tunca arslan röportajı

  • Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Youreads sitesi kendini var etme sürecinde ağırlığı daha çok sinema ve kitap eleştirilerine vermeye çalışan bir oluşum. Bu nedenle sizin gibi duayenlerin izledikleri yol yazarlarımızın oldukça ilgisini çekiyor. Genel bir tanım yapmanızı isteyerek başlayacağız. Sinema eleştirmeni kimdir, bu işin bir eğitimi, bir standardı var mıdır? Eleştirmen olabil- mek için nasıl bir formasyon gereklidir? Ya da gerekli midir?
  • Sinema eleştirmeni, profesyonel (ya da günümüzde çoğunlukla yarı profesyonel) sinemaseverdir. Belli bir mecrada yazma, düşüncelerini başkalarına iletme olanağı bulmuş sinema tutkunu olarak da tanımlayabiliriz. Filmler ve sinema sanatı üzerine düşünmeyi, inceleme-araştırma yapmayı ve tartışmayı yaşamının bir parçası haline getiren, bu konuda istikrar gösteren ve kendisini belli bir disipline sokan kişidir sinema eleştirmeni. Sinema eleştirmenliği, akademik sinema eğitiminden çok, öncelikle ısrarlı bir (kişisel) kültürel-sanatsal çalışmaya dayanır. Başta edebiyat olmak üzere, diğer sanat dallarında da belli bir birikime sahip bulunmayı zorunlu kılar. Örneğin, edebiyat tarihi konusunda, hiç ya da hiç denecek kadar az bilgisi olanlar, kitap okumayanlar, sinema eleştirmeni olamamakta ya da kötü bir eleştirmen olarak kendilerini hemen belli etmektedirler. Sinemaya dair zengin bir görsel ve yazılı arşive, kütüphaneye sahip olmak da “standartlar” arasında sayılabilir kuşkusuz.

  • Bir eleştirmen kadar olamasa da iyi bir sinema izleyicisi olabilmek için izlenmesi gereken belli bir yol var mıdır? Film izleme teknikleri var mıdır örneğin? Film bölünerek izlenebilir mi?
  • Sinema sanatına herhangi bir “kutsallık” atfetmiyorum, film seyretmeyi bir “ayin” gibi görmüyorum ama salonda ya da evde izlerken, doğal olarak mümkün olduğunca sessizliği tercih ediyorum. Sinema salonunda konuşanlar, girip çıkanlar, oturduğum koltuğu tekmeleyenler, cep telefonuyla oynayanlar, ışık sızan kapılar vb. hemen her gerçek sinemasever gibi benim için de son derece rahatsız edici. Bugüne kadar onlarca defa uyarıda bulundum ve etkili sonuç aldığımı söyleyebilirim. Bunun gibi, filmi kesintisiz biçimde, bölmeden seyretmenin daha sağlıklı olduğu kanısındayım. Bugüne dek hiçbir filmin yarısında salondan çıkıp gitmedim. Yıllar önce yazdığım bir yazının başlığı, “Sinema salonunu en son eleştirmenler terk etsin!” şeklindeydi. Bazı sinema yazarlarının, “Film o kadar sıkıcıydı ki 15 dakika zor dayandım… Antraktta kendimi dışarı zor attım…” gibisinden tuhaf yargılarının, asla bir ölçüt oluşturmadığı gibi, sinemaya da sinemaseverliği de sinema eleştirmenliğine de saygısızlık, ciddiyetsizlik olduğuna inanıyorum. Ne yazık ki böylesi bir “Çok sıkıldım!”-cı bir “yazar-sinemasever” grubu var. Bir filmin ilk 15 dakikasında çok bunalıp paldır küldür salondan çıkan “eleştirmene”, bu işi bırakmasını ve evinde yalnızca akvaryum seyretmesini tavsiye ediyorum. Övünçle, “Bu gece beş film indirdim, şimdilik üçünün yarısını seyrettim, yarın devam etmeyi düşünüyorum inşallah” diyenleri ise bırakın sinema yazarı ya da sinefil, adamdan bile saymadığımı açıkça söyleyeyim.

  • Kişisel olarak nasıl bir çalışma sisteminiz var? Filmi izlerken not alır mısınız, öncesinde araştırma yapar mısınız? Günde ayda kaç film izlersiniz? Film izlemek sizin için artık teknik bakış açısının duygularınızın önüne geçtiği bir süreç midir?
  • Film seyrederken çok kısa notlar aldığım oluyor ama genellikle film bittikten sonra yaparım o işi. Seyretmeden önce film hakkında ayrıntılı bir inceleme yapmayı, bolca yazı okumayı da tercih etmiyorum. Film hakkında yazacaksam, hakkında daha önce çıkmış eleştirileri, filmi seyrettikten sonra okumak bence daha sağlıklı. Kafanızın içinde o yazılarla tartışma olanağını bu süreçte yaratabiliyorsunuz çünkü. Festival zamanları, günde beş film izlediğim de oluyor ama normalde bir ay boyunca izlediğim film sayısı (sinema salonunda, film kanallarında ve dvd vb.) ortalama olarak 20-25’i geçmiyor uzun süredir. Teknik bakış açısının, duyguların (ve düşüncenin), önüne geçtiğini söyleyemem. Özellikle bir filmi ilk seyredişte bu pek olmuyor. Kısa süre arayla ikinci ya da üçüncü kez seyrettiğim bir filmse, evet, teknik bakış açısı biraz daha öne çıkıyor.

  • “Eleştirmenleri Vurun!” adlı kitabınızda sizin de yer verdiğiniz Otto Preminger’in meşhur sözündeki gibi, eleştirmen seyreden ama beceremeyen, deyim yerindeyse atanamamış yönetmen midir? Bazı ünlü eleştirmenlerin sonradan yönetmenliğe soyunması gibi, her eleştirmenin bir ukdesi de yönetmenin koltuğu ya da senaristin kalemi midir?
  • Bu eleştirmenlere karşı en popüler, uzun yıllardır tekrar edilen, yaygın ama yanılgın bir klişe. Eleştiri, her şeyden önce “yazı” alanında bir faaliyet. Film yapma süreciyle hiçbir teorik ve pratik bağlantısı yok, tamamen ayrı bir alan. Yönetmen ya da senarist olmayı hiçbir zaman düşünmedim, hayalini bile kurmadım. Tıpkı bazı yönetmenlerin doğru düzgün iki sayfa yazı yazmayı, hayal bile edemedikleri gibi!

  • Film eleştirisi yapmanın genel bir şablonu var mıdır? Fatih Akın Cüneyt Cebenoyan arasında yakın geçmişte yaşanan tartışmadan hareketle, eleştiri nerede başlar ve biter ?
  • Film eleştirisinin genel bir “şablonu”ndan çok, nerede yayımlandığıyla (günlük gazete, hafalık ya da aylık dergide ve diğer mecralar) ilgili kimi “gereklilikleri” söz konusu. Her eleştirmenin kişisel üslubuyla filmi tanıtması ve yorumlaması, işin tabanını ve tavanını oluşturuyor. Arada başka katlar, bodrum ya da balkon, teras vb. olmasında ise hiçbir sakınca yok tabii ki. Fatih Akın-Cüneyt Cebenoyan meselesinin başlangıcından haberdarım ama sonrasını takip edemedim, nasıl bir tartışmaya dönüştüğü konusunda bilgi sahibi değilim.

  • Türkiye’de edebiyatta, şiirde, öyküde, romanda olduğu gibi sinemada da eleştiri düzeyi yetersiz. Yapılan eleştiriler ne yazık ki dönemin sosyo politik bağlamından uzak, sadece üreten kişi etrafında dönen metinler. Bu tespite katılır mısınız?
  • Katıldığımı söyleyemem. Türkiye’deki film eleştirisi düzeyinin, gerek ülkemizdeki diğer eleştiri alanlarından gerekse de diğer pek çok ülkedeki benzerlerinden çok daha ileri durumda ve kaliteli olduğunu düşünüyorum. İstisna oluşturan çabalar görülmekle birlikte, Türkiye’de başta edebiyat olmak üzere pek çok eleştiri alanı piyasa tarafından ele geçirilmiş durumda. Örneğin edebiyat eleştirisini çok büyük oranda “reklam veren” yayınevleri belirliyor ne yazık ki. Sinema eleştirisi ise (her şeye rağmen) halen bağımsızlığını ve gücünü koruyor.

  • Eleştirmenin sinemayı ilerletmek, dönüştürmek gibi misyonu olduğunu düşünür müsünüz? Eleştirmen ülkesinin sinemasının bir adım ilerisindeki yer gösterici midir yoksa sinemanın var olan düzeyi eleştirmenin eleştirinin düzeyini de belirler mi?
  • Eleştirmen kuşkusuz ki genel olarak sinema kültürüne katkıda bulunmayı, günlük ve kalıcı olmayan eleştiri yazılarının çok ötesinde yedinci sanat birikimine bir şeyler katmayı amaçlamalıdır. Dünyada da bizde de bu konuda saygın çalışmalar yapmış çok sayıda eleştirmen-sinema yazarı var. “Yer göstericilik”, bazen yönetmen-senarist-oyuncuya dönük bir faaliyet haline de gelebiliyor tabii ki ama daha çok seyirci ve okura yönelik bir süreç olarak beliriyor. En azından ben bunu anlıyorum. Eleştirmenin sinemayı ilerletmek-dönüştürmek gibi bir misyonu, “olsa” iyi olur ama özellikle Türkiye gibi sinema akımlarından ve manifestolardan söz edilemeyen ülkelerde, bu çok zor. Sinemayı ilerletecek-dönüştürecek olanlar, sinemacılardır. Eleştirmenler ancak böyle bir çabaya rastlarlarsa ve kendileri de estetik-ideolojik-politik açıdan bu çabayı benimserlerse, destek olurlar. Kendi adıma, eleştirmenlerin hep bir, bazen birkaç adım önde olduklarını iddia ediyorum. Açık söyleyeyim, bazı sinemacılarımıza ise “tur bindirmiş” durumdayız. Öte yandan elbette benim de zayıf, yetersiz, kapasitesiz bulduğum eleştiri örneklerine ve “eleştirmenlere” rastladığım oluyor.

  • İnternetin yaygınlaşması ile birlikte sinema da diğer birçok alan gibi üzerine isteyen herkesin kolaylıkla eleştiri yapıp geniş kitlelere yayınlayabildiği bir alan oldu. Sözlük ya da blog gibi mecralarda yapılan film eleştirilerini yorumlarını genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu yaygınlaşma halinin yönetmen ve yayıncıları yapacakları tercilerde olumlu ya da olumsuz etkilediğini düşünüyor musunuz?
  • İnternetin yaygınlaşması dolayısıyla sayıları artan sözlük ve blog gibi mecralar, pek çok alanda olduğu gibi sinema eleştirisinin alanını da genişletti. Öncelikle olumlu bulduğum, kaçınılmaz bir gelişme, çağın gerçeği bu, fakat aynı zamanda da belli bir “sorumsuzluk” durumu yarattı. Gazete ve dergide yazan eleştirmenler, her şeye rağmen kendilerini okura ve sinemaseverlere karşı sorumlu hissetmeyi sürdürürken, yani işlerini ciddiye alırken, sözlük ve blog yazarları, bazıları gerçek adlarını da kullanmadan belirgin bir “sorumsuzluk” içinde yazıp çiziyorlar. Bu da yazılan-söyleneni, eleştirmen görüşü olmaktan çok, sıradan seyirci tepkisi olmaya doğru götürüyor. Tıpkı futbol seyircisinin tepkisi gibi… Tabii ki severek ve çok şey öğrenerek takip ettiğim birkaç blog var ama ne yazık ki sayıları çok az ve dolayısıyla blogların bu aşamada yönetmen-yayıncıların olumlu-olumsuz etkileyecek bir güce henüz ulaşmadığı kanısındayım. Söz internetten açılmışken; youtube’da birkaç “eleştiri video”suna denk geldim, öyle böyle değildi. Adam ya da kadın, bir filmi eleştiriyor ama kendi manzarası, görüntüsü, o filmden bin beter! Ne konuşmayı, ne kameraya bakmayı biliyor, ne iki cümleyi bir araya getirebiliyor ama kamera karşısında “eleştiri” yapacağım diye şekilden şekile giriyor. Çok merak ettim, kendilerini Roger Ebert mı zannediyorlar, Gene Siskel mi?

  • Sinemaya giden eş dost; ya “çok güldük” ya da “çok ağladık” gibi keskin iki söz kullanır. Bir filmin kalitesini belirleyen çok gülme, çok ağlama bizim gibi heyecanlı Akdeniz insanı için mi geçerli yoksa genel bir anahtar mı? Arka Pencere Mecmua’nın birinci sayısındaki yazınızda bahsi geçen Eisenstein’ın Broadway için telaşlı, sing-sing için sakin tespitinden hareketle, telaşlı insanımız talepleri ile sinemayı olumsuz mu etkiliyor?
  • Dram için evrensellikten bahsedilebilir ama mizahın o kadar da evrensel olduğunu düşünmüyorum doğrusu. Örneğin Çin mizah filmlerinin tadına varmak gerçekte pek kolay değildir, çünkü pek çok kültürel-toplumsal kod barındırır ve diyelim ki Macao’da yaşayan Çinliler bile çok kolay anlayamaz. Ama Çin dramları, Brezilya’da da hemen hemen aynı etkiyi yapar. Çok gülme ya da çok ağlamanın da bir filmin “kalitesi”ni değil, seyirciyi etkileme “başarısı”nı yansıttığını söyleyebilirim ama sorduğunuz anlamda bir anahtar olduğunu söyleyemem. Her anahtar her kilide uymaz ve kapıyı açmaz çünkü. Eisenstein’ın Broadway ve Sing-Sing karşılaştırması ise her ikisini de görmedim ama doğrudan doğruya mekânın gerçekliğine dayanıyor bence.

  • Yerli filmlerin işlediği konular neden hiç değişmiyor? Bunu “izleyici bunu istiyor” şeklinde cevaplayan yönetmen ve yapımcılar haklı mı? Avrupa sineması gizem, bilim-kurgu, polisiye, psikolojik gerilim gibi farklı türlere de eğilebiliyorken Türk sineması neden bu dallara eğilemiyor? Türk sinemasının bu kısır döngüden çıkmasının yolu nedir sizce? “Arz-talep” meselesi sinema için ne kadar önemli?
  • “İzleyici bunu istiyor!” söylemine hiçbir zaman kulak asmadım. Kaldı ki artık Adanalı bölge işletmecisinin İstanbul’a “Halk Türkan filmi istiyor… Halk Cüneyt filmi istiyor…” diye sipariş verdiği dönem geride kalalı çok oldu. Türk sinemasının “türler” açısından belli bir sorunu olduğu doğru ama “konu” açısından 1980’lerin ortasında başlayan ve 1990’ların ortalarına kadar süren sıkıntının aşıldığı kanısındayım. Türk sinemasının yeterince el atamadığını söylediğiniz, polisiye, korku, psikolojik gerilim, bilim-kurgu gibi türlerin durumu ise öncelikle bu türlerin edebiyatının da bizde köklü olmamasından kaynaklanıyor. Anımsayın, 20 yıl öncesine kadar “Türkiye’de polisiye roman yazılamaz çünkü bizde planlı cinayet işlenmez, adam cinnet getirir ve beş kişiyi doğrar, bunun da romanı olmaz” denirdi. Ama şimdi ciddi ciddi bir polisiye edebiyat var ülkemizde. Bunun sinemaya da nicelik artışıyla yansıyacağını söyleyebilirim. Ayrıca, örneğin korku-gerilim türünde Batı edebiyatı ve sineması, diyelim ki büyük oranda “Grimm Masalları”ndan beslenirken bizde daha çok malzemesini Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı ya da Anadolu’daki başkaldırı ve eşkıya geleneğinden alan bir edebiyat ve sinema söz konusu. Türk edebiyatı ve sineması “kent”i bile başlı başına ancak 40-50 yıldır anlatıyor. Polisiye de psikolojik gerilim de bilim-kurgu da “kentli ilişkiler”den çıkar, köydeki ilişkilerden değil. Kaldı ki her ulusal sinema her türde ürün vermek zorunda da değil. Türkiye’de de bilim-kurgu eksik kalsın, çok önemi yok. Sonuçta, bilim-kurgu yapıyoruz diye gidip Detroit’te film çekiyoruz.

  • Sinema salonlarının tekelleşmesi hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Yönetmenleri ve senaristleri bir önceki soruda belirttiğimiz şekilde film yapmaya iten nedenlerden biri de bu olabilir mi?
  • “Halk bunu istiyor”a aldırmadığım gibi “salonların tekelleşmesi”, “dağıtım sorunu”, “sansür”, “siyasi baskı” vb. sorunları da hiçbir zaman iyi film yapmanın önünde engel olarak görmedim. Bunlar işin bahanesi… Sinema tarihinde hiçbir iyi film yoktur ki seyirciye ulaşmamış olsun. Tamam, salonlar ve dağıtım açısından tekelleşme söz konusu, devlet bu konuda ilgisiz ama bunun çözümü de “piyasaya uygun” film yapmaktan değil, başka tür mücadele tarzlarından geçiyor.

  • Sinemanın var olması için bir izleyici kitlesi şart, diğer türlü bir etkileşim gücü doğmaz. Ancak eleştiri olmazsa da kendini sürekli yenileyen, yaratıcı filmler var olamaz. Günümüzde çabuk tüketilen bir sinemanın varlığına tanık oluyoruz. Peki, sanat algısından ödün vermeyen bir sinemanın var olması da mümkün mü? Yoksa gelecek daha da hızlı bir tüketime doğru mu kayacak? Eskisi kadar büyük şaheserler, kült filmler görmek artık bir hayal mi?
  • “Bisiklet Hırsızları”nın başrolü için önce Cary Grant bile düşünülmüştü ama Vittorio De Sica, rolü bir amatöre, ilk kez kamera karşısına geçen Lamberto Maggiorani’ye verdi ve ortaya Yeni Gerçekçilik’in simge filmi çıktı. Sinema sanatının çehresi de, tıpkı Sovyet devrimci sinemasının ya da Alman dışavurumcularının yaptığı gibi çok önemli değişikliklere uğradı. Sonradan Yeni Dalga geldi vs. Yani, şimdiki duruma bakarak “şaheserler görmek hayal mi?” diye karamsarlığa kapılmayalım. Dünyadaki köklü toplumsal değişiklikler sinemada da karşılığını bulacak ve hiç beklemediğimiz şekilde şaheser filmlerle karşılaşacağız. Unutmayın, televizyon tüm dünyada yaygınlaştığında da “sinema ölecek” deniyordu ama gayet canlı görüldüğü üzere.

  • Türk sinemasının Yeşilçam’dan bugüne yolculuğunu Türkiye siyasi ve toplumsal hayatının geçirdiği dönüşümle birlikte okumak mümkün ise, Cumhuriyet dönemi Türk sinemasını belli başlı dönemlere ayırmanızı istesek, her bir döneminizin karakteristik özelliği ve döneme damgasını vurmuş yönetmeni, oyuncusu ya da filmleri hangileri olurdu?
  • Bu tabii çok kapsamlı ve ayrıntılı yanıtlanması gereken, başlı başına bir sömestrlik ders konusu olacak bir soru ama kısaca bir şeyler söyleyecek olursam; Türk sineması tarihçilerinin, örneğin Alim Şerif Onaran’ın dönemlendirmesine katılıyorum. Tiyarocular dönemi: Muhsin Ertuğrul, “Bir Millet Uyanıyor”. Geçiş Dönemi: Faruk Kenç, “Yılmaz Ali”. Sinemacılar Dönemi: Lütfi Akad, “Kanun Namına”. Yeşilçam dönemi: Metin Erksan, “Suçlular Aramızda” ve Yılmaz Güney, “Umut”. Yeşilçam sonrası yeni kuşak: Nuri Bilge Ceylan, “Uzak”. .

  • Gezi direnişi gibi, Soma faciası gibi… Toplumsal hafızamızda yer eden, sayılamayacak kadar çok olay yaşanırken bunların sinemaya aktarılmamasını nasıl değerlendirirsiniz? Sanat artık sadece “ivedik” için mi?
  • Gezi direnişi gibi büyük toplumsal olayların sinemaya aktarılmasında çok acele edilmemesi gerektiğini düşünmekle birlikte, sinemacılarımızın bu olayları yeterince değerlendirmediğini, ıskaladığını, apolitik davrandıklarını da söyleyebilirim ne yazık ki. 15-16 Haziran işçi mücadelesi de Zonguldak madencilerinin 1991’deki görkemli yürüyüşü de sinemaya aktarılmadı örneğin. 15-16 Haziran yalnızca bir fon olarak “Zengin Mutfağı”nda işlendi. Bu ilgisizliğin başlıca nedeni, görünürde çok politik olanların, yeterince bilinç sahibi olmamaları. Başka bir örnek vereyim ve “12 Eylül işlendi de ne oldu?” diye ben sorayım izninizle. Sayabildiğim kadarıyla 12 Eylül’e dair 83 film çekildi ve bunların hiçbirinde ABD’nin A’sı bile geçmedi. Sinemacılarımız, 24 Ocak Kararları’nın, 12 Eylül’ün ardındaki, “Bizim çocuklar başardı!” diyen asıl gücü bir çırpıda yok ettiler yani! Daha ne diyeyim

  • Yurtdışında Türk sinemasının bilinirliği ne durumda? Dünyada, Türk sineması denildiğinde akla gelen, karakteri belli bir ülke sineması algısı var mımi?
  • Ne yazık ki Türk sineması, bırakın dünya seyircisini, Yılmaz Güney, Nuri Bilge Ceylan gibi iki üç yönetmen dışında, yurtdışındaki sinemacılar tarafından da pek tanınmıyor, bilinmiyor, dolayısıyla karakteristik bir algı da yaratmış değil. Özellikle Batılı sinemacılar, “Nasıl oluyor da Hollywood filmlerinden kat kat fazla seyirci toplayan filmler üretebiliyorsunuz?” diye sormak dışında pek de merak etmiyorlar Türk sinemasını.

  • Yakın zamanda Arka Pencere Mecmua’yı basılı yayımlamaya başladınız. Sizi basılı yayın yapmaya iten güç ile, 380 sayının bir çoğunu bizlere bilgisayardan çıktı aldırıp evde arşivleten güç aynı olsa gerek… Arka Pencere’nin online olarak giriş yaptığı yıldan günümüz Aralık 2017 itibariyle mecmua olarak kabul görecek çıtaya çıktığı göz önüne alınırsa; internet denizinde bloglar, sözlükler, yüzlerce sinema eleştirisi ve bilgiye ulaşmak mümkün iken Arka Pencere’nin bu kalabalık içinde kaybolmamasının sırları nelerdir?
  • Sır, Alfred Hitchock’tan el almış olmamızda… Şaka bir yana, Arka Pencere internet yayını olduğu dönemde de şimdi de sinemaseverliği, sinema yazarlığını, eleştirmenliği ve sinema yayıncılığını gerçek bir sinema aşkıyla buluşturmanın ve bunda çoğu kimsenin hiç tahmin etmediği bir disiplin göstermenin, istikrar tutturmanın diğer adıdır. 380 hafa, hiçbir karşılık beklemeden ve ücretsiz olarak internette yayınlanan bir derginin sırrı, sinemayı karşılıksız sevmekten başka bir şey değildir. Bir şey daha eklemek istiyorum; Arka Pencere’yi çıkaran ekibin ve yazarların çok büyük çoğunluğu SİYAD üyesi. Bunun anlamı şu ki dayandığımız 50 yıllık bir birikim, 50 yıllık bir ısrar, 50 yıllık bir iddia ve gelenek var. Bu, az şey değil. Altın Portakal bile cinsiyet değiştirdi, adından bile vazgeçti ama SİYAD yoluna, Onat Kutlar, Rekin Teksoy, Nijat Özön, Giovanni Scognamillo geleneğine bağlı kalarak, onların bıraktığı mirasa saygı duyarak ve sahip çıkarak devam ediyor. Bakın, dört beş yıl öncesinde birileri “Sinema Blogları Birliği” diye bir şey işe kalkıştı. Üç hafa bile yaşayamadı bildiğim kadarıyla. Anlayacağınız, bunlar ciddi işler, ciddi insanların işi.

  • Son kitabınızdan da bahsetmek isteriz. Kitabınızın çıkış noktası neydi? Sizi bu kitabı yazmaya iten güç?
  • 25 yılı aşkın süredir sinema eleştirmenliği yapıyorum ve daha neredeyse ilk günlerden itibaren eleştirmenlerin “lanetlendiğine” tanık oldum diyebilirim. Ülkü Tamer’in ilk basımı 1989’da yapılan “Sinema Dedi ki” adlı incecik, çok hoş bir kitabı vardır. Oradaki birkaç söz dikkatimi çekti önce. Konuyla ilgili arşiv yapmaya başladım, daha sonra bilgisayarımda bir dosya açtım, malzeme biriktirmeye başladım, araştırma yaptım. Benim yaşadıklarım, duyduklarım, okuduklarım bir kitap oluşturacak hacme ulaşınca da yazma süreci başladı. Yazım süreci sekiz ay kadar sürdü ama ardında epey bir zaman var yani… Amacımı, önsözde de belirttiğim gibi, eleştirisiz ve eleştirmensiz bir dünya özlemi içinde olanların dediklerini ve yaptıklarını sergilemek, zaman zaman “teşhir” etmek, yorumlamak ve yanıtlar vermek olarak özetleyebilirim. Eleştirmenin vurduğu yerden gelen sesleri “dinletmek” de amaçlarımdan biriydi kuşkusuz.

  • Kitabınız Eleştirmenleri Vurun’da, bilinmeyen, ilk kez duyulan kimi olayları yazmakla kalmamış, bazılarının sırlarını da bir bir dökmüşsünüz, parlaklıkları gitmiş… Çok cesur bir iş. Kitap yayımlandıktan sonra sektör içinden aldığınız eleştiriler ne yöndeydi? Camianın kara kedisi olmaktan çekinmediniz mi?
  • Sektör içinden şimdilik pek eleştiri gelmedi açıkçası. Ahmet Soner’in çok eski bir yazısında kullandığı deyimle, bir “susuş kumkuması”yla karşılanacağını tahmin ediyordum zaten. Şimdi siz Sinan Çetin’in, Erden Kıral’ın, Okan Bayülgen’in, Hıncal Uluç’un, Engin Altan Düzyatan’ın vs. yerinde olsanız, ağzınızı açar mısınız? Söyleyebilecekleri hiçbir şey yok, o nedenle susmak zorundalar. “Kara kedi” olmaktan da çekinmedim tabii ki, “lanetlenmişiz” zaten bir kere.

  • “Futbol ve Sinema-Meşin Yuvarlağın Beyazperde Serüveni” (2003), “1980 Sonrası Türk Sinemasında Akla Zarar Filmler” (2009) ve “Eleştirmenleri Vurun” (2017) kitaplarınız arasında uzunca sayılabilecek bir zaman var. Bir sonraki kitap için de bu kadar uzun bir süre bekleyecek miyiz yoksa “Eleştirmenleri Vurun”un devamı gelir mi?
  • “Eleştirmenleri Vurun”un devamı değil ama öncekilerden daha kısa sürede, en geç 2019 başında yayımlanacak yeni bir kitap çalışmam var. “Akla Zarar Filmler” de bugünlerde ikinci basımını yapmak üzere.

  • Youreads sitemizi nasıl buldunuz, son olarak da bunu soralım. Tecrübeli kalemlerin genç kalemlere vereceği tavsiyeler kuşkusuz işimize yarayacak…
  • Sitenizle yeni tanıştım ve iyi bir takipçisi olmaya karar verdim. Gençlere tavsiyede bulunmama ise inanın hiç gerek yok. 2013’ten bu yana, gençlerin bu tür tavsiyelere pek ihtiyaç duymayacak bir olgunlukta olduğunu çok iyi görmüş, çok iyi anlamış durumdayım. Çok teşekkür ederiz ...

    cevaplayan: tunca arslan