1. bugün bir yerlere gittim ve o sırada çocukken gittiğim mahalledeki bakkala uğradım. bir abi de ben seni hatırlıyorum, dedi tesadüfen. yıllar geçmiş ve beni hatırlamasına çok şaşırdım. neler yapıyorsun şimdi, diye sordu. anlattım, sevindi. resmen çocukluğuma döndüm.
    çaktırmadan kasanın yanında istiflenmiş cinoya baktım. sonra abiye.
    tekrar cinoya baktım. çaktırmadan abiye, cinoyu aldım. cebime koydum.
    o zamanları hatırlayınca hafiften gözlerim doldu. keşke hiç büyümeden aynı şekilde cinoları doldurabilseydik ceplerimize.
    ben hiç büyümek istemezdim çocukken.
    dert yok tasa yok cino bedava hem.
    şimdi cüssemden dolayı cino çalamıyorum ama
    yine de çok mutlu oldum çocukluk anılarımı hatırlayınca :)
  2. evde ağır kokan bir sessizlik. sessizliğin ağır kokusundan uzaklaşmak için kaç gündür geç saatlere kadar yürüyorum. dört odalı bir evde yalnızca iki kişiyiz. annem sürekli televizyon karşısında donuk. bazense namazlığın altında kıvrılmış uyuyor. insan, içini dökmeyi bıraktığında gider. içini dökmeyi bıraktığındadır ayrılık. leyla gitti. annemse kelimesiz. aynı göğ altında ölüyoruz kelimesizlikten.

    yaşam ile ne organik bağ kurabildiğim ne de büsbütün kopabildiğim serin olduğu bugün de yürürken, önümdeki küçük bir karartı mendili uzatıp “ister misin abla?” deyince dalgınlığımdan gerek irkildim. duraksayıp yüzüne baktım. önce “fotoğrafını çekebilir miyim?” dedim. gözlerini kırpıştırmadan elindeki mendili biraz daha bana doğru uzatınca üstelemeyi bırakıp, “nasılsın?” dedim. sesimin bir başka canlı sese çarpmasına ihtiyacım vardı. “iyiyim abla.” soruyu bana yinelemesini bekledimse de tekrar başka bir soruya geçmiştim.
    “adın ne?”
    “polat.”
    “kaç yaşındasın?”
    “yedi.”
    “bir tane alıyorum,” deyip tuttuğu mendili aldım. polat’ın isli yüzü daha serindi. daha yeryüzü. yürümeye devam edeceğim sıra montumun ucundan yakalayıp çekiştirdi beni. biraz daha serin bakan yüzünü, biriktirdim bakışlarıma. “abla, pembe renk var. onu vereyim,” deyip elimdeki mendili kaptığı gibi yerine pembe bir mendil bıraktı. sonra gitti. polat’tan bana serin bir yüz, pembe bir mendil kaldı.

    yol üzerindeki parka yönelip orada yanı boş olan bir amcanın yamacına oturdum. oturmak için izin de istememiştim. telefona baktım. ekranda bildirim yoktu. kitaplar geldi, aklıma. masanın kenarında okunmayı, yazılmayı bekleyen bir sürü kitap. birikiyordu. o sıra bir e-posta düştü telefonuma. leyla’ya yazdığım üç mektubu göndermiştim bir dergiye. kabul edersem bu üç mektubu bir kitap olarak ayrıca yayımlamak istedikleri, yazılıydı. en kısa zamanda dönüş yapmamı istedikleri de. desenli mektuplar… leyla’nın desenleriyle örülmüş bu mektuplar kitaplaşsa ne fark ederdi. insan bilmediği şeyler hakkında çok abartılı davranabiliyor. hâlbuki her şey çok basitti.

    amcaya bakmadan kalktım. parkın içinden geçerek yürümeye devam ettim. parkın çıkışında banka uzanmış yaşlı bir amcayı görünce durdum. ayağındaki yarasından tanıdım. hasan amca. alnına vuran soluk güneşin önüne geçip sertçe dürtme arzusuyla serpildim. tereddütsüz mutlu olmuştum onu gördüğüme. bekleyemedim. omzuna hafifçe dokunarak bağırdım. “hasan amca! hasan amca!” yeterince bağırmayınca duymuyordu. gözünü açtı. “kimsin sen?” dedi kuru sesiyle. “benim hasan amca, tanımadın mı? hani istanbul’da iken gelirdin benim yanıma. necla ben necla. tanımadın mı?”
    “necla mı?”
    “evet, necla ben.”
    bir lokomotif ağırlığınca yerinden doğrulup bir kez daha baktı bana. yüzü sırıtıyordu. gözlerindeki pis rengi canlanmış, temizlenmişti. “necla!” diye bağırıp bir iki kahkaha savurdu suratıma. hasan amca’nın karşısında nasıl görünüyordum bilmiyorum ama sırıttığım apaçık belliydi.
    “senin ne işin var burada hasan amca?” dedim. güldü.
    “ gencim, dolaşıyorum.”
    “ne zamandır buradasın peki?”
    “epeydir buradayım,” dedi. hasan amca’yı görmeyeli saçları biraz daha uzamış. ceketi biraz daha yıpranmış. sakalları biraz daha açılmış. hasan amca’yı görmeyeli biraz daha yaşlı kokuyordu. gülüyordu. dişsiz ağzı, dünyanın en gerçekçi penceresiydi. durmadan pencereye bakıyordum.
    “atanamadın mı daha sen?”
    “yok, daha atanamadım. dolaşıyorum öyle avare.” tümüyle hapşırır gibi güldü. hangi sözcüğün neyine gülmüştü, gülünecek ne vardı bilmiyorum ama ben de gülmüştüm, onun gülüşüne bakıp.
    “bu ülkenin insanları çok namussuz necla. çok şerefsiz dolu sokaklarda. sen fazla namuslusun, devletin sıcak elinin sırtını sıvazlamasını bekleme. istanbul’dayken, çok geldim dükkâna. her sabah seni sordum. sen gidince çok kovdular beni kapıdan. can yaktılar. sen gidince oradakiler kötüleşti. bir daha da uğramadım dükkâna. sen ne zaman geldin buraya?”
    “çok oldu hasan amca. işsiz kalıp tekrar iş bulamayınca dönmek zorunda kaldım. şehirden taşınana kadar çok baktım sana ama seni hiç göremedim,” dedim.

    kırıntılı nefesi dudaklarına çarparken gözlerini ayağındaki yaraya dikiyordu durmadan. sonra kafasını kaldırıp, ülkenin gündeminden, 15 temmuz darbesinden, yaşanılan sokak kavgalarından, öğretmenlik mesleğinin icra edilemeyişinden, devlet kurumlarından, bir sürü kamu konularına girip çıkıp anlattı. söylediği hiçbir şey kulağıma yer etmiyordu. sadece pencereye bakıyor, kollarımdaki sarılma isteğini zapt ediyordum. içimde çalkalanıp duran o soruyu sormak istiyordum. soluklandığı bir cümlenin arasında, soruyu uzattım.
    “hasan amca, sen hiçbir şeyleri özlemiyor musun?” dedim. yine ani gelen kahkahasını savurdu rüzgârın serinliğine. yüzümü yalayıp geçti. o kadar. kalkarken “gidiyor musun yine necla?” dedi. gözlerindeki temiz rengi, eski pis haline bürünmüştü. kabuklu elini tutup “görüşürüz hasan amca,” deyip uzaklaştım. hüzünle karışık bir sevinç. tanıdık bir dostu görmenin. yürüdüm, rastgele.

    hasan amca! hasan amca! hasan amca! adını sayıklaya sayıklaya bir kafenin yol kenarındaki masasına oturdum. ne zaman yürüyüşü bırakıp boşluğa çömelsem, yüreğimin ağzındaki özlem daha da kavruluyordu. uzak özlemler düşünürken, kadıköy’deki evin rutubetli kokusunu özlediğimi hissettim. elimin altındaki duvarın katı ıslaklığını da. oturduğum şu masada, ahşap bir evden boyalı mezarlıklara taşındım yeniden. çok uzun bir gün boyunca, hayatın kısa tuttuğu sevgi, şişlik yapıyordu böğrümde. böğrümdeki şişlik, uyanınca geçecekti elbet. ama uyandığımda, yaşamadan eskittiğimiz şeylerin kederi, bir pire ısırığı gibi kalacaktı da. sevmekten çürüğe çıktığım şu günde de anlamadığım şakalar yapıyor bana hayat. kötü şakalar.

    öldüresiye kuvvetli bir ağ örüyor içim. leyla, sustuğundan beri. mavi damarların güzelliği silindikçe kayboluyor, o mahcup bakışma anları. onun gidişinden kalan âh, bir porselen bebeği gibi parçalanıyor, defalarca. bu gidişin fazlalığı, az buçuk yanımla yakaladığım, dikkatle, sarsmadan tuttuğum sevgiyi, korku çiçeğine dönüştürüyor. korku çiçeği… yeryüzünü soğutacak. yoktan var ettiğim güç, tamamen yitecek. kaburgası kırılmış bir dünya içim şimdi. leyla’nın gidişi giyotin bıçağı gibiydi, şansa hiç yer bırakmadı.

    olur da bir gün sana gene yollarda rastlasam. dopdolu bir gökle taşınsam gülüşüne. hafifçe aralık bıraksan kapıyı. süzülsem. biraz daha, otursak. biraz daha, dudaklarım omuzlarındaki bir ormana gizlense…
  3. Yanılgı. Biraz yalnızlıktır. Biraz da hayal kırıklığı. Kırıklarımın pıhtılaşması için gecenin sabaha uyanmasına az vakit kala tek başına oturan teyzenin yanına oturdum. Bu sefer oturmak için izin istemiştim. Kafamın içindeki milyonlarca sorunun gürültüsünü bastırmak için birazcık olsun, canlı bir sesle konuşmaya ihtiyacım vardı yine. Sigara içiyordu. Dünyanın bütün önemsiz ayrıntılarının bir gövdesi gibiydi oturuşu. Canını sıkan bir düşünce gibi duran kocaman memeleri karnını kapatıyordu. Çiçekli, kahverengi eteğinin altından fırlayan pembe pijaması babaannemi hatırlattı bana. Pembe pijamalı babaannem olmuştu benim. Yemenisinin bir ucundan tutup göğsüne serinlik gelmesi için yelpazelendirirken, “çok sıcakladım,” deyince, “kış gelmedi hiç teyzem,” dedim. Sonra, “kimi bekliyorsun sen?” dedi.
    “Annemi bekliyorum. Peki teyzem, sen kimi bekliyorsun?”
    “Kocamı. Gebersin.” Yüzüne bakamadım. Ellerimi ovuştururken, yanıma aldığım Leyla’nın sözleri, yeniden ıslandı kafamda. Ipıslak bir karanlık kafamın içi. Ipıslak bir karanlık kafadan başka bir şey değildim.
    “Bekâr mısın?”
    “Bekârım.”
    “Okuyor musun?”
    “Çok oldu mezun olalı. İş arıyorum teyzem.”
    “Kaç yaşındasın gı sen?” diyince çarpık bir gülümsemeyle yaşımı söyledim.
    “Gı ben seni 15-16 yaşında bebe sandım.”
    “Ne yaptın sen teyze, o kadar da değil,” deyip ardından, “bebeyim ben hâlâ, çok küçüğüm teyze daha,” dedim. Gülerken yüzüne bakabilmiştim. Ayağa kalktı. “Şu herife bi bakayım, geberesiceye,” diyip ikinci kez içtiği sigarasının izmaritini fırlattı. Arkasını döner dönmez, hemen koşup yerden aldım izmariti. Bir fırt çektim. Çok acıydı. Isırılmış ve ıslak ağzı dudaklarıma değmişti. Bir fırt daha çekip attım. Otomatik kapının ardından kaybolana kadar gidişini seyrettim.

    Benzersiz bir uyumla matemi yuvarlayan, kasvetli bir kalabalık gibiydi yürüyüşü. Kehanetler fısıltısıydı sırtı. Bize uzak, bize yabancı iki omzu kopuktu birbirinden. Sahneye çıkmaya hazırlanan performans ustası gibi kayboldu merdivenlerde. Uzak ve yabancı hikâyesiyle.

    Kamburu biraz daha büyümüş sırtımın acısı yine başladı. Hem kırk sekiz saat uyumamıştım. İlk zamanlar, erkenden yatıp erkenden kalkarken, şimdilerde hiç uyuyamıyorum. Sırtımın acısı geçsin diye beton zemine sırt üstü pencereye dönük uzanıp, bulutların nasıl kanser olduğu üzerine hikâyeler uydururken tamamlıyorum artık günün aydınlığını. Bunu hastanede yapamadığım için sırtımın acısını, yangın merdivenin demirliklerine yasladım. İnsanın yangın merdivenleri yoksa eğer, hepten küldür.

    Bir ara vakit tuvalette yaşlı bir teyzenin tuvaletine yardımcı olduktan sonra elimi yüzümü yıkayıp aynaya baktım. Karşılıklı bir susuş. Temize çekilmemiş yüze bakarken sağ şakağımda, saç diplerinin kıyısında iki ben gördüm. Gaza’nın ensesindeki benek dövmeleri gibi, iki kahverengi ben. Yazgımı kusan puhunun kanatlarıydı. Derimin altına sığmayan acımın. Sonra kızgın güneş altında, göğsüme kocaman bir kaya koyulmuş gibi terlediğim sessiz koridorlarda volta atarken, yılanlara kanat diktim. Her seferinde düşük yaptı, diktiğim kanatlar. Sözleri artık beni incitmiyor. Sıraladığı bütün sözleri bir muz kabuğu gibi önüme attığında defalarca üstüne basıp kayıp düştüm. Artık moraran yerlerim uyuşuk. Giderek daha insansız.

    Gidişinin bıraktığı döküntüyü halının altına süpürdüğüm vakitlerde, kaldırımda çömelmiş, siyah bol şalvarlı amcanın yanına gidip sigara istedim. Kokusu nahoştu. Cebinden paketi çıkardı. Tek dal verecekken, “dur kızım sana paket vereyim,” deyip ceketin iç cebinden bir paket uzattı. Nedense almazlık yapmadan teşekkür ettim. Dün gece çok baktım amcaya. Göremedim. Görseydim şayet konuşabilir miydim bilmiyorum ama bir kez daha teşekkür edecektim. Önce odaya gidip bir ihtiyaç olmayınca yeniden yangın merdivenine gidip oturdum. Suların serinlediği saatlerde naftalinli bir fotoğrafım artık. Tam da karşıdaki binaların ışıkları açık iken. Hem ben, çok güzel bina okurum.

    bina rüzgârı