
Kimdir?
varoluÅŸçuluk ile ilgilenmiÅŸtir ve absürdizm akımının öncülerinden biri olarak tanınır; fakat camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediÄŸinden, kendini bir "varoluÅŸçu" ya da "absürdist" olarak tanımlamaz. 1957'de nobel edebiyat ödülü'nü kazanarak, rudyard kipling'den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuÅŸtur.ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybetmiÅŸtir.
hayatı
çocukluÄŸu ve gençliÄŸi
20. yüzyılın en güçlü cezayirli yazarlarından biri olan albert camus, 1913'te cezayir'in mondovi kasabasında doÄŸdu. yoksul bir aileden gelen camus'nün babası bir alsaslı, annesi ise ispanyol'du. i. dünya savaşı sırasında, 1914'te babasını kaybetti. annesi evlerde hizmetçilik yaparak oÄŸlunu okutmaya çalıştı. ancak camus, daha bağımsız bir hayat sürebilmek için evinden ayrıldı. 1923'te liseye, ardından da cezayir üniversitesi'ne kabul edildi. üniversite eÄŸitimi sırasında saÄŸlığı bozuldu ve 1930'da vereme yakalandı. hastalığı yüzünden üniversite takımının kaleciliÄŸini bırakmak zorunda kaldı. bundan sonra çeÅŸitli iÅŸlerde çalışmaya baÅŸlayan camus, felsefe eÄŸitimini ancak 1936'da tamamlayabildi.
1934'te fransız komünist partisi'ne katıldı. bu hareketinin kaynağı, marksist-leninist öÄŸretisine (doktrinine) desteÄŸinden ziyade, ispanya'da daha sonra iç savaÅŸla sonuçlanacak politik duruma duyduÄŸu kaygıydı. ancak üç yıl sonra, troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. camus 1934'te simone hie'yle evlendi. simone bir morfin bağımlısıydı ve camus'yle evlilikleri, simone'nun sadakatsizliÄŸine baÄŸlı olarak son buldu. 1935'te "iÅŸçinin tiyatrosu"nu (théâtre du travail) kurdu fakat bu tiyatro 1939'da kapandı. aynı yıl, verem hastası olduÄŸundan fransa ordusuna kabul edilmedi.
1940'ta piyanist ve matematikçi francine faure ile evlendi ve 5 eylül 1945'te catherine ve jean adlarında ikiz çocukları oldu. aynı yıl paris-soir dergisi için çalışmaya baÅŸladı. daha henüz "sahte savaÅŸ" olarak adlandırılan ii. dünya savaşı'nın ilk zamanlarında bir pasifist olarak kaldı. ancak bu tutumu paris'in alman ordusu tarafından iÅŸgali ve 1941'de, komünist gazeteci gabriel péri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle deÄŸiÅŸti ve onun da baÅŸkaldırmasına neden oldu. paris-soir ekibiyle bordeaux'ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan "yabancı" ve "sisifos söylencesi"ni tamamladı. camus, bordeaux'yu 1942'de terkedip cezayir'in oran ÅŸehrine gitti ve ardından paris'e döndü.
edebiyat kariyeri
camus ii. dünya savaşı sırasında naziler'e karşı oluÅŸmuÅŸ fransız direniÅŸi'ne katıldı ve bu direniÅŸin bir parçası olarak "combat" adında bir gazete yayımlamaya baÅŸladı. 1943'te gazetenin editörü oldu; fakat 1947'de "combat" ticari bir gazete olunca buradan ayrıldı. jean-paul sartre ile tanışması burada gerçekleÅŸmiÅŸtir.
savaÅŸtan sonra, sartre ve beauvoir gibi kiÅŸilerin buluÅŸtuÄŸu boulevard saint-germain'deki café de flore'u ziyaret etmeye baÅŸladı. bu yıllarda, aynı zamanda amerika'yı turlayarak fransız varoluÅŸçuluÄŸu hakkında dersler verdi. politik olarak sol görüÅŸlere yatkın olmasına raÄŸmen komünizme karşı çıkması, ona komünist partilerde arkadaÅŸ kazandırmadığı gibi sartre'dan da uzaklaÅŸtırdı.
camus, 1949'da vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve "baÅŸkaldıran insan"ı yayımladı. bu kitap, fransa'daki birçok sol görüÅŸe sahip arkadaşı ve özellikle de sartre tarafından hoÅŸ karşılanmadı ve sartre'la bütünüyle yollarını ayırdı. kitabının tatsız yorumlarla karşılanması camus'yü kitap yazmaktan tiyatro oyunları çevirmeye itti.
camus, 1950'lerde kendini insan haklarına adadı. 1952'de birleÅŸmiÅŸ milletler, francisco franco diktatörlüÄŸündeki ispanya'yı üye olarak kabul edince unesco'daki çalışmalarını durdurdu ve kurumdan ayrıldı. ayaklanmalarda insandışı bir sertlik kullanan sovyet metodlarını eleÅŸtirdi. pasifistliÄŸini koruyan camus, idam cezasına karşı savaşını sürdürdü.
cezayir bağımsızlık savaşı 1954'te baÅŸladığında, camus kendini ahlakî bir ikilem içinde buldu. bunun nedeni, cezayir doÄŸumlu fransızları tasvir ederken kullandığı sıfat olan "siyah ayak"tı. ancak, sonunda, savaÅŸta fransa hükümetini savunuyordu. kuzey afrika'da baÅŸlayan isyanın, aslında mısır önderliÄŸindeki yeni-arap emperyalizminin ve batıya saldıran sovyetler birliÄŸi'nin iÅŸleri olduÄŸunu düÅŸünüyordu. cezayir'in özerk, hatta bir federasyon olmasını savunuyor; fakat bütünüyle bağımsızlığını desteklemiyordu. öte yandan, araplar'la "siyah ayak"ların beraber yaÅŸayabileceÄŸini düÅŸünüyordu. bu kriz sırasında ölüm cezasına çarptırılan cezayirlilerin kurtulması için gizlice çalıştı.
camus, 1955 ve 1956 yıllarında fransız "l'express" dergisinde yazdı. bunların ardından 1957 yılında camus nobel edebiyat ödülü'nü kazandı. nobel ödülünü aldıktan sonra büsbütün geniÅŸleyen ünü, onu xx. yüzyıl dünya edebiyatının baÅŸköÅŸesine yerleÅŸtirdi. genel yaklaşım bu ödülün bir önceki yıl yayımlanan "düÅŸüÅŸ" için deÄŸil, idam cezasına karşı yazdığı "réflexions sur la guillotine" makalesi için verildiÄŸidir. stockholm üniversitesi'nde yaptığı bir konuÅŸma esnasında cezayir konusundaki hareketsizliÄŸini savundu. fakat daha sonra cezayir'de yaÅŸayan annesinin başına ne geleceÄŸi konusunda meraklandığını bildirdi. çeliÅŸkili sayılan bu durum fransız sol entelektüelleri tarafından tepkiyle karşılandı.
ölümü camus, 4 ocak 1960'ta, sens yakınlarındaki küçük villeblevin kasabasında "le grand fossard" isimli bir yerde geçirdiÄŸi trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. daha sonra mantosunun cebinde bir tren bileti bulunmuÅŸtur. büyük bir olasılıkla, camus gideceÄŸi yere trenle gitmeyi planlamıştı; fakat arkadaşıyla birlikte arabayla dönmeyi tercih etti. ironik biçimde, camus daha önce en absürt ölüm ÅŸeklinin ne olduÄŸu sorulduÄŸunda, araba kazasında ölmeyi bunlardan biri olarak nitelendirmiÅŸti. kazanın gerçekleÅŸtiÄŸi facel vega marka otomobilin sürücüsü ve yayımcı dostu da camus'yle birlikte hayatını kaybetti. camus lourmarin mezarlığı, lourmarin, vaucluse, provence-alpes-côte d'azur'de gömülmüÅŸtür.
camus'nün ölümünden sonra telif hakları camus'nün çocukları olan, catherine ve jean camus'ye devredildi. ölümünden sonra 1970'te "mutlu ölüm", 1995'te de öldüÄŸünde hala bitmemiÅŸ olan "ilk adam" yayımlandı.
camus'ye göre "saçma"
camus'nün felsefeye en büyük katkısı, insanların ne berraklık ne de anlam sunan dünyada bunları aramalarının sonucu olarak oluÅŸan "absürt" fikridir. filozof bu felsefesini "sisifos söylencesi"nde açıklayıp "yabancı" ve "veba" gibi romanlarında da iÅŸlemiÅŸtir.
genelde varoluÅŸçulukla birlikte ele alınan "absürdizm" (saçma, uyumsuzluk felsefesi) ile birçok yazar ilgilenmiÅŸ ve bu felsefi düÅŸünce akımını kendine göre yorumlamıştır, camus "saçma"`nın kurucusu deÄŸildir fakat bu düÅŸünce akımında önemli bir yer tutar.
camus, makalelerinde okuyanı dualizmle tanıştırır. mutluluk ve keder, yaÅŸam ve ölüm, karanlık ve aydınlık.. hayatın çeÅŸitli biçimlerde geçtiÄŸini ve insanın ölümlü olduÄŸu gerçeÄŸi de budur. sisifos söyleni`de bu dualizm bir çeliÅŸki halini alır: bir yanda yaÅŸayarak hayatlarımıza deÄŸer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeÄŸini de bilmekteyiz. bu çeliÅŸkiyle yaÅŸamak "absürt"`ün ta kendisidir. eÄŸer hayatımızın anlamsız ve boÅŸuna olduÄŸunu biliyorsak, kendimizi öldürmeli miyiz? bu trajedik kısır döngü nasıl aşılabilir? camus saçma kavramını burada kurar: yaÅŸamın beyhudeliÄŸinin bilincinde olan insan. fakat camus intihardan yana deÄŸildir, yaÅŸamın anlamsızlığının yok edilemeyeceÄŸinin bilincindedir fakat bununla savaÅŸmaktan kaçınmaz.
varoluÅŸçuluk ve absürdizm hakkındaki görüÅŸleri
bazı eleÅŸtirmenler camus`yü kategorize etmeye çalışarak onun bir varoluÅŸçu ya da absürdist olduÄŸunu söyler. eleÅŸtirmenlerin mi ya da camus`nün kendi ifadesinin mi doÄŸru olup olmadığı tartışılmakla birlikte, camus etiketlenmeyi sevmediÄŸini belirterek varoluÅŸçu olduÄŸu tanımına karşı çıkar: "hayır, ben bir varoluÅŸçu deÄŸilim. sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep ÅŸaÅŸtık. sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduÄŸumuzu anladık. sartre bir varoluÅŸçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı sisifos söylencesi`dir ve sözde varoluÅŸçu filozoflara karşı doÄŸrultulmuÅŸtur.camus felsefesini en iyi anlatan sözlerinden biri de; 'hayat hiç bir ÅŸey deÄŸildir, itina ile yaÅŸayınız.'dir. hayatın bir anlam aramaya çalışmayacak kadar kısa olduÄŸunu, nihayetinde bir anlamı olmadığı, anlamı olsa bile olmasının hiç bir ÅŸey deÄŸiÅŸtirmeyeceÄŸidir. bu yüzden insanın yapabileceÄŸi en iyi ÅŸey hayatını yaÅŸamak olacaktır. camus hayatın anlamsız olduÄŸunu söylemiÅŸtir, fakat anlamsız bir ÅŸeyi anlamlı yaÅŸamanın da bir sakıncası yoktur. bu yüzden camus'un felsefesi pesimizm veya aşırı bir melankoli deÄŸildir.
bir absürdist olup olmadığı hakkında da ÅŸunları söyler: "absürt kelimesinin kötü bir geçmiÅŸi var ve bunun beni rahatsız ettiÄŸini itiraf ediyorum. absürt`ü sisifos söylencesi`de ele alırken, bir metod arıyordum doktrin deÄŸil. sistemli bir ÅŸüphe pratiÄŸi yapıyordum. daha sonra bir ÅŸeyler inÅŸa edebileceÄŸi düÅŸüncesiyle "tabula rasa" yöntemini kullanmaya çalışıyordum. eÄŸer hiçbir ÅŸeyin bir anlamı olmadığı varsayarsak, dünyanın absürt olduÄŸu sonucuna ulaÅŸmalıyız. fakat gerçekten hiçbir ÅŸeyin hiçbir anlamı yok muydu? bu noktada kalabileceÄŸimize hiçbir zaman inanmadım."
camus ve futbol
camus`yle birlikte anılan ve sık sık gönderme yapılan konulardan biri de kaleciliÄŸidir. bir süre cezayir üniversitesi genç takım kaleciliÄŸi yapmıştır ve maç raporlarına göre tutkuyla oynayan cesur bir kalecidir. bir seferinde arkadaşı charles poncet "tiyatroyu mu yoksa futbolu mu" tercih edeceÄŸini sorduÄŸunda, "tereddütsüz futbol" cevabını vermiÅŸtir. tüberküloza yakalanınca futbolu bırakmak zorunda kalmıştır. 1950'li yıllarda bir spor dergisine futbol hakkında bir yazı yazması rica edilince ÅŸöyle demiÅŸtir:
« ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceÄŸim ne biliyorsam onu futbola borçluyum.»
camus, dini ve politik insanların aklımızı karışık ahlaki sistemlerle karıştırmaya çalıştığını böylece aslında basit olan ÅŸeylerin olduÄŸundan daha komplike göründüÄŸünü söyler. insanlar, politikacılar ve filozofların alanı yerine futbolun basit ahlakına bakmakla daha iyi edebilir.
-
"isveç söylevi" adlı şöyle bir söylev metni olan felsefeci ve yazar:
"ben kendi hesabıma sanatım olmadan yaşayamam. ama bu sanatı her şeyin üstüne koymuş da değilim. tersine, onsuz edemeyişim, onun beni herkesle bir etmesi ve olduğumdan başka türlü olmaksızın herkesle bir düzeyde yaşatmasıdır. sanat benim için tek başına tadı çıkarılan bir şey değildir. sanat bence, en büyük sayıda insanı, ortak acılar ve sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri bulmaktır. demek ki sanat, sanatçıyı, insanlardan ayrılmamaya zorlar; onu, en gündelik ve en evrensel gerçeğe bağlar. ve çok defa, kendilerini başkalarından ayrı gördükleri için, sanatı seçenler kısa zaman sonra anlarlar ki, sanatlarını ve başkalıklarını, ancak herkesle benzerliklerini ortaya koyarak gösterebilirler. sanatçı kendini bu başkalıklarına gidip gelme ile yoğurur; vazgeçemediği güzellik ve kopamadığı topluluk arasındadır. onun için gerçek sanatçılar hiçbir şeyi küçük görmezler; yargılamaya değil, anlamaya çalışırlar. ve dünyada tutacakları bir yer varsa, o da, nietzsche’nin çok güzel söylediği gibi, yargıcın değil, işçi olsun, aydın olsun, yaratıcının başa geçeceği bir dünya olacaktır.
buna inandık mı, yazarın rolü ister istemez zorlaşır. sanatçı tanım gereği, bugün tarihi yapanların buyruğuna girmez; tersine, ona katılanların buyruğundadır. yoksa tek başına ve sanatının uzağında kalır. zorbalık, milyonlarca adamı ile onu yalnızlığından ayıramaz, onlara ayak uydurmaya kalkışsa bile, hatta asıl o zaman. ama dünyanın öbür ucunda hapse girmiş ve hor görülmüş, bilmediğimiz bir insanın çıkmayan sesi, yazarı, yalnızlığından kurtarmaya yeter, hiç değilse, özgürlüğün sağladığı olanaklar içinde, o çıkmayan sesi unutmamayı ve onu sanat yoluyla duyurmayı başardıkça.
hiçbirimiz böylesine büyük bir işin adamı değiliz. ister bütün ömrünce ünsüz ya da bir zaman içinde ünlü olsun, ister zorbaların zincirlerine vurulsun, ister bir süre dilediğini serbestçe söylesin, yazar kendini haklı ve canlı bir topluluk içinde duyabilir; bu da, yazarın, elinden geldiği kadar, sanatının büyüklüğünü yapan şu iki görevi yüklenmesiyle olur: gerçeği ve özgürlüğü. sanatçının işi en büyük sayıda insanı toplamak olduğu için, yalanla ve kölelikle uzlaşamaz, çünkü yalan da kölelik de bulundukları yerde yalnızlıkları çoğaltır. tek tek olarak sakatlıklarımız ne olursa olsun, soylu yazarlık sanatı, korunması güç olan şu iki ödeve bağlı kalacaktır: bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı olmak."