• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (8.50)
marriage story - noah baumbach
"evli bir çiftin new york'tan los angeles'a kadar uzanan boşanma hikayesini konu ediyor."
  1. birkaç zaman evvel radikar bir karar aldım. kendimi eski okuma ve izleme alışkanlığıma döndürmek üzere aldığım bu karar, hayatımın son birkaç yılında kendimden bir anlamda nasıl da uzaklaşmış olduğumu gösterdi. söz konusu son birkaç yıl, öncesinde asla tahmin edemeyeceğim kadar yoğun geçti, ki hayatımla ilgili sevdiğim şeylerden biri bu (yoğunluk değil, tahmin edilemezlik). ve eskisi kadar verimli şekilde, o sıklıkta okuyamamam ya da izleyememem için de bu yoğunluğu bahane ettim. sorumluluğun büyük çoğunluğu elbette benim; ama rutinime aldığım/girmelerine engel olmadığım bazı insanların üzerimde atıl bırakıcı, heves kırıcı, tembelleştirici etkileri de oldu. bu etkiler, kaçınılmaz olarak alışkanlıklarımı da değiştirdi. hayatımın olmasını istemediğim ve hak etmediğim bir yola girdiğini de ilk kez bununla fark ettim: ben artık ne doğru düzgün okuyordum, ne de izliyordum. dönemsel olarak bazı eserlere takılıyor, haklarında bir şeyler yazmak için zaman ve düşünce mesaisi yapıyordum ama tüm bunlar vicdan sızımı dindirmek için basılan morfinlerdi. hepsi palavraydı. zaman geçtikçe bunun sadece okuma ve izleme alışkanlıklarımla ilgili olmadığını da gördüm; liste gittikçe kabarıyordu. bir an evvel bir şeyler yapmazsam; eleştirdiğim yahut kaçındığım ne varsa onlara doğru savrulacaktım.

    böyle bir giriş yaptım zira bu radikal kararım kapsamında izlediğim pek güzel bir film olan marriage story de, bu yıldırıdan mustarip olan bir karakter yansıtıyor bize: nicole. deneyimleri, seçimleri, yaşı gereği elbette çok farklı bir kulvarda çekiyor bu bulantıları. ama bu yine de beni onunla çok samimi ve kuvvetli bir empati yapmaktan alıkoyamadı.

    filmi iki defa izledim. çünkü ilk seferde istemsize nicole ile daha fazla bağ kurmuş, ve charlie’yi objektif değerlendirememiştim. önceden olsa bunu fark edemeyebilirdim; ama yakın zamanda, karşı cinsten çok yakın bir dostumla yer yer sürtüşmeye dönen bir anlaşmazlık yaşadık. kendisi beni çok derinlikli tanıyan, ikili iletişimlerde soğuk-sıcak ya da tahmin oyunlarını saçma bulduğu için kendisini tam zamanında ve çok net bir şekilde ifade edebilen ve kendimi ifade etmem konusunda bana cesaret veren, dürüstlüğünün benim üzerimde asla onur ya da heves kırıcı bir etkisinin bulunmadığı bir adam. ben de onunla olan ilişkimde dürüstlüğe önem veriyor, hatalı olduğumu fark ettiğim yerde bunu çekinmeden söylüyorum. nitekim bu tartışmamızın sebebi de iyi bir sonuç elde edileceğini sandığım ama aslında hatalı olan bir yaklaşımımdı. ve kendisi bana bunu açık bir şekilde belirttiğinde bir şey fark ettim: deneyimleri ve onları ifade ediş stilleri bana benzeyen insanlarla ya da karakterlerle empati kurmaya, hatta onları bir anlamda “kayırmaya” çok daha fazla meyilliymişim. diğer tarafı verimli bir şekilde dinlememe engel olabilecek bir şeydi bu. aynı hataya bir kez daha marriage story’de düşmemek ve nicole’e imtiyazlı yaklaşmamak için, bir de charlie’nin gözüyle izledim filmi. boşanma süreçlerini bir de onun perspektifinden izlemem her ne kadar bana ilk izleyişimde gördüklerimden fazlasını gösterse de, bir çıkarımım değişmedi: boşanma raddesine gelene dek daha çok çabalayan taraf olduğu halde hep daha fazla hayal kırıklığına uğrayan, yalnız kalan, istek ve ihtiyaçlarına saygı duyulmayan, bir parçası olması gereken hayattan dışlanan taraf nicole’dü. charlie’nin yaşadığı bulantı, sıkıntı, tahammülsüzlük nicole’den ziyade “evlilik” olgusuna karşıydı. çok beğendiğim kavga sahnesinde de “evlenmeyi en başından beri istemedim” şeklinde de belirtiyor bunu.

    istenilmeyen bir şeyin içinde yaşamak insanı mutsuz edebilir ve öfkelenmesini mantıklı kılar; ama ona tüm bunların sinirini yanındaki insandan çıkarma yahut sorumlu olarak onu işaret etme hakkı vermez. charlie’nin nicole’e karşı en büyük hatası buydu. memnun olmadığı koşullara karşı pasif agresif öfkeler büyütmek yerine, onunla aynı zeminde olan nicole’le iletişimini açık tutması, ne istediğini ve ne istemediğini konuşabilmesi, ve en nihayetinde onu da dinlemesi gerekiyordu. sırf evliliğe değil, ikili ilişkilere de böyle bakılması gerek bence. mutsuzsan, çaresizsen, memnun değilsen ve bunların sebebi içinde bulunduğun ilişkiyse yahut tüm bu kötü hislerin etkileri o ilişkide canlanıyorsa; senin halinden en iyi anlayabilecek kişi partnerin oluyor. çünkü o da o şeyin içinde. diğer insanlara tarif etmeye çabalarken kıvrandığın tüm o şeyleri o zaten biliyor, zaten bununla yaşıyor. belki senin kendi içinde yaşadığın şekilde yaşamıyor ama seninle aynı atmosferde soluyan diğer kişi o olduğu için tüm çevresel koşulları biliyor, tüm tetikleyicileri görüyor, tüm alarmları tanıyor. yani senin bu zemindeki yerini ve onunla arandaki bağı anlama potansiyeli en yüksek olan insan, partnerin. içten diyaloglarla, sağlıklı empatiyle, yerinde fedakarlıklarla (yerinde diyorum çünkü fedakarlıkta bulunmakla taviz vermek arasındaki farkı anlamayan duygusal zeka düşüklüğü örnekleri çok fazla) çözülemeyecek hiçbir sorun yokken; ilişkinin başlarındaki ufak tefek ihmaller ve bencillikler çığ gibi büyüyor. termodinamiğin ikinci yasasına karşı gelemediğimizden ötürü de; bir noktadan sonra olanları geri döndüremiyoruz çünkü geri döndürmek için gereken enerji, elimizdeki enerjiden çok daha fazla o noktada. ve artık sürdürülemeye çalışılan şeyin de bir anlamı kalmıyor. aklı olan ve kendisine saygı duyan hiç kimse de artık anlamı olmayan bir şeyi sürdürmeye yanaşmayacağı için; nicole de kendini çekip çıkarıyor bu anlamsız evlilikten.

    nicole’ün hatasız olmadığı da açık bir gerçek; lakin hatası charlie’ye değil kendisine karşı. az önce bahsettiğim şu fedakarlık-taviz verme ayrımını zamanında yapamadığı için; belki de evli olma fikrinin konforuna ve güven alanına kapıldığı, ya da anne olma içgüdüsü baskın geldiği için, fedakarlık yaptığını sandığı birçok anda aslında kendi hayatından bir şeylerin eksilmesine ve istediği hayattan uzaklaşmasına öncelikli olarak kendisi sebep oluyor. charlie’nin nicole’ün istek, ihtiyaç ve beklentilerine olan duyarsızlığı da bu uzaklaşma hızını ivmelendiriyor.

    charlie’yi ve bu evlilikteki rolünü çok daha iyi tanımama ve anlamama yardımcı olan iki önemli sahne var. birisi, oğluyla ev ortamındaki ilişkisini gözlemlemek üzere mahkeme tarafından görevlendirilmiş kadının önünde, anahtarlığıyla kendi kolunu yanlışlıkla kesmesine ve deli gibi kan akmasına karşın kıpırdamadığı ve her şey normalmiş gibi davrandığı sahneydi. bu aslında pek çok şey anlatıyor. charlie bir hata yapıyor - belki ölümcül değil, ama nihayetinde bir hata- ve sorun yokmuşçasına görmezden geliyor. yanındaki insanı da bu görmezden gelişe davet etmekte bir beis görmüyor. elbette bir noktadan sonra hatanın etkileri sonlanacak –kolundaki kanamanın durması ve yaranın kabuk bağlaması gibi- ama kana bulanmış gömlek, zemin ve havlular ne olacak? charlie’nin nicole’ü dinlememesi, hayattan beklentilerine karşı duyarsız ve bencil olması, hatta onu bir başka kadınla aldatması da kendi sebep olduğu bir çeşit kanamaydı. o var olan tüm gücüyle kesiği gömlek kolunun içinde saklamaya çalışsa da, döküntülerle uğraşmak nicole’e kalıyordu hep.

    ikinci sahne, filmin sonlarına doğru bir akşam yemeğinde mikrofonun başına geçip stephen sondheim’a ait olan “being alive” şarkısını söylediği sahne. şarkı, yalnız kalmanın yaşamaya uygun olmadığına emin olana dek evlenmeye niyetli olmayan inatçı bir bekar hakkında. yani bir bakıma charlie’yi çok net yansıtıyor; onu acısı konusunda en hassas ve en dürüst hallerinden biriyle izliyoruz. ve nicole’ü kaybettiğinde neleri kaybettiğinin bilincine tam olarak bu anda varıyor. hem aşk hem de kariyer hayatında olabilecek en mükemmel işbirlikçiyi, en iyi dostunu, söylediği şarkıda belirttiği her isteğini gerçekleştiren ve onu tamamlayan partnerini ve bu kavramların içindeki anlamları kaybettiğini o an fark ediyor. kaybedene dek elinde ne olduğunu bilmeyen tipik bir karakter haline gelse de; eş zamanlı olarak çektiği acı da çok iyi yansıtıldığı için charlie’ye öfkeli bir tutum da sergileyemiyoruz.

    taraflardan birinin kendi bireyselliğine aşırı derecede –partnerinin de bir birey olduğunu unutacak kadar- bağlı olduğu ilişkilerin sürmeyeceğini çok net ve ılımlı bir şekilde anlatan bir filmdi marriage story. filmde bu bireysellik bağımlılığı charlie’nin kariyeriyle olan ilişkisi üzerinden yansıtılmış ama gündelik hayatta bunun yüzlerce örneği var. yani bu bağlamdaki “kariyer” konsepti kaldırılıp yerine yüzlerce farklı durum ya da tutum getirilebilir. lakin sonuç değişmiyor. ve maalesef, günümüzde ilişkilerin sürdürülebilirliğini belirleyen en güçlü parametre, çoğunlukla kadının tahammül ve özveri (yeteri kadar zaman geçtikten sonra bu tavize dönüşüyor) istikrarı. süren ilişkiler ya kendi hayatını geri plana atmış bir kadın var diye; ya da birbirlerinin istek ve ihtiyaçlarına karşılıklı olarak saygı duyan bir kadın ve bir erkek var diye sürüyor (ki ikincisi maalesef daha ender). hak ettiği ilgiyi, saygıyı ve çabayı bulamayan taraf da ilişkiden kendini çekip çıkarıyor zaten eninde sonunda.

    bitirmeden önce filmle ilgili çok sevdiğim bir şeyi de belirteyim: açılış sahnesi nicole ve charlie’nin birbirleri hakkında sevdikleri özelliklerini ve huylarını listelemeleriyle başlıyor. ve filmde her ne kadar boşanmanın nahoş tarafları odakta olsa da, film boyunca tıpkı en baştaki listede olduğu gibi sevginin ön planda olduğu birçok detay var. bu kısım benim için önemliydi zira popüler kültürün boşanma temalı pek çok ürünü; çifti sadece boşanmaya iten bencillikleri, anlaşmazlıkları, çıkar çatışmalarını vitrine koyuyor ve gerisini göstermeye yanaşmıyor. sanki tüm bunlardan önce söz konusu iki insanın birbirlerinde gördükleri, benimsedikleri, sevdikleri hiçbir şey yokmuşçasına. marriage story, bu gerçekçiliği pas geçmeyen, iyiyi de kötüyü yansıttığı kadar etkili ve yerinde yansıtan bir film.

mesaj gönder