1. coklu insanlar neler yapar hic bilmiyorum. neden boyle oldugumu da. bu ruhsal bir rahatsizlik, hicbir seyden memnun olmama hali. hep bir seyleri kaybetme, hep bir seylere gec kalmislik, genel bir olumsuzluk.
    eskiden beni biri inandirsin isterdim, artik istemiyorum. simdi anlatmak istiyorum. dinleme isini para karsiligi yapanlara hic saygi duymadim, duymuyorum.
    tercihler, tercihler.....
    icimden bir ses, adlarini ve siirlerini hep unuttuklarim arasindan bir sairin gecmisten gelen sesi, "her mihnet kabulum, yeter ki gun eksilmesin penceremden" diyor, ben onu yasadigima sukur olarak yorumluyor ve sukrediyorum.
    hero
  2. sakin bir gün. kedim ayağımın dibinde mırlıyor. elimde çok sevdiğim kahvem, pencereden dışarısını seyrediyorum.
    tembellik etmek istiyorum. kafamda dönüp duran öykü fikri bir türlü istediğim olgunluğa erişemedi.
    kalkıp kahvemi tazeleyip sigara içeceğim. dışarısı nemli sıcak. öylesine yapışkan bir sıcak ki, 10 dk.dan fazla duramıyorsunuz. ama insan alışıyor. hayat kolay gibi görünse de aldatıcı. dün yanlışlıkla girdiğimiz yoksul mahallelerdeki hikayeler, dünyanın her yerindeki yoksul mahallelerle aynı.
    burada da 'yaman çelişki'ler var, yoksulluk konusu en başta elbette.
    dışarısı bu kadar sıcakken içerisi de bu kadar serin, hatta bildiğin soğuk. ceketsiz duramıyorsun. koca koca binalar, mevsim nedeniyle neredeyse boşlar ama içeride cayır cayır klimalar çalışıyor. bu da zengin ülke olmanın gereği sanırım.
    kapı, pencere hiç açılmıyor. içerinin havası, kurdukları hani o uçaklardaki havalandırma sistemiyle havalandırılıyor. uçakta da 'hoodie'lerle oturmak zorundasınız yazın. o verdikleri uyduruktan tayyare battaniyemsiler hiçbir işe yaramıyor.
    bu yazıyı böyle saçmalayaraktan daha ne kadar uzatabilirim. belki sayfalarca daha. önemsiz şeylerden söz etmek, tıpkı gerçeklerden kaçmak için fantazya okumak gibi. sonuç; gün geçer, hayat biter.
    hero
  3. kıpklasik bir cümleyle başlayalım.
    bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. ama bardak benzetmesi yetmiyor, kovadan boşanırcasına yağıyor desem bile tam karşılamaz. gökler delinmiş, bulutlar, dünyanın bütün yağmurlarını öylece salıvermiş gibi yağıyor. tropikal yağmur böyle işte. içerde yine kedim ve kahvemle huzurlu bir günün sonunu kutluyorum. yağmur sesi bu kadar şiddetliyken de, eğer içerdeyseniz ve huzur hissediyorsanız iyi geliyor.
    hafifledi biraz, şimdi kulağa ninni seslendirmeye başladı. bu kadar çok kahve içmeseydim bu sesle uyuyakalırdım.
    nasıl olduysa, geçen attığım fotoğrafı ekşi uygulamasına izin vermeden yükleyebilmiştim. bu sefer çektiğim yağmur fotoğrafları için benden illa izin vermemi istiyor, ben de reddediyorum.
    belki kendi bilgisayarıma kavuştuğumda yüklememe izin verir, bakalım artık.
    aforizmalar çıkarmaya başladım. ama insan dinginken çıkarttığı aforizmalar bile, daha önce çıkarılan binlercesi gibi sıradan ve amiyane.
    az önce artık çiseleyen yağmurun altında sigara içtim.
    trafiğin hiç yoğun olmadığı bir sokakta yoldan geçen elektrikli bir motosikletin şarjı bitti, ufak tefek, genç bir siyahi onu sürükleyerek kim bilir nereye götürdü, evi uzaktır buralara.
    bir ara amerikalıların temizlik anlayışlarından söz etmeliyim, hatta belki de şimdi.
    şu yazıyı yazarken bile üç ayrı zaman 'dilimi' geçti.
    gün burada da akşam oldu neredeyse.
    bugün gittiğimiz 'colombian' restoranın menüsü ve fiyatlarından söz edecektim, o artık başka zamana kalsın.
    amerikalıların bize göre 'awkward' temizlik anlayışlarına gelince, biz hep arapları 'pis' olarak görüyoruz ama, aslında 'standart' bir amerikalının da temizlik hakkında araplardan çok büyük bir farkı yok.
    ayakkabı ile eve girmelerini yasaklasanız bile, eşyalarını kullanma sefilliği, banyo ve tuvaletlerine gösterdikleri özensizlik, yığılan bulaşıklarını hiç arıtmadan karmakarışık bulaşık makinesine atmaları, ev işlerinin onlar için son derece gereksiz olması falan. öyle çok örnek verilebilir ki. bana en ilginç gelenlerden biri, en ucuzundan en pahalısına kadar, bütün alışveriş yerlerinde göz önünde satılan devasa tuvalet pompaları. gerçekten anormal büyüklükte pompalar bunlar. sürekli katı besinlerle beslendikleri için dışkıları da çok katı oluyor, bir de üstüne, çok fazla tuvalet kağıdı kullanıyorlar. ve hepsi de klozete tabii. sonuçta, eşyanın tabiatı gereği tuvaletleri tıkanıyor, o zaman gelsin evin errrkeğii, açsın bakalım klozeti kolaysa.
    yalnız şu var ki, adamlar gerçekten günde iki defa beşer dakikalık duşlar alıyor ve her gün çamaşır değiştiriyor. bu da bizden ayrılan olumlu yönleri.
    çok, delicesine, yarınlar yokmuşçasına tüketiyorlar her şeyi. hiç acımıyorlar. bulaşık deterjanının dibi sulandırılıp kullanılmıyor örneğin. koca koca havlu kağıtlara bir defacık ellerini kurulayıp atıyorlar.
    denedikleri ve beğenmedikleri herhangi bir şeyi hemen çöpe yolluyorlar, ayrıştırılmış çöplerine.
    ayın son günleriydi geçen. bütün sitelerin çöp bölümleri tıklım tıklım doluydu. gıcır gıcır yepyeni eşyalar. öylece çöpe bırakıyorlar. çünkü evi tamamen boşaltmazlarsa depozitoları yanar. o depozitolar da az buz paralar değil. burada adam bulmak o kadar zor ki, ev sahibi de haklı. o eşyaları attırmak için şirket ayarlaması lazım, o da bir yığın para.
    o çöp kenarlarındaki yepyeni eşyalar, ya az gelişmiş ülke insanlarınca seçilip alınıyor ya da bu durumu bir iş fırsatı haline getiren, hem aracı hem deposu olan uyanıklar tarafından, daha sonra bir yığın paraya satılmak üzere toplanıyor. 'truck'larla dolaşıp eşya topladıklarını gözlerimle gördüm. insan en çok yepyeni iki parça devasa yataklara acıyor. bunların toplanması çok iyi aslında. çünkü zamanında toplanmazsa, az önce anlattığım tropik yağmur gibi bir yağmur o yatakları mahvedecek zaten.
    yine ortaya karışık bir yazı oldu. bu yazılar üç beş kişi tarafından bile okunsa iyidir diye düşünüyorum. burada yapmaya çalıştığım şey, deneyim paylaşmak ve bu da az buz bir şey değil bence.
    neyse bugünlük bu kadar yeter diyelim ve bugünün tek ve son yazısını sonlandıralım.
    hero
  4. ben tek değilimdir diye düşünüyorum. herhangi bir iş yaparken, örneğin bulaşık yıkarken aklıma bir anda aynı çizgi filmden hep aynı sahne geliyor. öyle aklımı uzun süre meşgul falan etmiyor ama hep aynı spesifik görüntüyü aklımın bir köşesinde anlık yakalıyorum. haa, bu çizgi film, öyle çok bayıldığım, hayranı olduğum, defalarca izlediğim bir çizgi film de değil. aptal çocuksu çizgileri olan, sırtını saçmalayarak yunan mitolojisine dayamış, üstelik de yarıda bıraktığım bir çocuk çizgi filmi.
    bulaşık yıkamakla bu çizgi filmin ne alakası var, henüz bağlantıyı kuramadım. aslında genellikle aynı sahneler canlansa da başka başka anılardan tekrarlayan görüntüler de var. zihnim her zaman çok meşgul. genellikle bir türlü başlayamadığım bir öykünün diyalogları oluyor kafamda ya da herkese olduğu gibi binlerce alakasız şey birbiri ardınca belirip kayboluyor. bazen de o serbest koşuşturmaları zorla bir düzene sokuyorum. bir iş yaparken alakasız başka bir konuya odaklanmak, zamanınız varsa hiç de zor değil.
    sandman'i izliyorum, az kaldı, 'aduket' olarak nitelendirilen rüya girdabı kızın küçük erkek kardeşinin peşindeyiz şu aralar. yaratıcısı neil gaiman da kendi eserinden netflix' e uyarlanan bu diziyi bizzat yaratan elemanlardan biri. dizinin her bölümünde adı kocaman harflerle geçiyor.
    yunan mitolojisi takıntılı 'ingiliz' asıllı bir yazar olarak, bizi ingiltere'nin neredeyse jane austen romanlarında geçen, o günlük güneşlik, bence kesinlikle 'romantize' edilmiş, buram buram tarih kokan sokaklarında dolaştırıyor.
    ingiltere'yi bilmesek, sanki anglo-sakson etkili bir akdeniz ülkesinde dolaştığımızı zannedeceğiz.
    bu konu beni düşündürdü baya. dünyaca tanınmış bir yazarın herhangi bir eseri dizi ya da film olarak çekildiğinde, konu ne olursa olsun, o konu bir şekilde konuyu yaratanın mekanında geçiyor. ferzan özpetek, nuri bilge ceylan da fatih akın... veya orhan pamuk.....
    eğer bu topraklardan dünyaca ünlü kişiler çıkıyorsa, bir şekilde içinden çıktıkları kültüre hizmet ediyorlar.
    distopik filmlerde en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de buydu; bildiğimiz dünya yok olmuş, kalan bir avuç insanın arasında illaki arap asıllı biri var. the 100'ü düşünün. aklıma lost dizisi geldi, orada da başkahraman grubunun içinde ıraklı bir arap vardı. biz türkler uzun süre araplara egemen olduğumuz için onlara üstten bakmayı alışkanlık haline getirdik, oysa dünya kültür sahnesinde, onlar, londra'nın ünlü christie müzayede salonunda açık arttırmayla satılan nadide sanat eserlerini milyonlarca dolar ödeyerek özel koleksiyonlarına istiflerken, biz, belki de dünyanın en güzel coğrafyasını yağmalamakla, yok etmekle meşgulüz. geriye kalan az sayıdaki özel değeri de yok ettiğimizde şöyle bir 'oh' çekip geriye yaşlanabiliriz. bu nedenle, 'artık' buradan götürülen her önemli değer için üzülmekten vazgeçtim. en azından 'kurtarılmış' oluyorlar. hatta esrarengiz tarsus kazısında ne bulunduysa gitti, kurtuldu.....demek istesem de bir türlü diyemiyorum.
    bugün benim için çok özel bir gün.
    bütün günü bir şeyler yazarak geçirmek istemiyorum. yazdıklarım için çok zaman gitti. telefonla yanlışsız yazmaya çalışmak çok zor. kontrol ediyorum ama paylaştıktan sonra yapacağım asıl kontrolü. öylesi daha kolay geliyor bana.
    bugün yeni yerler keşfetmek için yeterince zamanım var. belki sonra onları da yazarım.
    10.08.2022
    hero