1. sanat formlarının hepsini bünyesinde barındırdığı için popülerliğini ve çağdaşlığını her daim koruyan, buna karşılık ticarethaneye dönen sektörle sanat titrini taşıyan eser sayısını günbegün kaybeden, yedi kardeşin en küçüğü. üzerine çok şey yazılır, çizilir. hepsi boş laftır. cahiers du cinema söyleşilerine kadar hitchcock'u, daha şundan otuz yıl önce bir zamanlar amerika ile yuhaladıkları leone'yi ve daha birçoğunu anlayamamış bir kitleden çıkacak hiçbir yorumu ve kuramı dikkate almayınız. sinemanın tek esası vardır: ne kadar seyir, o kadar yelpaze, o kadar can damarı ve nihayetinde yaşayan ve nefes alan hayat ağacı. dr. mabuse'u izlememiş seyirci metropolis'e bayılır, fantomas'ı izlememiş olan da mabuse'u tümüyle özgün zanneder. almanya'dan kaçışlar olmasa idi sesli döneme geçmezden evvel zaten zirveye varmış avrupa sineması nerelere varırdı hiç bilemeyeceğiz ama, gerek louise brooks, clara bow gibi oyuncuların sahne hayatı gerekse lang başta olmak üzere, hollywood'a göçen pek çok yönetmenin eser kalitesi bu dönemle beraber sona erdi veya düştü ve "popcorn" olarak tabir ettiğimiz filmler, zaten "altın dönem"ine ulaşmış yirmilerden sonra, bu titr otuzlara atfedilerek, star dönemi ve romantik komediler başta olmak üzere, genişlemiş tür sineması, zengin stüdyoların elinde temelini atmış oldu. sinema tutkusu arada aracı istemez, birebir bağ kurarsınız ve bahsettiğim hayat ağacının beslenmesi için katkı maddesi olmaksızın meyveyi direkt sizin koparıp yemeniz gerekir. uyuşturucu etkisi vardır, bağımlılık yapar. "kullanıyorum" cakası satanlardan olacaksanız, kendisiyle gerçek bir bağ kuramazsınız. sinema size çoklu tecrübeler ve simüle hayatlar verir ama sahte kimliği siz kendiniz yaratırsınız. gerçek beslenenleri olarak, aldığımızı üretim olarak geri sunmak ve ürünleri arasında analitik mukayese ile filmleri geniş gruplar altında, birbirlerine referans olacak şekilde birbirine bağlamak, her birine ilgi duyan seyircinin diğer üçüne, beşine ulaşmasını bu sayede hızlı ve pratik biçimde, zaten kısa olan ömründe, uzun ve verimli yollar almasını sağlayacaktır. the big clock'tan no way out'a, no way out'tan the usual suspects'e gibi... kısacası, izleyiniz, biriktiriniz, asla yetinmeden üstüne yenilerini katınız. "oldum" dediğiniz an, hiçsiniz demektir. "aşk ve gurur" güzeldir, fakat kibirin sinemada yeri yoktur.

    şunu da söylemeli: ne kadar eski, o kadar özgün. seyre koyulduğunuz bir filmin yeniden çevrim olup olmadığını bilmiyorsanız, aratınız; varsa eskisini tercih ediniz. ayrıca, bir arkadaşımın dediği gibi, "izlenmemiş her film günceldir." "eski" saçmalığı, bir hafta önce çekilen film için de kağıt üzerinde geçerli olduğundan, sadece cahil saçmasından ibarettir. insanlığı ilgilendiren, filme çekilmiş her sorun günceldir ve en iyi örnekleri sessiz dönemde çekilmiştir.

    sinemanın bileşenleri arasında üvey evlat muamelesi gören film müziğine de ayrı bir parantez açmak lazım. müzik klipleri beş dakikayı bulmayan hikayelerinde şarkıya senaryo arayışı içine girerken; bu eserler her notasında filmin her sahnesini taşırlar, sizin zihninize hangisi düşerse. etkilenimin de bilinçaltı ve üstü ağırlıkla yüzdesi müzik sayesindedir. beethoven senfoni no.7 yahut mozart requiem'i son yıllarda sıkça duymamızın sebebi de bu garanticilik. leone bunu anlamıştı ve morricone ile ortaklığında önce besteleri hazırlatıp sonra sahneyi çekmeye koyuluyordu. kısacası, filmi izlerken kulağınızı da verin ve iki üstün sanat dalının mükemmel bileşimine kayıtsız kalmayın. film şarkıları ve film müzikleri, sözsüz eserin sözlü versiyonları hariç tutulmak üzere, iki ayrı alandır ayrıca ve film müziği deyince aklınıza fason kullanılan poptirik şarkılar gelmesin. miklos rozsa'yı, michel legrand'ı, john barry'i, max steiner'i dinlemediyseniz, zaman kaybetmeden bu geniş alanı keşfe bakın. alec guinness'i obi wan kenobi'yle, christopher lee'yi saruman'la tanıyanlardan olmayın (star wars'ta peter cushing de vardı yahu!) ingiliz kara komedilerini, ealingleri izleyin, leyla ile mecnun'a güldüğünüz zamanlara şaşırın. audrey hepburn'le yatıp kalkmayın, katharine hepburn'u, onu hatmettikten sonra barbara stanwyck'i keşfedin. anna karina'yı boşverin, anna karenina'da garbo'yu izleyin. gloria gaynor'da dans etmeyin, janet gaynor ile lucky star'da dans edin. singin' in the rain'in adını verdiği filmde dahi coverlandığını bilin. ne bileyim, murnau'yu uzak doğulu bir adam sanmayın. johnny depp hayranıysanız benny & joon izleyin bari en azından, for god's sake! susuz yaz'la jean de florette'nin, suddenly ile selamsız bandosu'nun kardeş olduğunu kendiniz izleyip keşfettiğinizde emin olun daha mutlu olacaksınız. vesair, vesair. fransız yeni dalgasına kapılırsanız da eric rohmer izlemeyi unutmayın. nuff said şimdilik, that's all folks. her şeyi burada yazarsak yazılı esere bir şey kalmaz, perdeyi kapatıyoruz. gözünüze ineni açarak. f u later.

mesaj gönder