1. kriz
    uykusuzluk iyiden iyiye kendini hissetirmiş bir şekilde adli tıp raporları ve maktul fotoğrafları mozaik misali masada yerini almış meslek gereği katlanır olduğum manzaraya siz normal insanlar iki saniye katlanamazsınız.
    bu raporlar bu fotoğraflar sanki saf kötülüğün belgeleri ve benim hayatımı etkileyen bu lanet olası meslek. sorarım size kaç ölü beden gördünüz? kaç ölü çocuk gördünüz? ben, lanetlenmiş ben, sayısızca boy boy, bir daha asla büyüyemiyecek çocuklar, gençler.
    bu dünya'ya değil çocuk elimden gelse bok bile çıkartmam.
    bir gece önümde küçük dilara'nın büyük gülüşü duruyor dokuz gün aranmış, ve bir gece, bir arazide bulundu küçük dilara.
    adli tıp raporu, kafatasında çatlak ve boyun kısmında ezik bulguları olduğunu yazmış, olay yerinden gelen fotoğraflar büyük gülüşü çalınmış dilara'ya ait olduğunu göstersede inanmak çok zor oldu.
    yaklaşık üç gün sonra, katil zanlısı yakalandı kimmiş, bilin bakalım? amcası, belki de küçük dilara'nın iki gün önce amca diye yüzüne baktığı mahluk.
    zanlıyı görmek için kalkmadan önce son kez küçük dilara'nın büyük gülüşüne baktım artık bu dünya'ya nokta koyma vakti gelmiş olduğunu anladım.
    bir koridor geçtim odaya alınmış zanlı tek soru sordum neden çaldın? o büyük gülüşü neden çaldın? vereceği cevabı az çok tahmin ediyorum bu lanet mesleğin, lanet getirisi cevap şu "elimden arazimi aldılar malımı mülkümü aldılar bende böyle intikam aldım" evet artık nokta koyma vakti geldi.
    ben çok sabrettim, dişimi sıktım hepsi boş geldi bana, çünkü ben dişimi sıktıkça onlar mahkemede kravatlarını sıktı onlar kazandı ben kaybettim.
  2. ---------------------------savaş---------------------------------

    birlikler yerlerini muntazam sıralı şekilde almış, sanki aralarında görünmeyen çizgiler varmış gibi keskin bir ayrım olmuş, kare kare sıralanmışlar. şubat ayının buz gibi soğuk sabahında kalabalık orduların üzerinde soluklarının buharı dolaşıyordu.
    askerler verilecek emir ile harekete geçecek ve bu zorlu kuşatmanın zaferle sonuçlanması için mücadele edeceklerdi. ele geçirilecekler arasında kale surları ve ardında kralın yaşadığı görkemli sarayı vardı. surların üstünden gelen kızgın yağ fokurtusunun sesi soğuk ve sessiz sabahın içinde acı acı yankılanıyordu.
    ve borunun yüksek sesi ile hücum başlamıştı askerler koşarak surlara girişmeye başladılar. surlara tırmanan ilk askerler surların gerisinden gelen kısık boru sesine anlam vermeye çalışırken bu boru sesinin yağ kazanlarının döküm emri olduğunu feci şekilde can vererek anlamış oldular.
    uzun süren mücadeleler sonucu ufak bir birlik sarayın kapısına dayandı. sarayın kapısını gören askerler büyülenmişcesine bakakaldılar, öyle bir kapı ki bu bembeyaz ve devasa büyüklükte, ince işçilik örneği oymalarla süslenmiş. sarayın kapısına dayanan bu küçük birlik geride kalan askerlere umut vermişti. artık surları zorlayan askerler bu mücadelenin karşılığını almaya, muzaffer olmaya çok yakındılar ve sarayın kapısına bütün birlikler dayanmış oldu, büyük beyaz saray kapısı bu baskıya daha fazla dayanamadı, sonuna kadar açıldı, zafer gelmişti kuşatma ve fetih sonlanmıştı.

    - ömer faruuuuuk! ömeeer faruuk!
    - efendiiim!
    - hadisene tuvalete mi düştün be çocuk kaç saattir ne yapıyorsun?
    - tamam çıkıyorum.

    sarayın en yüksek burcundan aşağı sarkan beyaz bayrak artık savaşa son noktayı koymuştu. akşama doğru yağan yağmur, savaşın bütün pisliğini temizlemiş ve gelecek baharı, gelecek zaferleri müjdelemişti.

    -----------------------------------son---------------------------------------


    ömer faruk'un benzetmeleri;

    sıralı birlikler: tuvalette ki fayanslar
    kızgın yağ : çiş
    boru sesi : osuruk
    surlar : makat
    saray: alaturka tuvalet deliği
    saray kapısı : alaturka tuvalet deliğine takılan kapak.
    askerler : kaka
    beyaz bayrak : tuvalet kağıdı
    yağan yağmur : sifon çekme sonrası.
  3. ******************** sığır ******************


    çıtır çıtır yanan sobanın başında bekleşen çocuklar sınıfa girmemle ürkek yavru civcivler gibi sıralarına koşuştular. şimdi bütün gözler üzerimde her birinde ayrı bir heyecan, her biri ağzımdan dökülecek kelimelere kilitlenmiş, pür dikkat ve hayranlıkla beni süzüyorlar. çocukların gözüne baktığımda kendimi dünyanın en tuhaf canlısı veya bir ilah gibi gördüğüm, bu duyguları yaşadığım oluyor, neredeyse çocukların her birinin ideali benim bu yüzden daha dikkatli olmaya özen gösteriyorum.

    çocuklar ağzımdan dökülecek emir kiplerini beklerken, aklımda halâ dün izlediğim vahşet haberi vardı. zanlısı ilçe belediyesi olarak verilen haberde onlarca köpek telef edilmiş ve şehrin çöplüğüne atılmış. bu vahşeti yapanların bu sıralardan geçtiklerini düşündükçe utanıyorum. bende bugün çocuklara, besledikleri, büyüttükleri hayvanlara mektup yazmalarını ev ödevi olarak verdim. bu sayede onların ne kadar değerli varlıklar olduğunu, aslında hiç bir hayvanın boş yere yaşamadığını, kendilerinin yapamadıkları işleri, asla üretemeyecekleri mamulleri bu canlılar sayesinde kazandıklarını anlamalarını istedim.

    verdiğim iki günlük süre dolmuş kimi çocuklar mektuplarını çiçek resimleri ile kimileri kenar motifleri ile süslemiş hepsi masama bırakmıştı. çocuklar "öğretmenim bu mektupları postacıya verecek misiniz?" hevesleri kırılmasın diye evet vereceğim dedim. çocukların yazdıklarını, yazabileceklerini az çok tahminde ediyordum ki tahminimde ki gibi bir çoğu aynı şekilde yazmış hatta bazı öğrencilerim birbirinden kopya çekmişler çoğu şöyle olan mektuplar; " koyunlarımız bize yün veriyor, süt veriyor, peynir veriyor onları çok seviyorum iyi ki var" veya " sevgili tavuk ve cücükler her sabah sizi yemledim karşılığında yumurtalarınızı paylaştınız sizi çok seviyorum" gibi ve benzeri onlarca mektubu tek tek okudum. yalnız içlerinden birisi ve en sade olanı dikkatimi çekti bir kız öğrencimin yazdığı satırlarda hayvan sevgisinden ziyade bir hayvan yergisi ve iğrenç olayların itirafları vardı.

    " sevgili sığır, en iyi arkadaşım. her sabah anam seni önüme katar beraber dağ bayır gezeriz sen karnını doyururken ben ise çalı çırpı, odun toplayıp eve gitmeden önce anamın verdiği bağcıkla bağlar eve beraber dönerdik. sevgili sığır anam seni "kırmızı kızım" diye sever sende bu sevgiyi aldıkça şımardıkça şımarırdın. anam beni neden hiç böyle sevmedi? çünkü, ben senin gibi süt veremiyorum, senin gibi tosun, düve edemiyorum.

    sevgili sığır, senin tosunun yüzünden başımızda çok ağrıdığı oldu bu senin kara tosun komşu tarlasına girip daha küçük olmanın verdiği heyecanla bütün tarlayı yerle bir etmiş, tarla sahibi bağrış, çağrış kapımıza dayandı anama, babama kötü sözler söyledi, komşu elinde ki odunla babama saldırdı neyse ki diğer komşular ayırdılar.

    sevgili sığır, seninle o kadar çok vakit geçirdim ama seni sevmiyorum çünkü sen beni dayımın oğlundan kurtarmadın hani her zaman beraber gittiğimiz dalından elma düşürüp sana yedirdiğim ağacın altında bana kötülük yaparken beni kurtarmadığın gün, o gün sana çok kızdım. dayımın oğlu o kocaman elleri ile beni dövdü ve sen baktın sevgili sığır, sonra yaptığı benim anlamadığım kötülükler olurken sen öylece baktın sevgili sığır, ben çok korkmuştum ama sen önünde ki otu yemekten başka bir şey yapmadın sevgili sığır, sonra dayıoğlu " anana, babana söylersen boğazını keserim senin" dedi. sevgili sığır, bu söz sana mı? bana mı? söylenmişti."
  4. allah geceyi neden yaratmış baba? uyuyalım diye kızım. iki gün oldu hala kulağımda sesi, geceyi sordu bana, çok soru sorardı, meraklıydı. küçük yaşamında en çok güneşi sevdi, gözünden yaş gelmesine rağmen, gözlerini kısarak bakardı güneşe. sanki güneşin yüzünü görmeye çalışır gibi bir uğraş içindeydi.

    boş gözlerle yüzüme bakarak anlatıyordu mustafa, tek kolunun yokluğu umurunda değildi, çünkü yokluğu daha derin ve dipsiz mustafa'nın. hayatın hırpaladığı insanlardan sadece biriydi o. onu rahatlatacak, derdine ortak olacak hiç bir söz bulamamam daha çok bunalttı beni, sigara içmek geldi aklıma paketi çıkarıp önce mustafaya uzattım yine boş gözlerle baktı, bir dal çekip aldı. şimdi sessizce sanki ibadet yapar gibi sigaralarımızı çekiyoruz, mustafa tekrar anlatmaya başladı, bir karıştı dedi karışını göstererek, ayağı bir karıştı. kansızlığı vardı biraz, bazen ayaklarım çok üşüyor baba diye gelirdi yanıma ellerimin arasına alır ısıtırdım, ellerin neden bu kadar büyük baba? derdi bilmem çok çalışmaktan herhalde kızım dedim.
    saatime baktım hanımın muayenede olduğu aklıma geldi biraz telaşa kapıldım, sigaram da sona yaklaşırken derin bir nefes çekip bitirip mustafa'ya döndüm, gitmem gerek mustafa hanımın muayenesi bitmiştir, sana sabır dilerim tekrar görüşürüz umarım dedim tam giderken tekrar mustafa'ya döndüm, kızının adı ne mustafa? "melike" dedi.
    oldum olası nefret ettiğim hastanenin koridorunda doktor'un kapısına vardığımda karım çıkıyordu, nasıl geçti muayene? "iki buçuk aylık hamileymişim" mustafa gibi boş gözlerle baktım. sevinemedim, karım bu halimi görünce panikleyerek "ne oldu? neden dondun?" diye sorular sordu omuzumdan tutup sarsmaya başladı, sarstı,sarstı..

    - mustafa! mustafa!
    -mustafa ne oluyor sana uykunda hıçkıra hıçkıra ağlıyorsun, melikeyi de uyandırdın.

    melike?
  5. -------- bir acayip muhabbet - - - - - -

    karadeniz'in kıyısındaki kendi halinde sakin bir belde burası. beldenin tek caddesinde yürürken denizin hışırtısına karışan kıraathaneden gelen taş ve insan sesi kakafonisi bütün huzuru kaçırırken, biraz ileride asılı afişteki kalın puntolu yazı keyfimi yerine getirmişti "efes malt şişe 5 tl".
    yanımda köyden bana eşlik eden yakın akrabam koca kafa ilyas vardı çok değişik bir çocuktu bu ilyas, her gün muhakkak bir yerini kanatırdı kanaya, kanaya büyüdü çocuk. ilyas, "abi biraz çarşıya inelim, kafa dağıtalım" dedi anlaşılan dertliydi biraz kıramadım keratayı beraberce geldik çarşıya.
    ilyas ile çarşıda yürürken önünden geçtiğimiz manavda kabak armutu beni bayağı cezbetti dayanamadım bir tane ilyas'a bir tane de kendime aldım. hadi ilyas dalga kıran kayalıklarda armudumuzu yiyelim ikide laflarız dedim.

    armudu yemeye başlayacakken ilyas'a sordum;
    - eee ilyas derdin ne anlat bakalım.
    ilyas armudundan koca bir ısırık aldı
    - isceakuvgoldığmebyyeaş
    ilyas' ın kaç gündür neden yüzü asık gezdiği şimdi açığa çıktı. kendisini rahatlatmak, moral vermek için bir kaç yapmacık cümle ile konuşmaya başladım.
    - uşmbbeougluuuamm. hğalldrres.
    koca kafa ilyas ağlamaya başladı benimde değişik bir huyum vardır yanımda kim ağlasa bende ağlarım hatta bazen ben daha çok ağlarım.
    ilyas bir yandan armudunu dişliyor, bir yandan ağlıyor ve konuşuyor.
    - ğhambincoğh emmkiğh vriğhşş heğhrşşyy buhğhş oushgşzşğlk çeağşllhgh bğhtygşeuklrm. buğhun haklstmmsiğh?
    sulu gözlerim ve sulu armutum ile ilyas'ın derdine derman olmak için çok sevgili arkadaşım faruk'u aradım bu çocuğun yarasına ancak faruk merhem olurdu. faruk'un telefonu bir kaç kez çaldı ancak açmadı. kendisine sesli mesaj bıraktım.
    - ıloooş ğhşşnirrs huuast.
    ilyas'a hiç dert etmemesini bu konuyu mutlaka çözeceğimi söyledim, biraz rahatladı çocuk ve armutundan son bir ısırık alıp çöpünü karadeniz'in hırçın dalgalarına savururken bir de gökyüzüne doğru isyankar, iç parçalayan bir sitem savurdu.
    - şhkğkouk şehçktuotr dreim ioubşğhş.

    kabak armutlarımızı bitirdikten sonra ilyas ile ortak bir kasa malt bira alıp tekrar köye döndük.
  6. ben haksız mıyım? hayır, hayır hiçte haksız değilim, bir şeylere zarar vermiş olabilirim, kızmış, sinirlenmiş olabilirim ama haksız değilim, hiç haksız olmadım. dibine kadar haklıyım bu hakkı bana siz verdiniz, bilerek, isteyerek, özgürce, güle oynaya verdiniz. ben şımarık değildim, cesur değildim, aç gözlü değildim, şımarttınız, cesaretlendirdiniz, bana göz yumdunuz. ben kuzu gibiydim, kurt yaptınız beni, kiminiz yılan gibi gördü ama çoğunuz başımı ezdirmedi. ben sizler gibiydim gayet sıradan, siz beni zirveye çıkardınız. şimdi bana canavar gibi bakmayın tahayyül ettiğiniz o canavar sizsiniz. tam istediğiniz gibi yaptınız beni, içinizdeki o cehalete, kötülüğe buladınız . ben sizin berbat dünyanızın lideriyim.
    şimdi ben haksız mıyım?