1. thar kasabası maceraları 2

    sabah olduğunu düşündüğümüz bir vakitte uyandığımızda, güneşsiz bir gökyüzü, çift başlı kediler ve suratsız kasabalılar normalden sayılacaksa, thar kasabasında her şey normale benziyordu. handa yaptığımız kısa bir kahvaltıdan sonra yeni arabamıza binip, hepimizin kafasında soru işaretleri bırakan ormanı keşfetmek ve şeriften kaybolduklarını öğrendiğimiz oduncuları aramak üzere yola çıktık.

    at arabasında ormana doğru yol aldığımız saatler bugün yaşadığımız maceraların en güzel dakikalarıydı sanırım. pikniğe gidercesine rahat geçen yolculuğumuzun ilk sıkıntısı orman sınırlarına adım atmamızla kendini gösterdi. önce dorn, ardında ald’in tuhaf mırıltılar duymaya başlaması hiç hayra alamet değildi. kötücül bir karanlıkla dolu ormanın ufunetinin üstümüze çökmesi yetmezmiş gibi etrafımızda son derece hızlı bir karaltının cirit atması bu maceramızda karşılaştığımız tek rahatlığın ormana olan yolculuğumuz olduğunu bir kere daha teyit ediyordu. gece karanlığında iyi gören gözlerimle karaltıyı yakalamaya çalışıyordum ama yaydan çıkan bir ok gibi içimden geçerek yaşam enerjimi sömürdüğünde tek yapabildiğim seyretmek oldu. beşimizi de maymuna çeviren bu karaltı karşısında büyülerimin etkisiz kaldığı anlar yaşadım. neyse ki diğerleri yaratığa hasar vermede benden daha başarılı oldular. özellikle jeremiah’ın kendimi yaralamadan taşıyamayacağım bir kılıçla, tıpkı bana yaptığı gibi dorn’un içinden de geçmeye çalışan yaratığı, dorn’u burunsuz bırakmaya ramak kalmış bir hamleyle yaralamasını bu dövüşün en muhteşem hareketi olarak belirtmeden geçemeyeceğim.

    sonunda yaratığı katletmeyi başardığımızda ilk düşündüğüm şey bu işten tek parça olarak sıyrıldığımızı sanıp bir parça rahatlamak olmuştu. ne var ki yanıldığımı anlamamın üzerinden fazla vakit geçmedi. iş lafa geldiğinde karanlığı yok etmek, aydınlığı getirmek tarzı dualar eden dindar cleric, bir anda bir adım öteye gidemez bir hale geldi. sanırım saldıran yaratık beynine yakın bir yerden geçmişti. tuhaf tuhaf sesler duyması yetmezmiş gibi üstüne bizi de duymamaya başlaması bizi bulunduğumuz yerden bir adım öteye gidemez hale getirdi. dinden imandan bahsederek kanına girmeye çalışmamıza, bir pelor rahibi olmuş kadar vaaz vermemize rağmen ormandan çıkmamız için ısrar etti. onsuz yola devam etmeye gönüllü olmadığımızdan ormanın girişine geri dönüp bir süre dinlendik. sonunda dorn kendini iyi hissettikten sonra tekrar yola koyulduk.

    karanlık gökyüzü geçen zamanı anlamamıza hiç yardım etmiyordu. muhtemelen kamp yerimizden ayrıldıktan iki saat sonra, sık ormanın ortasında açılmış bir açıklığa inşa edilen beş kulübeden oluşan minik bir yerleşim yerine rastladık. ilk bakışta bir hayat belirtisi görmemiştik ve terk edilmiş olduğunu düşünüyorduk ama kulübelerden birinden sızan bir gaz lambasının ışığını söndürülmeden önce yakalamayı başardık. ald’i önden gizlice gitmesi için gönderdik ama devrilen yük arabası kadar ses çıkararaktan bir tuzak yumağının içine devrildi. tekrardan ayağa kalkmayı başardığında kanlar içerisinde topallıyordu. yine de o haliyle bu sefer hiçbir tuzağa yakalanmadan gidip kulübeleri gözetledi. bununla birlikte sönen gaz lambasından başka bir hayat ibaresine rastlayamadı. nihayetinde kendimizi kulübelerin çevresine inşa edildiği bir kuyunun başında toplanıp ne yapacağımızı tartışırken bulduk. bu sırada dikkatimi çeken, dibi gözükmeyen kuyunun içerisine bakmış ve orada pençe izleri görmüştüm. bu durum tedirginliğimizi arttırmış ve kulübelere göz atma konusundaki görüşümüzü güçlendirmişti. işığın söndüğünü gördüğümüz kulübeye girmeye karar vermiştik ki kulübenin kapısı açıldı ve dışarıya orta yaşlarda bir adam çıktı.
    adının kraken olduğunu söyleyen adam güler yüzlü ve sıcakkanlı birine benziyordu. söylediğine göre oturduğu kulübe ve diğer kulübelerde akrabalarıyla beraber yaşıyorlarmış. her birimizi birer ikişer diğer kulübelere dağıtıp ağırlamayı teklif etti. her ne kadar kibar ve davetkâr bir teklif olsa da, canavarlarla dolu olan, beş tecrübeli maceracı olmamıza rağmen gezerken üç buçuk attığımız bu karanlık ormanda hiçbir şey yaşanmıyor gibi rahat bir yaşam süren bu insanlara güvenemedik. ne var ki ald’in ayağı kötü gözüküyordu ve gecelememiz gerekiyordu. bu yüzden bize müstakil bir yer ayarlayabiliyorsa orada kalmayı tercih edeceğimizi söyledik. bizi kırmadı ve yan evde uyuyan kuzenlerini kaldırarak orasını bizim kalabilmemiz için boşalttı.

    kulübe tek odalı ufak bir yerdi. bununla beraber hepimizin gözü kulübeden çok, kulübeden çıkan dişilerdeydi. anne kız oldukları anlaşılan iki kızıl güzel, kuşu kalkmayan ihtiyar dragan hariç hepimizin dikkatini çekmişti. normalde tiefling güzelleri dışındakiler pek ilgimi çekmezdi ama bu ikisi gerçek olmayacak kadar güzellerdi. sonunda ikisi kraken’in evine girdiğinde, silkelenip kendimize gelmemiz gerekti. ayağı sakat olan ald hariç hiçbirimizin dinlenmeye ihtiyacı olmadığından nöbet tutmaya ve etrafı kolaçan etmeye karar verdik. biz nöbet tutmaya başladıktan bir süre sonra adının lucy olduğunu öğrendiğimiz genç kızıl önce elinde bir tepsi dolusu güzel yemekle kapımızda belirerek, sonrasındaysa evde sıkıldığını söyleyip yanımıza gelerek yeniden kafamızı karıştırmaya başladı. bu sayede ald’in kızıllara olan düşkünlüğünü de öğrenmiş olduk. etrafında pervane olmamıza rağmen utangaç kızın ağzından öğrenebildiklerimiz sınırlıydı. bu uğursuz ormanda ne avlanıyorsa onu avlayarak geçimlerini sağlıyor ve thar kasabasıyla kavgalı olduklarından bu yerleşkeden uzaklaşmıyorlarmış. anlattıkları her ne kadar inandırıcı olmasa da utangaç genç kızdan şüphelenmemiz için hiçbir sebep yoktu. sonunda vakit ilerledikçe üzerimize yorgunluk çökmeye başladı ve kızı evine gönderdik.

    aslında bu yorgunluk normal bir yorgunluğa benzemiyordu zira bu tuhaf insanların evlerine gelmeden biraz önce dinlenmiştik. bununla birlikte ihtiyar dragan uykuya ihtiyacı olduğunu söyleyerek yattı. bunu garipsemek için bir nedenimiz yoktu çünkü ihtiyar bedenini bu kasvetli ormanda çok fazla yormuştu. asıl tuhaf olan o uyuduktan bir süre sonra fark ettiğimiz sessizlikti. ihtiyar büyücü gök gürlemesi gibi horlamasıyla gecelerimizin kâbusuydu. şimdiyse göğsü hareket bile etmiyor ve hiç sesi çıkmıyordu. hemen yanına koşup nabzını kontrol ettiğimde drangan’ın öldüğünü kanaat getirdim. neyse ki benden daha maharetli bir şifacı olduğunu ispatlayan dorn, dragan’ın nabzının attığını hissettiğini söyledi de ihtiyarı yıkama, kefenleme ve pamuk tıkama derdinden kurtulduk.

    duruma bir anlam vermekte zorlanmadık. burada bir güç vardı ve bu güce yakın olduğumuz sürece dragan’ı uyandırma konusunda hiçbir şansımız yoktu. dışarıya çıkmaya karar verdiğimizde nasıl büyük bir belaya bulaştığımızı daha iyi anladık. kapılar ve pencereler bilinmeyen güç tarafından kitlenmişti. güçlü jeremiah hem kapıları hem de pencereleri zorlamasına rağmen açılmıyordu. belki kapıyı parçalar umuduyla attığım fire bolt bile hiçbir işe yaramadı. son çare olarak masum kızıl lucy’e bir yardım mesajı yollamayı düşündüm. yolladığım mesaj büyüsünün bizi içeride hapseden gücü aşamadığı o korkunç dakikalara ait son şey. olaydan çok sonra, ödümüz bokumuza karışmış bir halde thar kasabası’nı terk ederken arkadaşlarımın anlattıklarına göre benden sonra önce jeremiah ardından da dorn ihtiyar büyücüyle aynı kaderi paylaşmış. büyüden etkilenmeyen tek kişi olan ald’i de çam yarmasının teki insanüstü gücüyle bayıltıp aramıza katmış.

    gözlerimi yeniden açtığımda beşimizin elleri arkasından bağlanmış halde aynı halat üzerinde sıraya konduğunu fark ettim. biraz ilerimizde çok büyük bir kazan kaynıyor, yanındaysa lucy denen kevaşe, onu neresinden doğuran şıllık ve diğer kadınların ana malzemesi biz olduğumuz yahni için patates ve soğan doğruyordu. kraken denen gavat ve arkadaşları da biraz ilerimizde gülüşüyor ve yiyecekleri yemek için ağızlarını şapırdatarak, satırını bileyen çam yarmasının bizi doğramasını bekliyorlardı. ellerimiz arkadan bu kadar sıkı sıkıya bağlanmışken bu beklentilerini haksız çıkaracağa hiç benzemiyorduk doğrusu.
    iplerde bir hareketlilik sezdiğimde içimizden birinin bizi kurtarmak için hamle yapmakta olduğunu fark ettim. o kişi her kimse fark edilmesini engellemek için ellerim bağlıyken yapabileceğim tek büyü olan thaumaturgy ile ateşin rengini değiştirip, sesimi yükselterek dikkatlerini kendime çekmeye çalıştım. kısa vadede ödülüm sağlam bir yumruk olmuştu ama uzun vadede çevik elfimiz ald’e iplerini kesecek kadar zaman kazandırabilmiştim. sonunda hepimizin elleri çözüldüğünde her ne kadar istediğimiz kadar silahlanamasak da menüde ana yemek olmamak için savaşabilecek kadar güçlüydük.

    rakiplerimiz bizden sayıca kalabalıklardı. bununla beraber yumruklarından başka kullanabilecekleri silahlarının olmaması bizim için büyük bir şanstı. eli satırlı çam yarmasıysa bambaşka bir hikâyeydi. koştura koştura üzerimize gelen bu herife muhatap olmadan önce bir iki yamyam daha ortadan kaldırmak için hepimiz canla başla savaşıyordu. bir ara fark ettim ki jeremiah yalın kılıç dört yamyamın arasında çarpışıyordu. sağlam bünyesiyle yediği yumruklardan pek etkilenmiyor gibiydi. gördüğü ateşli yamyam hatunlardan sonra inancı tazelenmişe benzeyen genç dorn, mırıl mırıl okuduğu dualarla gücümüzü yeniliyordu. dragan ise yaptığı uyku büyüsüyle üç yamyamı tek bir seferde uyutmayı başarmıştı. ald ise bambaşka hikâyeydi. önündeki yamyamları atlatır atlamaz yönünü lucy ve diğer kevaşelere çevirmiş koşturuyordu. ilk başta öldürecek sanmıştım ama lucy’i altına almak için hamle yaptığında yılların verdiği yalnızlıktan gözünün döndüğünü anladım. fakat kız bizim elften daha çevik çıktı ve son anda kendini kurtarmayı başardı. sonrasındaysa anlam veremediğim bir şekilde ald gözümün önünden yok oldu. gözlerimin beni yanıltıp yanıltmadığını anlamak için ellerimle ovuşturmaya çalıştığımda ellerimin saydamlaştığını fark ettim. ve saniyeler içerisinde tıpkı ald gibi saydamlaşarak ortadan kayboldum.

    gözlerimi tekrar açtığımda nasıl olduğunu hala anlayamadığım bir şekilde kendimi dev bir mantarın altında yatarken buldum. başımı kaldırıp etrafıma baktığımda biraz önce gözlerimin önünde saydamlaşarak yok olan ald’in de benim gibi nerede olduğunu sorguladığını fark ettim. ayağa kalktığımda önce bizimle birlikte savaşmakta olan diğer arkadaşlarımızın da yerde baygın halde yattıklarını fark ettim. bu da yetmezmiş gibi ald’le çevremizde ne olup bittiğini anlamaya çalışırken kendimizi atımız ve ormanın girişinde bıraktığımız at arabasının yanı başında bulduk. olaylara anlam vermekten çok uzaktık ama ormanı bir an önce terk etmemizin gerekli olduğunu anlamıştık. hala baygın olan ve renkleri giderek soluklaşan arkadaşlarımızı at arabasına yerleştirip ormanı terk ettik. kasaba yolundayken arkadaşlarımız da kendilerine geldiler. anlattıklarına göre biz kaybolduktan sonra uzun süre savaşmaya devam etmişler. biraz daha geç uyansalar ölecekleri bir savaşın dehşetini üstlerinde taşıyorlardı.

    kasabaya olan yolculuğumuz sessiz ve huzursuz geçti. hepimiz aklımızı kaçırmanın sınırında gibiydik. üzerimizde az önceki savaştan kalma gerçek izler taşıyorduk ama yamyamların olduğu evlerden çok uzakta, atımız ve arabamızın yanında uyanmıştık. bizi uyutan ve uyandıran gücün ne olduğunu bilmemek bizi giderek daha büyük bir dehşete düşürüyordu. bu şekilde kasabaya yaklaştığımızda en son mağaranın içinde bıraktığımız simon’un kasabadan hızla uzaklaşmakta olduğunu fark ettik. ona yetişmek için gösterdiğimiz kısa bir çabadan sonra yanına vardığımızda bize gitmemizi yoksa öleceğimizi söyledi. ağzından daha fazla bilgi koparmaya çalışıyorduk ki birden yere kapaklandı. yüzünün morarmasından nefes alamadığı belli oluyordu. dorn hançeriyle gırtlağında bir delik açtı ama simon hala rahatlamamışa benziyordu. arkasına geçip bütün gücümle karnını sıktığımda diyaframındaki havayla beraber genzinden tuhaf bir organizma ayaklarımızın dibine düştü. hala hareket halindeki bu acayip canlıyı öldürdük ama simon için de çok geçti. cesedini kasabada görülmeyen bir yerde yakarak kemiklerini gömdük. boccob onu yanına alsın.

    sonunda tüm işimiz bittiğinde kasabaya doğru tekrardan yola çıktık. kasabanın girişinde biz ormana giderken yerinde bıraktığımız muhafızlardan hiçbir iz yoktu. aklımızda simon’ın sözleriyle kasaba sokaklarında dolaşırken hiç kimseye rastlamadık. durum şüphe çekiciydi. kasabada ne olup bittiğini anlamak için şerifin odasına gitmeye karar verdik. şerifin binasına gittiğimizde kapı kitliydi ama ald’in el becerileri sayesinde kilidi açmayı başardık. içerisi bir arbedenin yaşandığını gösteren izler dışında tamamen boştu. sonunda hana gitmeye ve meymenetsiz hancıdan bir şeyler öğrenmenin doğru olacağını düşündük.

    hanın doluluk oranı son gördüğümüz sefere göre yüzde iki yüz daha fazlaydı. çoğu masa tuhaf kukuletalarla yüz hatlarını gizleyen kasabalılarla doluydu. meymenetsiz hancımız her zamanki gibi bardak silmekle meşguldü. ald odalarımızı kontrol etmek için yukarı çıkarken, diğerleri bir masada oturup etrafı gözetliyorlardı. ben hancının yanına gidip, iki bira almak ve laflamak için seslendim. ağır ağır arkasını döndüğünde simon’ın bize daha önce bahsettiği balık suratlı adamlardan biriyle burun buruna geldim. sırtımdan soğuk terler boşalırken hancının üzerime atılması için hamle yapmasını bekliyordum ama bana normal bir şekilde ne istediğimi sordu. uzun yakalı gömleğinin saklayamadığı solungaçları yüzünden hırıltılı nefes alıp veriyordu. hala gözümün önünden gitmeyen o görünüşü mü daha korkunçtu yoksa sanki hiçbir değişiklik olmamış gibi benimle konuşması mı hala merak ediyorum. onun normal konuşmasını taklit etmeye çalışarak bir iki sözcük geveleyip yanından ayrıldım. tam da o sırada ald merdivenlerin başında belirdi. benim gördüğüme benzer bir şey görmüş olmalıydı zira yüzü bembeyazdı. ağzından çıkan hecelerden tek anlayabildiğimiz yukarıda olduklarıydı. ne olduğunu, neyin yukarıda olduğunu sorgulamaya vaktimiz de ihtiyacımız da yoktu. bu kasaba biz yokken bir tımarhaneye dönmüş ya da biz delirmeye başlamıştık.

    hanın dışına çıktığımızda bizi daha fazla balık suratlı bekliyordu. kapılarda, pencerelerde, sokaklarda, her yerdeydiler. sayıları giderek artıyor ve etrafımızı sarıyorlardı. arabamıza atlayıp kasabanın girişine dörtnala gitmeseydik hiçbir zaman kapılara varamayabilirdik. sonunda kasabanın dışına kendimizi attığımızda düşünecek bir parça zaman bulabildik. kasabanın kapısında bizi izleyen onlarca balık gözlü varken ne kadar zamanımız varsa. işte tam o anda ald, zaten yaşadıklarımıza anlam vermekte olan beyinlerimizin ırzına geçen o cümleleri söyledi:

    “simon bu balık adamları hep görüyordu. biz neden şimdi görmeye başladık?”

    bu soru kafayı yememiz için gereken eşiği sonuna kadar zorlamıştı. bir parça kalan aklımızla bu kasabayı bir an önce terk etmemiz gerektiğini idrak edebildik. şimdi atımız başkent nahksir’e doğru dört nala yol almakta. konuşursak daha fazla delireceğimizden korkarak sessizce yolculuk ediyoruz. bu satırlar aklını kaybetmek üzere olan bir adamın son cümleleri olabilir. boccob yardımcımız olsun.

mesaj gönder