1. samimiyet derecesine göre değişken birlikteliktir. konuyla ilgili olduğunu düşündüğüm bir sayfa;

    (bkz: atları bağlayın geceyi burada geçireceğiz)

    !---- spoiler ----!

    dedim ki: "kalbinin bir ucunu bir başkasınınkine teyellemek istiyor insan. hepsi hepsi bu.”

    dedi ki: "yaşlanıyorsun.”

    okuldan arkadaşım. lise yıllığıma yazılmış onlarca "hep arkadaş kalacağız" sözünü tutmuş tek kişi. hayat onca evirdi çevirdi, salladı, büktü, kırdı geçti, biz kopmadık. her şey değişti, benim ona baktığımda gördüğüm, onun bana baktığında gördüğü yeniyetme aynı kaldı. arka sıramda oturdu yedi koca sene. onun bir yaz tatilinde insanüstü bir başarıyla beden eğitimi dersindeki boy sırasında en sondan en başa ışınlandığı, sesinin erkeklikle çocukluk arasında bir yerde tarazlandığı yıllarda girdi hayatıma. benim memelerimin henüz çıkmadığı, ama allah'tan umudun kesilmediği yıllar. defterden yırttığımız sayfalara yazdığımız mektuplarla başladı arkadaşlığımız. birbirimizden ödünç aldığımız kitapların arasına sıkıştırıp, değiş tokuş ettiğimiz dünyalarımızdı o yeniyetme mektuplar. yok, aşık falan değildik birbirimize. bilakis o başka birini seviyordu. ben başka. bizimkisi iki vurgun kalbin dayanışmasıydı daha çok. ben hayatı bir erkeğin gözünden görmeye yelteniyordum onunla. o da benden kadınların neden bu kadar anlaşılmaz olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. ama çuvallıyorduk sıklıkla.

    onun kalbi, sınıfın her konuda yaşından büyük demeçler veren, kuvvette muhtemel geleceğin feminist avukatı neslihan'daydı. benim kalbimse karşı sınıfta. müzisyen bir çocukta. okulun bahar şenliğinde sahnede iki akor basarak nazarımda 'rock star' nişanına layık görülmüş, şu ince uzun, az konuşan çocuklardandı. kulağında mütemadiyen kulaklık, elinde adını hiç duymadığım yazarların kitapları. kızların hepsi hastaydı ona. deri ceketle gelirdi okula. onu sabahları öyle görüverince koridorda, saçlar yataktan yeni kalkmış, hafif kambur, bir sessizlik çökerdi sanki dünyaya ya da bilmiyorum bir tek bana öyle gelirdi galiba. gözümün önüne hâlâ, sahnede o gün wish you were here'ın boktan bir versiyonunu çalan elleri geliyor. o zamanlar, kulaklar sağır elbet. o ne çalsa, benim için başyapıt. şöyle bir geri atsa başını, parmaklarını gezdirse gitarın perdesinde, nasıl çaldığı umurumda değil, kulaklarımın uğuldamasına yetiyor.

    aklımızın devre dışı, sadece kalbimizin olduğu yıllar, bilirsin. kalp "git" diyor, gidiyoruz. "sev" diyor, seviyoruz. teneffüs zilinin çalması yetiyor sırtımızın ürpermesine. koridorda iki saniye de olsa yan yana durup bir çift laf etme ihtimali var ya o kızla ya da o çocukla. elini tutmak, hafta sonu kadıköy'de bir kafede buluşmak, sinemanın karanlığına saklanmak falan, işin o kısmına öyle uzağız ki. bakmıyor bile bize o kızla o çocuk. şikayetçi değiliz ama. yoksunluğumuzu allayıp pulluyoruz aklımızın içinde, minik kağıtlara yazıyoruz kargacık burgacık, iyi geliyor. gizliden gizliye seviyoruz üzülmeyi. yeni mektuplar yazacak malzemeyi sağlıyor bize üzülmek. genç werther görse acır halimize. öyle şelale duygularımız. hormonlar damarlarımızda köpük köpük dolaşırken, cemal süreya'yı keşfetmişiz bir de. sevda sözleri. insanın ergenlikte kendine hiç acıması yok. kadıköy' de bir sahafta bulup almıştım kitabı. her yere götürüyordum yanımda. bütün şiirler ezber. onun eli bir kızın, benim elim bir oğlanın eline değmemiş, süreya bir güzel derman oluyordu erotik dokunulmazlığımıza. aklımıza o vakitler ne olduğunu pek anlamadığımız ama yine de kapılıp gittiğimiz tuhaf şeyler getiriyordu. birbirimizden utanma sıkılmamız da yok. aynı takımdayız çünkü. aynı tavanın balığıyız. her şeyi yazıyorduk mektuplara.

    matematiğim yetmedi hesaplamaya, "kaç yıl oldu?" dedim. durdu, düşündü, "25," deyiverdi. gümüşlük'te denize sıfır bir masada oturmuşuz 25 yıl sonra, "iyi ki hâlâ var" diye geçirdim aklımdan.

    iki gün önce aramış, "bodrum'a gidiyorum. hadi atlayalım arabaya, birlikte gidelim," demiş. bırakıp her şeyi kaçıvermişiz birkaç günlüğüne.

    bakıyorum yüzüne, bitkin. bir evlilik gömdü yakın zamanda. onca yoğunluğuma rağmen bu zamansız kaçamağa hayır diyemeyişim ondan. bana ihtiyacı olduğunu biliyorum. saçlarındaki beyazların kahverengilere galibiyetine ramak var. benim bedenimse yerçekimiyle savaş halinde. onun tersine hiçbir şeyi gömmedim epeydir. hiçbir şeyi doğurmadığımdan olacak. ne bir evlilik ne bir çocuk. merhabasız, vedasız geçti son birkaç yılım. iyi de oldu şimdi düşününce. insan bazen başlamasa ya hiçbir şeye. dursa öyle.

    kafamı çevirip denize baktım. kaç tane içtik allasen? efkâr çıkıp geldiğine göre gün boyu saklandığı yerden, aklım zamanda yolculuğa çıktığına göre, ben şahsen beş taneyi devirmiş olmalıyım çoktan. onu bilmem.

    -"neslihan n'apıyor? şu ortaokuldaki bilmiş neslihan. hiç haber aldın mı?" dedim.

    şaşırdı önce, beni tanıyor, üzerinde durmadı zamansız sorumun.

    -"evlenmiş o da," dedi. "kızı olmuş. ev yemekleri yapan küçük bir restoran açmış levent`te. hikâyenin tamamı bu kadar.”

    - “avukat olamamış demek. benim gitarcı ne yapıyor acaba?” "onun da rock star olmadığı kesin. belki marmaris’te falan şu yazlık barlardan birinde mfö şarkıları çalarak yaşlanıyordur."

    -"bana yar olmadı ya, kimseye de olmamıştır umarım," dedim.

    -"o kaybetti," dedi. güldük.

    güldürmeyi başardı beni yine. benim gibi doğuştan kasvet sever birini, güldürmek kolay değil hiç, ama onun için kolay. sohbetin ağlamaya en imkân tanıyan anında bile saçma sapan bir laf edip dağıtıverirdi bulutlarımı. iyi ki vardı gerçekten. zor da olsa aklımı, benim çöp bacak gitarcıdan, avukat olamamış geveze neslihan'dan alıp bugüne, denizle karanın birleştiği yere kurulmuş rakı masasına getirmeyi başardım. işin içine rakı girince, bir hal geliyor ya insanın üzerine, bıraksalar dünyayı ele geçirirsin, öyle kocaman bir cesaret doldu içime. bu cesaret kısmını içimden mi yoksa dışımdan mı söyledim, bilemedim. utandım biraz. 25 yıl sonra garip geldi onun yanında, ondan utanmak. hiç hesapta yokken "peki, biz ne yapıyoruz?" diye sordum.

    gözlerini kaldırıp masadan yüzüme baktı. durdu önce. ne ima ettiğimi anlamaya çalıştı. bıyığını düzeltti. bu kadar alkollü olmasa bir bakışta ciğerimi okurdu ya, emin olamadı. bir şey diyecek gibi oldu. bekledim. gülümsüyor mu? bozuldu mu? bilemedim. sırtımızda eylül yeli, iki 39, bakıştık. kafasını denizden tarafa çevirdi. güldü. ben tedirgin bir şekilde, elimden bırakamadığım çakmağa takla attırıp duruyordum beyaz örtünün üzerinde.

    "belki," dedi, verdiği es sonsuzluk kadar uzun geldi, "en başından beri burnumuzun dibinde duran bir şeyi ıskaladık biz." başım dönüyordu, "lakin her pozisyonu da gole çevirecek değiliz ya!"

    lafı biter bitmez, gök gürültüsüne benzer bir kahkaha kopardı. peşinden garsona el sallayıp, hesabı istedi. yağmur geliyordu.

    !---- spoiler ----!

mesaj gönder