1. göğü temizleyen güneşin uzanıp dinlendiği vakitti. kalabalığın çiğnediği, hafif terlemiş kaldırımların çirkinleşmeye başladığı vakitti. bekliyordu, kitapevinin önünde. kederimi montun ceplerine tıkıştırıp, çarpık bir gülümsemeyle karşıladım onu. yüzü, hüzünsüz ve parlaktı. gözleri müthiş canlıydı. dudaklarını belirginleştiren rujun iştahlı gülümsemesi yayılıyordu yanaklarının kırmızılığına. bir sıkıntı gibi yürüyordum yanında. bir şeyler anlatıyor, bir şeyler anlatıyordum. sokakları daraltan o masalardan birine oturmuştuk. kaçak çay istedi. bense portakallı oralet. bana bir şeyler anlatırken sözcüklerinin arkasından rahatlıkla seyredebiliyordum yüzünü. yüzündeki kusursuzluğu korkutuyordu beni. çok güzeldi. kısacık saçlarının dağınıklığında, sallanan küpeleri boynuna değdikçe kızarmaya başlıyordu yeniden göğ. gözlerinin büyüklüğüne sığdırılmış en güzel hikâyelerin içindeydi. uzun sürmüş bir sessizlik sonrası,

    “camı kırılmış pencereler gibi bakıyor gözlerin. içerisi buz gibi.” kurduğu cümle hoşuma gidiyor. izin isteyip, defterime yazıyorum. bunu rahatlıkla kullanabileceğimi, söylüyor. gülümsüyorum. “anlat,” diyor. anlatıyorum. içimden onun gibi biri olsam, diyorum. iyilikle dolu. sevecen.

    “hayattayım hâlâ. neden? son bulmaz, dediğim şey son buldu. her şey bir saman alevi gibi o kadar çabuk sönüp gitti ki, anlamsızlaştı. ilk kez bir şeyin doğruluğundan emindim. ilk kez bir doğrudan alıkoymadım kendimi. peşinden gittim. ancak sakarlığımdan düşürüp kırdım. döktüm. çarpıp düştüm. sırtını dönüp gittiğinde içimde bir şeyler kırıldı artık. onarılamayacak bir halde.”

    “bir şey son bulduysa demek, o şey güzel değildi. bir şeyin güzel olması için devamlılık gerekir. sizde devamlılık oluşmamış ki. bir akış, bir derinlik olmamış aranızda demek.” bunu söylediğinde içim yırtıldı. söylediğinin doğru olmadığını ikna etmek istedimse de, çaba gösterme takatim kalmamıştı. yine de saçılmış yerlerimi toparlayıp, kötü düşüncelere izin vermemek için unutmadığım sözlerini söyleyince,

    “demek ki, söylediği gibi değilmiş,” deyip çayını yudumladı. acıyan bir sessizlikle sokağın ıslanışını seyrettim. ani bastıran yağmurdan kaçıp içeriye geçmiştik. suratım berbat bir hal almış olmalıydı. “kızdın mı bana?” dedi. kafamı salladım. “boşver necla, çok koymuş sana farkındayım. üzülmüşsün epey ama boşver. hadi bir oralet daha ısmarlıyorum sana, içeceksin,” deyip siparişi vermişti. iştahı kesilmiş, günlerdir bir şey yemeyen ben, iki lahmacunu ve hemen arkasından frambuazlı tatlıyı gömmüştüm. adamakıllı kilo almalıymışım, onun önüme koyduğu itirazsız her şeyi yeme zorunluluğun sözünü almıştı benden. haklıydı. kilom düştükçe düşüyor, kemiklerim acıyordu. en çok da sırtım.

    oralet masaya geldiğinde telefonum çaldı. aklıma doluşan en kötü ihtimallerin düşüncesi, kan kusuyordu içime. kalktığımda o da gelmek, benimle refakatçi olmak istedi. nazikçe reddettim. en pis, en çirkin hallerimi görmemeliydi.

    geldiğimde uyuyordu. kayıtsız yüzü, plastik hortumların içinde bir pıhtı gibiydi. düşmemek için bastığım her taş parçalanıyordu ayaklarımın altında.

    “sen de sırtını dönme bana. herkesler gitti. sen gitme. gidersen beni sevecek hiç kimse kalmayacak. beni koyma buralarda anne.”
  2. uyandım.

    saat 04.27. göğ koyu. pencereyi açıyorum. ışığı açık odaların üşümüş pencerelerini sayıyorum. on üç. falcı kadın geliyor aklıma. on üç, derin göçük. çatlıyorum. kapıyorum pencereyi.

    alnıma dokunan dünya, mavileşiyor. kalkıyorum masadan. yazdığım mektubu katlayıp zarfa koyuyorum. bu sefer aynı sokak, aynı bank değil. bir kitabın, çılgınca gülen sayfasına yerleştireceğim. gidip kentin kitapçısına. alnıma dokunan dünya, ılık bir ateş. hazırlanıp çıkıyorum evden.

    göğün yeryüzüne uzak olduğu bir gün, bugün. çekilmiş diş gibi sokaklar. yosunları dökülmüş yüzlere bakıyorum. kana kana sessiz ve mutlular. kana kana çıplak. ara sokakların birinde oturuyorum kafeye. saat erken. açıyorum zerre’yi. süha’nın şiirlerini. gelişini bekliyorum kadının.

    “süha, sen ne güzelhayvan’sın,” diyorum.

    geldi. oturdu. merhabalaştık. aramızda bir masa, dünyayı serinletiyor. “hiç konuşmuyorsun,” diyorum. “konuşmayı sevmiyorum pek, sen anlat.”
    “ne anlatabilirim?” diyorum susuyor. susunca bakıyorum yüzüne. bomboş bakan gözleri a.’yı hatırlatıyor bana. üşüyorum. güvenli olmayan bir yol gibi yüzü. geri dönmek istiyorum. kalkmak masadan, gitmek yeniden eve. hızlı hızlı içiyorum corona’yı. bir dilim limon atıp ağzıma. ekşiyorum. topuğum soyuluyor. gidemiyorum. aklıma ilk gelen hikayeyi anlatıyorum. dinliyor.
    “evet, biraz da sen anlat,” diyorum. susuyor. başımı çevirip sokaktaki cılız ağaçların dal yarasını, yaprak yarasını, serçe yarasını seyrediyorum. sıkılıyorum. pat pat dökülüyor sözcükler ağzımdan.
    “madem böyle sus pus oturacağız, neden görüşme teklifimi kabul ettin?” sırtüstü düşüyor sokaktaki bütün ağaçlar. ben sırtüstü düşüyorum, lanet bir cümleden. topuğum daha da soyuluyor. uzunca bana bakıyor. bana bakışından kaçırıyorum gözlerimi. tekrar çeviriyorum başımı.
    “çünkü sende bir şey vardı. incinmişsin,” diyor. “bu yüzden geldim.”

    yere düşünce berelendim. çürük kokusu yayıldı. üstelik koku da geçmez, kaybolmaz. a. geliyor gözümün önüne. kırık bir çocuk parkına bakan pencere oluyorum. hiç uğramıyor. sonra dönüp kadına bakıyorum. bu sefer kaçırmıyorum gözlerimi. saçlarının arasındaki beyaz telleri sayıyorum. çenesindeki kahverengi lekelerini. gözlerindeki boşluğun derinliğine uzatıyorum kafamı. midem tutuyor. “boş bakıyorsun bana, belli sen de incinmişsin,” deyip konuşma payını ona bırakıyorum.

    anlattı. 10 ekim katliamını. dokuz yıldır beraber olduğu sevdiceğini 10 ekim’de tren garı önünde bir bombayla parçalanışını. arkasından bağırışını. ve o’ndan sonra boşluğa çakılışını. tane tane. acelesizce. kanayarak. “çok özlüyorum onu necla. bir bomba da beni parçalasa, gidebilsem.”
    ardından “peki, sen neden incindin?” diyor. bu sefer ben susuyorum. aramızdaki acı, böğrümüze kıvrılmış bir kedi oluyor.

    saat gecikti. kalktık. otobüs duraklarına doğru yürüdük, sedasızca. sırtımı dönüp gitmeden, “mucizevi bir yerdesin, sakın geri dönme,” deyip kanayan topuklarımla hızlanıyorum. bir daha hiç görmeyeceğim, hissediyorum.

    cadde üzerindeki parktan içeri geçip bir banka oturuyorum. bütün topal dünya kamburuma birikmiş. gün yırtılıyor yavaş yavaş. dağılıyor karanlık. bir karga bankın demirliğine konuyor. sonra zıplıyor yanıma. ilk kez benden korkmayan bir kargayla tanışıyorum. şaşkınlığım hüzne bulanıyor. bir iki adım daha yaklaşıyor. gözleri ne kadar da canlı. başımı hafif eğip, kargaya sokuluyorum. gak, diyor. kimse duymuyor. ağlıyorum uzun uzun.