1. deplasmanda plasebo

    allah'ım kaderimde anarşi ve protesto
    antidepresanlar ve içi boş bir gardırop
    ne de çok yer kaplıyor mesela al pacino
    yardımın gerekiyor kadıköy'deyim stop.

    allah'ım kaderim bu sentimental ambargo:
    alternatif referans potansiyel salvo yok,
    sadece klostrofobi, hicran türbülans ve şok;
    cariyeler çekilmiş yeraltına cumburlop.

    allah'ım kaderimi sen yazdın sen bilirsin
    kalbim oyuncak mı ne, ne kolay kırılıyor?
    'deplasmandır bu dünya' diyor albino şeyhim
    plasebo yutturuyor bana depresif doktor.

    allah'ım kaderimden şikayetçi değilim
    aksine bahtiyarım evrende bana da rol
    verdiğin için şahsen, allah'ım bizler senin
    falsolu kullarınız, n'olur bizden razı ol.



    murat menteş
  2. aç aç aç
    diye haykırıyor yüzlerce mahkum
    canımız yanmış gibi değil
    canımız yana yana
    haykırıyoruz sahnedeki kadına
    aç aç aç
    bir koç başı gibi
    zorluyor duvarları çığlığımız
    açız çünkü açız
    hem sade o kadına ve kadınlara değil
    güneşe yeşile toprağa
    ve açık havaya açız
    adam gibi çalışmaya
    insan gibi yaşamaya da açız
    onun için de işte
    sahnedeki kadına değil asıl
    düzenin bazına asılıyoruz
    aç aç aç
    diye haykırıyoruz
    kilitleri aç
    kelepçeleri aç
    demir kapıları açın
    aç aç aç
    açız çünkü açız
    hem sade içerde değil
    güneşe yeşile toprağa açık havaya
    adam gibi çalışmaya
    insan gibi yaşamaya
    sade içerde değil
    dışarda da açız
    onun için de işte
    sahnedeki kadına değil asıl
    bu düzenin bazına asılıyoruz
    aç aç aç
    diye haykırıyoruz
    bize okul bize yol bize fabrika açın
    aç aç aç
    yine de saklanıyor sahnedeki rakkas
    bu acımıza son çare
    bir açık versin diye bakıyoruz
    canımız yanmış gibi değil
    canımız yana yana haykırıyoruz
    açamaz açamaz açamaz !
    ama hala anlamıyor ki düzenbaz
    gönül hoşluğuyla o açmazsa eğer
    fırladığımız gibi
    bu tarih denen sahneye
    aç dediklerimizi biz
    kendi ellerimizle açacağız.

    can yücel
  3. ilk buluşmalar

    buluşmamızın her anını

    biz bir mucize gibi coşkuyla kutlardık

    yeryüzünde yalnızca ikimiz vardık

    sen bir kuş kanadından hafif ve inceydin

    merdiven basamaklarından başdöndürücü bir hızla inip,

    çiğ taneli leylakların arasından geçerek

    beni aynalı camın öbür tarafındaki

    kendi makamına götürürdün sen

    gece indiğinde bana büyük şeref bahşedilir

    ve tapınağın kapıları açılarak karanlıkta parlar

    ve yavaşça secde ederdi çıplaklığın.

    ve ben uyanarak "tanrı kutsasın" diye fısıldardım

    ve bu kutsamanın cüretkârlığının tadını yaşardım

    sen uyurdun

    ve mavi gökyüzünün kapılarını çalardın rüyanda

    vücudunsa yatağın içinde

    dokunulmazlığının sıcaklığı ve buğusu ile hareketsizdi

    ve kirpiklerin de,

    ellerin de öyle,

    sıcak…

    irmakların nabzı kristal küre üzerinde atar,

    dağlar tüter ve denizden serpintiler gelir

    sense avucunda tutardın o kristal küreyi.

    bir tacın içinde uyurdun

    ve tanrı şahidim ki

    benimdin sen

    sen uyanır ve insanoğlunun

    basit konuşma dilini yeniden yazardın.

    ve "insan" sözcüğünü, gırtlağına yeni bir güçle doldurur,

    ve "sen" sözcüğü, yepyeni anlamlarını ortaya serer,

    ve kral anlamına gelirdi.

    ve yeryüzündeki her şey dönüşürdü

    hatta leğen, kova gibi basit şeyler bile

    ve o sağlam kaya

    aramıza bekçi gibi dikilip durduğunda

    bilinmeyen yerlere sürüklenip giderdi.

    mucizevi şehirler önümüzde bir serap gibi dağılırdı.

    kaderimiz, elinde ustura olan

    bir deli gibi arkamızdan kovalarken

    biz bulutların üzerinde yatardık, yumuşacık…

    ve kuşlarla yolumuz ortaktı sanki

    ve balıklar, ırmaklar peşimizden gelirdi

    ve gökyüzü uyanırdı gözlerimin önünde...

    arseny tarkovsky (1962)
  4. "...
    incecikti
    gül dalıydı
    dokunsam kırılacaktı
    dokunmadım
    kurudu

    gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
    ağaçlar bükmesinler n'olursun boyunlarını
    neden akşam oluyorum tren kalkınca
    kırlangıçlar birdenbire çekip gidince
    mendiller sallanınca neden tıkanıyorum
    öyle çok acımasız ki öyle birdenbire ki
    az önceki çiçekler nasıl da diken diken
    gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
    o sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik, bitti
    o elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti
    artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz
    günler devlet alacağı, yıllar bir kadehcik buzlu rakı
    oyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkı
    kavaklara oklu yürek çizip duran o sedef çakı
    nerde şimdi nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğu
    gitme sonbahar oluyorum sonrası hiç
    ..."

    (bkz: hasan hüseyin korkmazgil) - (bkz: akarsuya bırakılan mektup)
  5. tel cambazı istiyordu ki dünya istediği gibi olsun. bile bile aldanmaya vardırıyordu işi. ama olmuyordu kendisi vardı.

    önceleri terliydi avuçlarımdan kayıyordu
    sonra sonra hem alıştım hem sevdim
    dedim ki ne iyi bu kadındır gecenin yarısında
    etleri var beyaz, gergin sıcaklığı var öp öp ısın
    karanlık sokakları kötü lokantaları ısınmış rakıları
    düşündüm göğsümden iki düğme çözdüm

    gittim bir ormanı dört ucundan tutuşturdum geldim
    burada bana göre bir şeyler vardı
    oturdum

    bu ellerimi nereye koysam yakışmıyor
    dedim ki en iyisi kucağında dursun
    şu kravatımı çiviye as gel
    sigaramı yak birlikte at arabalarını düşünelim
    sarı pirinçten pırıltılı koşumlarını düşünelim
    bir zamanlar bilerek unuttugum 'küçük deniz sokağı'nı
    denizi odun depolarını demli çayları
    ben iyiyim bunlar da iyi şeyler sen nasılsın
    kolların çıplak değildi ama hiç de zararı yoktu
    bir gülünce tanıyordum sen değildin ne yapsam
    elimden gelmiyordu

    tanıyordum elimden gelmiyordu
    yoksa ne guzel aldanacaktım

    yabancılığın daha alımlıydı belki
    ama seni bir ormanda yakalasaydım
    ilk günlerin ilk çiçeklerin tadında
    kandırdılar 23 lira 10 kuruşumu aldılar iki kadehe
    90 kuruşu da ben tutup garsona verdim

    sonunda şehre vardım gökyüzüne fişekler atıyorlardı
    bir kalabalık vardı sarıydı utanmazdı geçkindi
    böylesi daha yakışıyor bildiklerime
    gün doğsun bir arınayım istiyorum
    güneş tozlu caddeler kaygılarım beni bir arıtsın istiyorum
    işte tam böyle istiyorum.

    turgut uyar
  6. biliyoruz oysa:
    alçaklıklara duyulan nefret de
    bozar şeklini yüzün.
    kısar sesi haksızlık karşısındaki
    öfke de. ah, güleryüzlülüğe
    ortam hazırlamak istemiş bizler
    güleryüzlü olamadık kendimiz.
    sizler fakat, geldiğinde vakit
    insan insanın yardımcısı olduğu
    zaman
    hatırlayın
    hoşgörüyle bizi. ^:bertolt brecht^^:bizden sonra doğanlara^
  7. aşk
    şimdi sen kalkıp gidiyorsun. git.
    gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. gitsinler
    oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
    oysa allah bilir bugün iyi uyanmıştık
    sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı,
    bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun oturmuştu
    bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
    yoktu dünlerde evvelsi günlerdeki yoksulluğumuz
    sanki hiç olmamıştı
    oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu

    şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı istanbullular
    şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
    öyle düzeltici öyle yerine getiriciydiki sevmek
    ki karaköy köprüsüne yağmur yağarken
    bırakasalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
    çünkü iki kişiydik

    oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
    bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
    seni bir kere öpsem ikinin hatrı kalıyordu
    iki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
    yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
    memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
    sonrası iyilik güzellik.

    cemal süreyya
  8. ne güzel bir duruşun var senin,
    doğayı kımıldatmadan.

    (bkz: edip cansever)
    abi
  9. resulullah’la benim aramdaki farklar

    resulullah süper bir insandı, ben o kadar değilim,
    resulullah yolda ebubekir’i görse ‘es selamu aleyküm ya sıddık’ derdi,
    ben yolda ebubekir’i görsem tanımam.
    resulullah asla yalan söylemezdi; ben annem ölürken hiç ağlamadım.
    ben annem ölürken çok ağladım çünkü annem
    gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu, görmeliydiniz.

    resulullah azrail’i yolda görse tanırdı;
    ben azrail’i annemin yanında görseydim ona bir çift lafım olurdu,
    derdim ki şimdi yani af edersin ama o sıktığın annemin gırtlağı.

    resulullah olsa ona bunları söylesem o bana gülümserdi;
    o bana gülümserdi ben ona derdim ki, anam babam yoluna feda olsun ey allah’ın resulü; fakat şu koca melek, annemin gırtlağını sıkıyor, bir şeyler yapamaz mıyız?

    resulullah orada olsaydı annemin elini tutardı derdi ki ‘kızım ha gayret!’;
    ben orada olsaydım annemin elini tutardım ve derdim ki ‘anneciğim ölmesen…’

    ben oradaydım annemin elini tuttum ve dedim ki ‘anneciğim seni ben…’;
    annem döndü bana bir baktı o bakışı görmeliydiniz

    resulullah o bakışı görseydi merhametten ağlardı;
    ben o bakışı gördüm haşyetten bayılacaktım ama annem elimden tuttu.

    ne tuhaf, anneler ölürken bile çocuklarının

    anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor ne tuhaf…

    resulullah çok şanslı bir insan
    annesi öldüğünde o küçücüktü;
    benim annem öldüğünde ben küçücük değildim,
    zaten şanslı birisi de değilimdir, filmlerim iş yapmaz.

    annem daha yeni öldü fazla uzaklaşmış olamaz!

    olamaz dedim annem son nefesini alıp da vermeyince
    verse de ben alsam onu, içim ferahlasa, siz de görseniz
    resulullah tutsa annemin elinden birlikte geçseler çölü
    nasıl olsa resulullah da ölü annem de ölü.

    (bkz: ah muhsin ünlü)
  10. geleceğim, bekle dedi, gitti
    ben beklemedim,
    o da gelmedi
    ölüm gibi bir sey oldu.
    ama kimse ölmedi

    özdemir asaf