1. kıtaya ayak basalı beş ay oldu. ufak bir muhasebe yapmak istedim. ve kendi çapımda tecrübelerimi sizlerle paylaşmak. buraya geldiğimizde açıkcası türkiye'de ki pek çok şeyi arkamızda bıraktık. ve yanımızda çok az para vardı. sahip olduğumuz en değerli şey avustralya devletin vermiş olduğu perminant resident vizesiydi. kıtada istediğimiz kadar yaşama ve çalışma izni anlamına geliyordu bu.

    gelmemizin ilk on günü adelaide şehrinde kaldık. güney avustralya eyaletine bağlı bu şehir 1,3 milyon nüfusu ile tam bir emeklilik şehri. çok sakin bir hayatı, küçük bir merkezi, harika plajları ve şarapları vardı. yeni gelmiştik, süper heyecanlıydık. uçaktan inip havaalanı kontrolünden geçtikten sonraki zaman rüya gibiydi. bavullarımızla air bnb'den tuttuğumuz eve geçerken bu bir tatil değil, bu gerçek hayat diye birbirimize sürekli hatırlatma yapıyorduk.

    on günün sonunda daha önceden kararlaştırıp, biletlerini aldığımız şekilde melbourne şehrine geçtik. burada arkadalarımız vardı. yaklaşık iki yıldır avustralya'da yaşıyorlardı. aslında kısa bir süre kalıp sonrasında adelaide'a geri dönecektik. amma velakin planladığımız gibi gitmedi. şehre bayıldık. ve daha çok iş imkanı vardı. benim ingilizcem sıfırdı ve dil okuluna başlayacaktım. eşim hemen başvuru yapmaya başladı ve mucizevi bir şekilde iş buldu. mucizevi çünklü tam kırismıs dönemiydi ve koca ülke tatile çıkmıştı, hayat yok gibiydi. ama tengri büyük işte. psikolojimiz çok kötü bir noktaya gidiyordu. paramız çok az kalmıştı, arkadaşlarımız çok çok iyi davranıyordu ama iş tatilin ötesine geçiyor ve zorunlu ikamet ediyor gibi hissediyorduk. gece uyku uyumuyor, resmen işkence görüyorduk. dışarı çıkıp bir kahve alsak sanki suç işlemiş gibi hissediyorduk. neyse ki kendisi iş bulunca biraz rahatladık. iki ay kalmak için ecnebinin shared house dediği paylaşımlı bir ev bulduk. şansımıza öyle bir denk geldi ki şehrin sosyetik mahallelerinden birinde üç arkadaşın oturduğu manyak büyük bir italyan evi tuttuk. çocuklardan biri kız arkadaşı ile güney amerika turuna gidiyormuş, cüzi bir fiyata anlaştık. bu ev bize çok iyi geldi. büyükçe bir oda, kafa dengi gençlerle film gibi bir iki ay geçirdik. kuru fasulye yaptım çocuklarla paylaştık, onlar yöresel yemekler yaptılar, ikram ettiler, güzel sohbetler, şarap, bira, cuğara eşliğinde hem kenara biraz para attık hem de keyfimiz yerine geldi.

    iki aylık paylaşımlı evin son on beş gününde yeni ev arayışlarına başladık. bu sefer sadece kendimiz için bir ev baktık. ev kiralama işleri avustralya'da biraz karışık. realestate.com.au sitesi üzerinden yürüyor çoğunlukla. buradan evi beğenirsen randevu talebini iletiyorsun ya da orada tarihler oluyor şu gün şu saatte görebilirsiniz diye. o tarihte evi tutmak isteyen diğer insanlarla gidip evi görüyorsun, beğenirsen talebini geçiyorsun, ev sahibi kimi seçerse artık. eğer seni seçerse ilk etapta bir aylık peşinatı bond adı altında ödüyorsun, ama ev sahibine değil. devletin belirlediği bir hesapta kalıyor bu para. ayrılırken geri alıyorsun. daha sonra bir aylık peşinatta ev sahibine ödüyorsun. evler genelde eski oluyor. ısıtma ve yalıtım sorunları olabiliyor. bir de daha modern unit denilen binalar var. açıkcası biz hayata yeniden başlarken apartmanda değil şöyle küçük de olsa bir bahçesi olan, hava güzel olduğunda çıkıp çayını kahveni alıp takılabileceğimiz bir şey istiyorduk. güzel denk geldi yine makul bir ücrete bulduk bir ev. giriş ve bir üst katı olan bir daire. kocaman bir bahçe. giriş katı tuttuk. üst katta sessiz sakin üç hatun yaşıyor, bahçeyi kullanmıyorlar bile. dolayısı ile biz bahçe hakimiyetini kurduk :)

    işin zor kısmı burada başladı. ev bomboştu. öncelikle hızlıca bir yatak ve yemek olayı için buzdolabı almak gerekiyordu. ikea çok yakınımızda olduğundan pratik bir yatak aldık en ucuzundan. buzdolabını da avustralya'nın evkur'u harvey norman mağazasından hallettik. ikea'da çok ucuza masa ve dört sandalye bulduk, onu da aldık.

    eve gelip, bunları kurduktan sonra yaşadağımız sevinç görülmeye değerdi. 90+3 te gol atmış futbolcu gibiydik resmen. eşyalarımızı kalıcı şekilde dolaplara dizdik. yatağımıza uzandık, dolabımıza biraz sebze koyduk, bir şişe rakı aldık ve kutlamamızı yaptık. internetimiz de bağlandı aynı hafta. sadece bir kişi çalıştığı için düzenli harcamalar yapmamız gerekiyordu. günlük bir limit koyup onun dışına çıkmadan disiplinli yaşamamız gerekiyordu. açıkcası ikimizde paraya pek değer vermeyen, har vurup harman savuran tiplerdik. bu disiplin bize zor gelse de uyum sağlamaktan başka çaremiz yoktu.

    evi tuttuktan sonra, çevrede düzenli yürüyüşlere başladık. hem mahalleyi tanıyalım hem götü göbeği toparlayalım niyetiyle. bir gün yürürken yolun kenarında bir evin önünde altı sandalye gördük. avustralya'da çok yaygın olan bir şeydi. insanlar yeni eşya aldığında veya bir eşyayı kullanmamaya karar verdiğinde ya evlerinin önüne koyup birilerinin almasını bekliyor ya da ikinci el kuruluşlarına bağış yapıyorlar. sandalyelere baktık, gayet kullanılabilirler. dört tanesini aldık, attık tramvaya eve götürdük. evde dört sandalyemiz vardı ve ikiden fazla misafir geldiğinde oturacak yer yoktu. bu dört sandalye ile sekiz sandalyemiz oldu.

    işte tam da bu anda gol sevincinin etkisi geçti. her akşam eve gelip masada oturuyor, sırt ağrısı gelince yatak odasında yatakta oturmaya devam ediyorduk. bir evi ev yapan şeyler vardır. aşk, sevgi falan filan mühim tabi. ama evi ev yapan şeylerden biri kanepe arkadaşlar. kanepesiz eve ev demeyin bak. yaklaşık bir buçuk ay sandalyede oturduktan sonra gumtree adlı güzide siteden koltuk ve kanepe bakmaya başladık. ikili kanepe ve ayrı iki tane tekli koltuğa 150 dolar isteyen bir kullanıcı ile irtibata geçtik. şansımıza türk bir çift çıktılar. anlaştık ve dün itibari ile eve getirdik yavruları. oğlum kanepe ne güzel şey lan. ayaklarını uzatıp oturabilmek felan. hatunla, bir o bir ben sırayla kanepede uzandık. :) işte evi ev yapan şey bu arkadaş.

    bu arada kendi okulum başladı. yetişkinler için göçmenlere yönelik dil okulu. hem ingilizce hem kültür öğrenimi. ocağın sonunda başladım, yaklaşık iki ay oldu. şimdi kendi ihtiyaçlarımı görebiliyorum az çok. iki ay sonra bir işe girecek kadar olurum diye umuyorum.

    şimdilik hayat güzel geçiyor. insanlar güler yüzlü, yardımsever. açıkcası bir kaç yerde kötü veya ırkçı tutumlar gibi şeyler okuduk ama şimdilik kulak ardı ediyoruz. biz çok rastlamadık.
    kocaman bir kıtada, yaşamayı bilen insanlar, okyanus, doğa, güzel biralar, güzel şaraplar ve türkiye gündeminden çok uzak kendi halinde yaşamanın tadını çıkarmak istiyoruz.

    eve elektrik, su bağlatmak için hiç bir kuruma gitmedik. telefonla aradık yaptılar hepsini. internet de ha keza aynı şekilde. kendime bir nargile alıp, bahçede içmeye bile başladım. :)

    avustralya'da yaşam aslında çok kolay gibi geliyor bazen. eğer iki kişi asgari ücretle çalışacak iş bulursa çok rahat ev kirası ödeyip geçinebilirler. bu geçinmenin içinde çok şeyden kısmak yok. herkes bir bara gidip, birasını alıp muhabbetini edebilir. ekonomi buna müsait. ve bir mekana gittiğinde kimse sizin "title"ınızla ilgilenmiyor. hemen hemen herkesle sohbet edebilirsiniz. ben bile sıfıra yakın ingilizcemle iki biradan sonra kafa sikecek konuma gelebiliyorum. :) paylaşımlı evde kalırken çocuklardan birinin yunan yemekleri kitabı vardı. onu gösterirken çocuğun kafasını bunların hepsi türk yemeği yeaa diye sikmişliğim var. beni her gördüğünde "everything is turkish" diyor artık :)

    sosyal hayat olarak da melbourne gayet tatmin edici. her zaman bir etkinlik mutlaka var. konserler, oyunlar, sokak müzisyenleri her zaman her yerde. türk komunitesinin takip ettiği galata ekspress diye bir grup var mesela. türk, balkan ezgileri ile güzel müzik yapıyorlar, arada kafa dengi türk arkadaş bulmak için iyi bir alternatif oluyor. geçenlerde sofar melbourne'a davet edildik. güzel bir aktivite oldu.

    avustralya göçmen ağırlıklı bir ülke olduğundan tanışmak, kaynaşmak çok kolay oluyor. herkes hemen hemen aynı yollardan geçiyor. ya öğrenci olarak gelip burada kalanlar ya da bizim gibi vizesini alıp gelenler. çin'li, hint'li, vietnamlı, somali'li, etiyopya'lı, yunan, ukrayna'lı, lübnan'lı, arjantin'li her milletten insan var. bu çeşitlilik mutfağa da yansıyor. dünya mutfağı denen naneye her köşe başında ulaşabiliyorsun. öyle aman aman taşak gerektiren şeyler değil. bizim büfe dediğimiz yerde dünyanın her hangi bir yerine ait muhteşem bir lezzet çıkabiliyor. özellikle hint yemeği ve suşi çok ucuz ve çok lezzetli. türk yemeğini de evde yapıyoruz.

    şimdilik yerleşmemiz bu şekilde. isteğimiz odur ki burada biraz yaşayıp, çalışıp, kenara üç beş bir şey koyup, farklı coğrafyalara yelken açmak. vamos!

mesaj gönder