinde hiç resim olmayan romanları ve durağan hayat, onu sıcağın altında mayıştırmaya başlamıştır. tam o sırada yelekli, saatli ve konuşabilen bir tavşan kadraja girer. üstelik bozuk plak gibi aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordur: “çok geç kaldım!...eyvah, çok geciktim!” ve alice, hiç düşünmeden tavşanın peşinden koşmaya başlar.


    esasında alice, konuşan ve yelek giyen bir tavşan görmeyi pek aman aman bir olay olarak bile görmüyordur. kitaptan bir kesitle bu duruma bir göz atalım:


    “…bunda öyle çok fazla bir olağanüstülük yoktu; tavşanın kendisine “eyvah geç kaldım!” diye söylenişinde de fazla bir gariplik bulmamıştı. sonraları düşününce, gerçekten, bunlara şaşırmış olması gerektiğini anlayacaktı; ama nedense o an her şey doğal gibi gelmişti ona.”


    carroll’un burada “nedense” dediği şeyin, nietzsche’ye göre çok mantıklı bir sebebi vardır; ve bunu sırf alice değil, hepimiz yaparız: “bilme istencimiz”, “cehalet istenci”ni gizler. (“bilme istenci” aslında nietzsche’nin sözünü ettiği “güç istenci”nden başka bir şey değildir. nietzsche güç istencini yaşamın tamamına içkin olacak şekilde ortaya atmıştı. sadece doğal süreçler değil, kültürel yaratımlar da bu içkin nedene dahildir. bu bakımdan insanın sadece yaşamsal faaliyetleri ya da güçleri değil, aklı ve bilinci de güç istencinin bir alt kolu olarak değerlendirilebilir. dolayısıyla “bilme istenci” dediğimizde, güç istencini kastederiz.) peki bilme istencimiz nasıl oluyor da cehalet istencimizi bastırıyor? nietzsche’ye göre bilgiye ya da hakikate erişmek için, ilk aşamada bazı illüzyonların ve hataların peşinden gitmeli ve onları sanki hakikatmiş ya da, alice’in durumunda, “olağan”mış gibi kavramalıyız; kavrarız da. “iyi ve kötünün ötesinde”de nietzsche bunu şöyle açıklar: “bilme istenci temelini çok daha gizli bir güdüden, cehalet, belirsizlik ve hata isteminden alır.” dolayısıyla, biz de bilgi arayışımızda aslında alice’in reaksiyonlarını gösteririz. alice’in konuşan bir tavşanın görüntüsünü pat diye kabul etme ve peşinden gitme istekliliği, cehalet istencine bir örnektir. bilgi edinmek için öncelikle buna yer açmak gerekir. yer açmak için de bazı yanılsamaların gerekliliğini kabul etmeliyiz. alice’in durumunda, nelerin olup bittiğine dair bilgiye ulaşmak için, “gerçek hayatta konuşan bir tavşan olmaz” algısının yıkılıp, “konuşan tavşanlar vardır ve olağandırlar” yanılsamasının doğru olduğu kabul edilmeli; ya da en azından bir süreliğine doğru olduğu varsayılmalıdır. alice sorgulamadan tavşanın peşine düştüğünde, bu varsayımı istemsizce yapar. çünkü içinde bir yerlerde, eğer bu varsayımın doğruluğuna güvenip harekete geçmezse, serüvenin başlamadan biteceğini biliyordur.


    sonrasında tavşan deliğinden aşağı düşer. düşüş sürecinde algıları tam anlamıyla alaşağı olur. zaman ve mekan, gerçek olarak bildiği dünyada olduğundan çok farklı işliyordur. fiziksel kanunlar ve şartlar tamamen değişiktir. gerçek olanın ne olduğunu aslında bilmiyor olabileceği ihtimaliyle ilk kez burada yüzleşir; dolayısıyla tavşan deliği düşüşü, alice’in realite sorgulaması süreci için bir kilometre taşıdır. alice’in kafasındaki soru işaretlerini ve endişeleri öğrendikçe, onun tüm insanlığı temsil eden bir figür olduğunu da anlarız aynı zamanda. gerçeğin, kesin ve sarsılmaz, yorumlara ve perspektiflere göre değişmez olduğunu düşünmek ve bu kalıcılığa yaslanmak rahatlatıcıdır. dolayısıyla alice, algısal değişimlere maruz kaldıkça, herhangi bir insanın hissedebileceği potansiyel rahatsızlığı hissetmeye başlar. nietzsche, tıpkı alice’in tavşan deliğinden düşmesi gibi, bizim de boşluğa düşebilme ihtimalimizin olduğunu ve bunun asla sıfırlanmayacağını söyler. çünkü temel, sabit ve değişmez olarak düşündüğümüz “gerçek” konsepti, aslında sadece bir kurgudur. gerçeğin bir kurgu olduğunu görebilenleri de “hür ruhlar, yeni filozof grubu” olarak adlandırır. hiçbir şeye kesin gözüyle bakılamayacağını bilirler, ve tıpkı alice gibi, ayaklarının altındaki zeminin çökebileceğinin farkındadırlar. kendi değerlerini referans alarak bir dünya görüşü sunarlar ama, nietzsche öncesi ve çağdaşı filozofların aksine onların, kendi dünya görüşlerinin objektif olduğu gibi bir iddiaları da yoktur. alice, bilakis düşüşte, nietzsche’nin neredeyse “that’s my girl” diyerek takdir edeceği kadar “hür bir ruh” olmaya başlar.


    harikalar diyarı’ndaki serüven ilerledikçe, alice’in bakış açılarında esnekleşmekte geliştiğine şahit oluruz. karakterlere, objelere, olaylara ve durumlara yönelttiği bakış açılarını kontrol etmekte kademe atlamaya başlar. boyunun uzamasını ve kısalmasını sağlayan mantar kısmında, kendi boyunda mantarların yetiştiğini gördüğünde algı deneyimleri de gelişir. mantarın sağına soluna, altına bakar, daha sonra ona üstten bakabileceği de aklına gelir. mümkün olan her açıdan bakar ama mutlak doğru bir bakış açısı var mıdır? nietzsche için elbette ki yoktur, hatta bu soru manasızdır. çünkü bizim onun üzerindeki veya onun hakkındaki deneyimlerimizin dışında bir mantar yoktur bile. sadece onu konu alan bakış açılarımız vardır. bizden bağımsız olan realiteye duydukları arzuyu, filozofların bir önyargısı olarak görür. ona göre realite, görünenin gerisinde bağımsız olarak var değildir. güç istencinin etkisiyle nesneye belirli bakış açılarıyla yaklaşır ve manalar yükleriz; realite dediğimiz de tüm bunların toplamıdır; yani her birimiz için farklıdır ve aynı yoğunlukta değildir.


    gerçek algısının üzerinde yarattığı değişime adapte olmaya çalışırken, alice’in omzuna bir de kimlik sorgulaması biner. mantarın üstündeki tırtıl ile diyaloglarından bir kesit:


    “tırtıl, alice’e, “kimsin sen?” diye sordu. bu soru, sohbete koyulmak için çok cesaret verici bir başlangıç değildi. alice oldukça mahcup bir tavırla şöyle dedi: “şey efendim, yani aslında tam bilmiyorum. en azından bu sabah kalktığımda kim olduğumu biliyordum, ama o zamandan beri birkaç kez değiştim galiba.” bunun üzerine tırtıl sert bir tavırla “ne demek istiyorsun? kendinden söz et bakalım.” dedi. “kendimden söz edemem efendim,” dedi alice, “çünkü ben, ben değilim ki. anlatabiliyor muyum?” “anlatamıyorsun” dedi tırtıl.”



    alice, apaçık şekilde çok kuvvetli bir kimlik krizi yaşamaktadır. tırtıl’ın onun kimliğine ve neliğine dair yönelttiği sorular bu krizi pekiştirir. algısındaki ve görünüşündeki değişimlerden ötürü alice, kim olduğunu bilememektedir ve bunu bilmesinin tek yolu da, harikalar diyarı’ndan evvelki kendisini hatırlamaktır. ama bu da bir çözüm niteliği taşımaz, “geçmişe gitmemin bir yararı yok, çünkü o zaman farklı biriydim” der.



    nietzsche için bu kimlik krizi noktasında da alice’le benzeriz. kriz yönetimi de şunu kabullenmekle sağlanır: deneyimlerimiz haricinde kişiliğimiz yoktur. herhangi iki an arasında kesintisiz değişmelere maruz kalırız, ama değişen şey kimliğimiz değil deneyimlerimizdir, çünkü kimliğimiz yoktur. “ben” kavramı da salt kurgudur ve eylemi, onu eyleyenle ilişkilendirmek için kullanılan bir gramer kalıbıdır. eylemi yapanın, eyleme eklenmiş bir kurgu olduğunu söyler. “kişi” yoktur. tıpkı mantardaki gibi. ona yönelttiğimiz algıların gerisinde aslında gerçek bir mantar olmayışı gibi, gerçek benliklerimiz de yoktur. sadece hafıza ve deneyim bulamacıyız bir nevi. alice’in bocalaması karşısında tırtıl, kişiliğin bir yanılsama olduğunu bilen bir figür olarak tasvir edilir. bunu, alice tırtıl’ın kozaya dönüp sonrasında bir kelebek olarak çıkacak olmasının tuhaf hissettireceğini söylerken, tırtıl’ın ise bu metamorfozdan etkilenmeyeceğini söylediğinde anlarız. çünkü değişim geçirecek olan şeyin “gerçek bir şey” olmadığını biliyordur. bir yanılsamanın geçireceği değişimin de tuhaf hissettirmesi için; daha doğrusu herhangi bir şey hissettirmesi için bir sebep yoktur.


    sinir bozucu kimlik sorgulamaları haricinde, tırtıl’ın yönlendirmeleriyle mantarların farklı taraflarından tüketerek büyüyüp küçüldüğünü anlar; bu da algılarını kontrol etmek konusunda alice’i bir miktar daha yetkinleştirir. nietzsche’ye göre, algılarımızı ne kadar çok kontrol edersek, yaşadığımız hayat o kadar anlam ve değer kazanır, zira algılarımızdan başka bir şeyimiz yoktur. cheshire kedisiyle yaptığı konuşmada alice, ne tarafa gitmesi gerektiğini sorar. kedinin cevabı ise “bu büyük ölçüde senin nereye gitmek istediğine bağlıdır” olur. kedinin cevabıyla altı çizilen şey, kendi algılarımızı dinlemenin ve bu algılara göre seçimler yapmanın kişisel hayatlarımızın iplerini elimize almamızı sağladığıdır. cheshire kedisiyle ilgili bir diğer nokta, bazı zamanlarda görünüp bazılarında da kaybolmasıdır. aslında bu görünüp kaybolmalar rastgele değildir. cheshire kedisi, gerçek kavramının geçiciliğini ve süreksizliğini temsil eder. nietzsche bakışıyla kedinin görüntülerinden, daha doğrusu alice’in kedi deneyimlerinden öte bir kedi yoktur. alice’in kafası karıştıkça ve algıları silindikçe, kedi de silikleşir, en sonunda da gözden kaybolur. kediyi kadrajda tutan, alice’in algılama seviyesi ve oto kontrol becerisidir. alice’in nereye gitmek istediğini bilmeyişi, dolayısıyla kendi algılarını dinleyemeyişi, kediyi yok eder.



    daha sonra kraliçe, alice’i kriket oynamaya davet eder. daveti ister istemez kabul eden alice, bir zaman sonra cheshire kedisine durumun saçmalığından ve raydan çıkmışlığından dert yanar. kriket sopası yerine kullanılan flamingolar ve top yerine kullanılan kirpiler, skor kraliçenin lehine işlesin diye alice’in hamlelerini sabote eder. sonrasında harikalar diyarı’nın kuralsız bir dünya olduğuna iyice ikna olmaya başlarız. mart tavşanı, fare ve şapkacı, her daim çay partisindedir ve “doğmama günü” kutlarlar. oyunlar ve turnuvalar keza, onlar da kuralsızdır. alice’in yargılandığı duruşma karmaşık şekilde, hiçbir sonuca bağlanmadan uzar da uzar. alice her ne kadar algı değişimlerine ayak uydursa da, eski hayatından kalma alışkanlığının etkisiyle, bu dünyada da karmaşanın içinde illa anlam verebileceği ve bir kural sistemine oturtabileceği olgular arar. anlamsız veya adaletsiz olan her ögeyi bir çeşit rasyonalizme yerleştirmeye çalışır. duruşmada ise iyice sabrı taşar. kral, delil olarak sunulan sahte bir mektup için “bunda bir anlam yoksa, iyi ya işte, bu bizi bir dünya dertten kurtarır. bilirsin, anlam bulmaya çalışmamız gerekmez.”der. bu yaklaşım nietzsche’nin felsefesini tamamen destekler niteliktedir. çünkü bulunacak anlam yoktur. öte yandan yaratılacak anlamlar vardır, ama kralın da belirttiği gibi bu anlam yükleme süreci “bir dünya dert”tir. biçimsiz olanı şekillendirmeye çalışırız, ve bu yorucu bir süreçtir.



    kraliçe önüne gelene “alın şunun kellesini!” emirlerini yağdırırken alice kahramanı oynamak ister, (“kutsanmış öfke: lewis carroll ve modern düzen arayışı” kitabında alice, bir komedi kahramanının mizahına sahip olsa da bir trajedi kahramanı tavrı sergileyen bir figür olarak ele alınır.) kahramanlığa soyunuşu da elbette bir anlamlandırma hamlesidir. duruşmadaki, ve genel olarak harikalar diyarı’ndaki bu kaosun içinde kendi iradesiyle bir düzen yaratmaya; tüm bu delilik ve anarşinin içinde ayık ve çizgide kalmak için kendi kurallarını yazmaya çalışır. alice’in bu bağlamda temsil ettiği trajedi, nietzsche için hayatı katlanılabilir kılar. ve trajedinin aslında bir biçimi ve anlamı olmayan bu dünyaya bizim biçim ve anlam katma çabamızın sancılı sürecinde doğması; dünya ile aramızdaki ilişkiyi tanımlamamız yolunda önemli bir destekçidir. “trajedinin doğuşu” kitabında trajedinin iki güçlü etki altında oluştuğunu anlatır: apolloncu ve dionysoscu etki. apollon yunan mitolojisinde düzenin, biçimin ve mantığın timsalidir. korkutucu bir deneyim olmasına rağmen, tavşan deliğinden düşmenin alice için sakin, soğukkanlı ve temkinli yaklaşılabilir bir durum olması, onun apolloncu trajedi etkisinde bir karakter olduğunu gösteriyor. öte yandan dionysos dengesiz duyguların, deliliğin, sarhoşluğun ve hatta cinselliğin timsalidir. şapkacı ve mart tavşanı, bu trajedi etkisinin altındaki karakterlerdir. sağları solları belli değildir, bağımlılık seviyesinde çay tüketimleri vardır (çay, yüksek ihtimalle alkolü sembolize eder), kafa bulandırıcı şarkılar ve bilmecelerle birbirlerinin kalan akıl sağlığını ve huzurunu sabote ederler. hatta bazı teorilere göre şapkacı, alice’e karşı cinsel bir çekim bile hisseder. tüm bu aşırı yoğun duygusal-fiziksel reaksiyonlar; bu karakterlerin dionysoscu trajedi etkisi altında olduklarına işaret ediyor. özellikle bu trajedi etkisi, nietzsche’nin “hayatı evetlemek”, “hayattan alınabilecek her şeyi almak”, “doyasıya yaşayarak dünyadan intikam almak” gibi nihai amaç olarak vurguladığı eylemlere yöneliktir. şapkacı ve mart tavşanı gibi dionysos trajedisi kümesinde olan karakterler bu yüzden nietzsche felsefesine çok daha yakın diyebiliriz. öte yandan alice, bilakis serüvenin sonunda, iki trajedinin de arasında, eşiktedir. apolloncu trajedinin sorgulanabilir ve sıkıcı olduğunu kabullenmiş, ama dionysoscu trajedi karşısında yelkenleri suya indirecek kadar da “delirmemiş”tir. lakin cheshire kedisinin teorisine göre, alice zaten delidir:


    “şu tarafta,” dedi kedi, sağ pençesiyle yarım bir daire çizerek, “şapkacı yaşar. şu tarafta da,” dedi diğer pençesiyle aynı hareketi yaparak, “mart tavşanı yaşar.”
    “hangisine gitmeliyim?” dedi alice.
    “fark etmez; ikisi de delidir.” diye cevapladı kedi.
    “ama ben delilerin arasına girmek istemiyorum” dedi alice.
    “ne? burada hepimiz deliyiz. ben deliyim, sen de delisin.”
    “nereden biliyorsun benim deli olduğumu?”
    “öyle olmasan buraya gelmezdin.”


    cheshire kedisinin hangi dayanakla harikalar diyarı sınırları içerisindeki herkese “delilik” statüsünü mal ettiği ise bilinmiyor. bireyden bireye değişen perspektif farklılığının ve bu farklılıklar sebebiyle yaşanan dışlanmanın ismi “delilik” konseptiyle karşılanmış olabilir. nitekim yukarıdaki diyalogun devamında alice kediye, kendisinin deli olduğunu nasıl bildiğini sorduğunda kedinin cevabı şuydu: “bir köpek deli değildir. köpekler kızdığında hırlar, sevindiklerinde kuyruklarını sallarlar. oysa ben sevindiğimde hırlarım, kızdığımda kuyruğumu sallarım. demek ki ben deliyim.” aynı mantık sistemini bir köpek üzerinde kurduğumuzda, o da bir kedinin deli olmadığını varsayarak, reaksiyon farklılıkları sebebiyle kendisini deli olarak saptayacaktır. kitaptaki delilik kavramının, normal olarak kabul gören belirli bir optimum noktasının (ki bu nokta her karakter için farklıdır) dışında kalan herkes ve her şey için kullanılabilir, göreceli bir kavram olarak ele alındığı sonucuna ulaşabiliriz.


    deli yahut değil; alice, realite algısını keşfe çıkan bir insan sembolüdür (tıpkı matrix’in neo’su gibi). hepimiz dış dünya tarafından, yine bu dış dünyanın karmaşası ve uğultusundan biraz olsun sıyrılmak için bizim için anlamlı olacak içsel düzlemler yaratmaya teşvik ediliriz; bazen de buna itiliriz. dünyayla aramızdaki ilişkinin çoğu zaman obsesif kompulsif olduğunu bile iddia edebiliriz aslında. bizim sergilediğimiz obsesyon, hayatın olağan akışının aslında bir saçmalık olabileceği ya da daha kötüsü, gerçek olmayabileceği ihtimalinden duyduğumuz yoğun endişe ve sıkıntıyken; bunun üzerimizde doğurduğu kompulsiyon, bizim için anlamlı ve gerçek olabilecek başka düzlemler yaratma eğilimidir. alice’in kompulsif hamlesi de “harikalar diyarı”nı yaratmaktı. bizler yelekli ve saatli, üstelik konuşan bir tavşanın rehberliğinde böylesi bir serüvene dalmıyoruz; ama temelde yaptığımız şey, alice’inkinden farksız. yeni bir dünya yaratmıyoruz; ama içinde bulunduğumuz dünyaya kendimizce anlamlar yüklüyoruz. tavşan deliği içimizden geçiyor. tüm o kaos ve anarşi kafamızın içinde. hem kim bilir, belki de cheshire kedisi haklıdır. belki de hepimiz deliyiz.

mesaj gönder