1. esintili bir hava vardı. yan tarafta trafik olanca hızıyla akıyordu. şehrin kurtarılmış bölgesi gibi duran sakinliğin yoğun olduğu bu küçük de sayılmayan parkta oturuyordu. aya doğru bakmaya başladı. köyünü hatırladı, köyde olsaydı ayışığı her yeri aydınlatırdı ama şehirde öyle değildi. şehrin görkemli ışıklarından ayışığı anlaşılamıyordu. ayışığının olduğu geceleri çok severdi balkonda otururlardı ailece. iskelenin altına odun almaya ğittiğinde daha kolay odun alırdı. köydeki ailesini özlemişdi.
    " yarın pazar ve ben yine akşama kadar yatacağım" diye mırıldandı kendi kendine. parktaki diğer iki kişiye bakınmaya başladı : üniformasından özel güvenlik görevlisi olduğu anlaşılan otuz yaşlarında bir adam, somurtkan şekilde trafiğe bakıyordu. ne kadar somurtkandı. acı acı gülümsedi işdeki arkadaşının " bi yüzün gülsün be dostum " sözlerini hatırladı. biraz ötedeki bankta kırk yaş civarında güzel yüzüne ağlamaklı bir hal düşen kadına baktı tam karşısında bulunan boş basketbol sahasına bakıyordu. ve beklenen oldu ağlamaya başladı. güvenlik görevlisinin arka çaprazında duyamayacak kadar uzakta olduğu için adam duymadı. biraz daha oturdu parkta. bu arada adam da ağlamaya başladı. onlardan cesaret ve ilham alarak dökülmeye başladı o da. yerinden kalktı, üç dört dakikalık yolda olan sitedeki evine gitti. iki seneden beri yapılmayan asansörün yanındaki aynada haline baktı.

    kapı çalıyordu. hep hafif olan uykusundan uyandı. kimseye söz vermemişti, aidat ödenmişti, adresini şehirdeki hiçbir arkadaşı bilmiyordu. elini yüzünü hemen yıkadıktan sonra kapıyı açtı. dün gece parkta gördüğü kadın elindeki poğaça tabağını uzattı. "afiyet olsun" dedi gülümseyerek. teşekkür etti. kapıyı kapattı. hemen kapı deliğinden baktı; kadın karşı daireye girdi. gülümsedi kendi kendine.
    poğaça ile kahvaltı yaptı. yarın pazartesiydi. hava kararmaya başlamıştı. ütülenecek kıyafetlerini ütücüye götürmeliydi. hazırlandı ve binadan çıktı, sitenin çıkışına vardı. güvenlik görevlisini gördü. dün geceki adamdı. acı acı gülümsedi.
  2. vapurdan…

    böyle güneşli günlerde alışılageldiği üzere güverte kalabalık. şurada merdivenin yanındaki sırada oturan yaşlı adamı tanıyorum. belki yüzlerce kez gördüm onu bu hatta. zaten o da yılların alışkanlığıyla bakıyor etrafına. kafasının içinden geçen: “nerede o eski istanbul?” seslerini buradan duyabiliyorum. yanındaki genç adam da duymuş olacak ki göz göze gelirsek bir sohbet açılır korkusuyla kaçırıyor bakışlarını. yaşlı adamın karşısındaki sırada -belki de yanındaki demeliyim, peki o zaman aradaki boşluğu nasıl ifade edeceğim?- küçük bir çocuk, dedesinin kolunun altında, her şeyi merak ederek ve dikkatle inceleyerek (ah, o çocuk telaşı, neşesi, öğrenme arzusu…) üstelik hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan sorular soruyor. dedesi de torununun ilgisine sevinsin mi, soruların bazılarını yanıtlayamadığına utansın mı, bu zehir gibi oğlanın kendi torunu olmasının gururunu -şu hiç tanımadığı yaşlı adama mesela- ona buna anlatsın mı yoksa çocuğun oldukça yüksek sesle sorduğu her sorunun ardından kendine yönelen bakışlardan sıkılsın mı karar veremez halde. günleri güzel geçecek gibi… hemen yanlarında oturan şişman, yalnız ve sinirli adamın aksine… arkalarında oturan beş genç de hallerinden memnun gözüküyorlar. en azından güvertedeki herkesi onları dinlemeye mecbur bırakan sesleriyle attıkları şen kahkahaları duyanlar böyle düşünüyor olabilir ama her birinin içinde tarif edemediği kederler, nedenini bile bilmediği gedikler var. zamane… kenarda ayakta duran çift ise -herkese sırtlarını dönmelerinden de belli değil mi?- ne sesleri işitiyor, ne insanların yüzlerindeki acıyı, telaşı, kaygıyı görüyor ne de başka herhangi bir şeyi umursamaları gerektiğini düşünüyorlar. onlar için en önemli şey birbirlerinin avuçlarında terleyen elleri… güvertenin yan tarafında herkesi görebilecek şekilde oturmuş genç kız içinse -hani şu sonradan nefes nefese gelen- durum biraz farklı. o herkesi tek tek ve büyük bir dikkatle inceliyor. yüzlerini, oturuşlarını, konuşmalarını… o kız yaşlı adamın da, şişman adamın da, gençlerin de farkında. hatta yanındaki kendinden daha genç adama hararetle bir şeyler anlatan orta yaşlı, kıvırcık saçlı adamı o benden önce gördü. kırık kolunu alçının askısından çıkartarak anlattıklarını desteklemeye çalışan genç-ergen delikanlıyı da benden çok önemsedi.

    burada, bu vapurun güvertesinde, birbiriyle hiçbir ilgisi olmayan, hatta diğerinin varlığından habersiz bu insanların en somut ortak yönü benim! benim bir köşeden onları izlediğimin ve aslında onlar hakkında ne çok şey bildiğimin farkında bile olmamaları… yönetmen olmaya heveslenen şu yeniyetme de farkında değil varlığımın, vakur durmaya çalışsa da güzel gözlerinin dolu dolu oluşunu gizleyemeyen kadın da… onu daha vapura binmeden gördüm, iskelede. o zaman da doluydu gözleri ama karşısındaki adam bile görmedi bunu. arkasını döndü ve gitti, öylece… kadınsa kaldı iskelede, hâlâ orada bekliyor bir yanı. bir yanı o adamla gitti.

    her biri için birçok şey söylenebilir şüphesiz, herkesin ayrı bir hikâyesi var. diğerleri belki başka sefere… benim kahramanım şu kız, hani nefes nefese gelen, herkesi inceleyip duran meraklı taze (bu deyimi de orta yaşlı bir hanımdan öğrendim, kızına söylüyordu). herkesi inceleyip duruyor bir yandan, bir yandan da kocaman çantasından çıkardığı küçücük defterine bir şeyler yazıyor. defterin kapağında da bir vapur resmi… besbelli bir deniz aşığı bu kız, durup durup derin bir nefes çekiyor denize bakarak, “iyi ki yaşıyorum” der gibi… göz göze geldik! kafasının içindeki soru işaretlerini görebiliyorum, bir sürü çentik de cabası… diğer yandan gözleri ışıldıyor, gözleri denizde; gözlerinde umut, yaşam arzusu, o açlık, gençlik heyecanı, hevesler… notlarında neler var kim bilir?

    yine uzun uzun etrafı seyretti, çevirdi sayfayı, bir şeyler yazmaya başladı “tabii ya” der gibi…

    “yıllarca deniz deyince, vapur deyince martılar geldi aklıma. denizin üzerinde beyaz köpükler gibi duruşları, sonra o uçsuz mavilik üzerinde salınmaları… oysa şimdi, yani işe her gün vapurla gitmeye başladığımdan beri, anladım ki asıl deniz kuşu karabataklar! karabataklar evet! çoğumuzun çoğu kez farkına bile varmadığımız kuşlar, su kuşları, deniz kuşları. hani şu dalgakıranlarda, kayalıklarda, deniz fenerlerinde yan yana -asker gibi- dizilip denizi, vapurları seyreden kuşlar. siz de onları seyretmeye başlayınca görürsünüz o kayalarda, dalgakıranlarda kanatlarını açıp öylece durdukları vakur hallerini. ama onlara gerçek deniz kuşu dememim nedeni başka… martılar hep denizin üzerindedir değil mi? vapurların peşindedirler hep çığlık çığlığa… yani insanlara gösterirler kendilerini mutlaka. karabataklarınsa böyle bir derdi yoktur, onlar denizin içindedir. tam içinde! karabataklar nasıl öter düşünen var mı ki? merak eden… bazen dalarlar dibe, uzunca bir süre sonra bambaşka bir yerden çıkarlar. üzerinde değil, içinde, tam içinde, bata çıka… ve hep temas halindedirler denizle. insanların atacağı simitleri umursamazlar, onlara ihtiyaçları yoktur, onlar için gösteri yapmazlar… deniz ve onun verdikleriyle yetinirler. burada, bu vapurun bir köşesine konmuş martı gibi insanları izlemez onlar, belki onlar da insanların farkında değillerdir… bütün bunlar bir yana, karabataklar uçarken bile kanatları suya değer! bir şeyi sevmek bu olsa gerek…”

    benim kahramanımın kahramanı ben değilmişim demek… burada beni fark eden tek insan, belki de haklı… belki bir deniz kuşu falan değilim ben, belki sadece bir vakanüvis…
  3. Ölümsüzlük virüsü adında fantastik bir örneğiyle katılmak istiyorum bu listeye.
    hikayenin özeti şu şekildedir:
    "Borobudur tapınağının gizeminin peşinde koşturan bir Arkeolog ve bir Buda rahibinin başından geçen, tüm dünyayı kasıp kavurup insanlığın sonunu bir kez daha getiren bir gizemin öyküsü."
  4. hayata giriş

    burada yazılanlar hayatımızdan alınan parça hikayelerdir. bizler 20 yaşında tek bedeni yaşayan 3 arkadaşız. hepimizin fikirleri farklı olsada ortak çözümlerle hareket ederiz. aramızda tartışma çıksada bunu dışarı yansıtmayız. aslında bizler böyle mutluyuz. dışardan bizi tek bir beden olarak görsenizde, biz aslında 3 kişinin ruhuna sahibiz. sizlerin arkadaşlarınızla paylaştıklarınızı biz içimizde yani kendi aramızda paylaşıyoruz. bu hikayeyi yazmamızda ki amaç ise azıcıkta olsa bizleri tanımanız ve hayatımızı anlayabilmeniz. yada anlamayın pekde umrumuzda değil açıkcası. ama şunu iyi bilin ki sizleri bir tek bizim gibi farklı bakış açısına sahip insanlar anlayabilir. ailenizle, arkadaşlarınızla, bedeninizle yaşadıklarınızı hiçkimseye anlatamadığınız zamanlar bizler geliriz. sizleri dinleriz ve fikirler veririz.
    bundan 4 yıl önce birbirimizle tanıştık. yalnızlığın en dibinde vakit geçirirken karşılaştık. başta ürperdik, korktuk birbirimizden. ama sonunda anlaştık birbirimizle, dışlamadık birbirimizi. ve tam 4 koca sene dostluk ettik. iyisiyle kötüsüyle fikirler paylaştık. ''nasıl olabilir ?'' tarzı sorularınızı duyar gibiyim ama oluyo, hiç beklemediğiniz bir anda bedeninizde ve aklınızda sizin gibi düşünmeyen farklı fikirlerin olduğunu fark ediyorsunuz. başta onları apsorbe etmeye çalışıyorsunuz ve ilk zamanlar bunu başarıyorsunuzda. o aklınızdakiler belli bir süre susuyorlar ve sessizliğe bürünüyorlar. ama hayatınızın en can alıcı noktalarında yani insanın hayat ipinin ayrıldığı zamanda tekrar konuşmaya başlıyorlar. fikirlerini söylüyorlar, düşüncelerini dile getiriyorlar yani benliklerini ifade ediyorlar. biz burdayız bize kulak ver diye haykırıyorlar. bunlara dayanamayıp teslim olduğunuzda ise onlarla artık bedeninizi paylaşmış oluyorsunuz. ilk zamanlar içinizdekiyle konuşmak çok garip gelsede zamanla buna alışıyorsunuz. onların fikirlerini dinliyorsunuz ve hayata daha farklı açıdan bakıyorsunuz. yalnızlığınızı ve en özel anılarınızı onlarla paylaşıyorsunuz. aslında böyle söyleyince çok garip gelsede kendi dostlarınızı yaratmış oluyorsunuz. sadece fikirleri ve düşünceleri sizinkilerden farklı olan, sizleri hiç bırakmayacak olan dostlar..