• okudum
    • okuyorum
    • okumak istiyorum
  • youreads puanı (8.75)
kuşlar yasına gider - hasan ali toptaş
pırıl pırıl ışıyan türkçesiyle hasan ali toptaş,
kuşlar yasına gider'de romancılığına yeni bir boyut katıyor: anlatmıyor, söylemiyor; nefeslendiriyor.

kadirşinas otlarının mırıltısını, of dememenin ilmini, eldeyken kıymetini bilmenin erdemini, ömürden giden günlerin sabrını okudukça zihnimiz, gönlümüz havalanıyor.

"babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır" sözü yankılanıyor kulaklarımızda.

kuşlar yasına gider; atların koşması kadar doğal, kaleme iç çektirecek kadar merhametli bir roman.


  1. bu dağlar kömürdendir
    geçen gün ömürdendir
    feleğin bir kuşu var
    pençesi demirdendir

    hadi leyli leylanı
    mevlam yazmış fermanı
    ya al canım kurtulam
    ya ver derdim dermanı

    bu yol pasin'e gider
    döner tersine gider
    şurda bir garip ölmüş
    kuşlar yasına gider

    bir at bindim başı yok
    bir çay geçtim taşı yok
    burda bir yiğit ölmüş
    yanında kardaşı yok

    bir ardahan türküsü bu. öz yaşam öyküsel özellikler taşıyan roman, adını bu türküde geçen bir dizeden alıyor. roman boyunca iki şehir, iki yaşam, iki dünya arasında gidip gelen anlatıcının dinlediği pek çok türkü var. hasanım ali'm türküleri çok sever. harfler ve notalar'da neşet ertaş konserinden bahsettiği çok hoş bir yazı vardı. asip dağı, evet.

    sonunu bildiğimiz, bile bile okuduğumuz bir hikâye. yaşamak gibi işte. sonunu bile bile yaşamak... aynı uzun yolları gide gele geçirdiğimiz zaman... hep bir arayış... ölümün en koyu gerçek olduğu anlamsız bir dünyada anlam arayışı bizimki. sonun en baştan belli olduğu hikâyede anlatıcının yaşadığı da böyle bir arayış işte. bu süreçte yaşananlar çok tanıdık. iki hafta önce hastanede yatarken bize akşam yemeği vermediler. atlamışlar. bir de gece çok üşüdük. ne durumdasın diyen yok. "bizi buradan çıkar oğul." diyen bir ses duydum içimde. roman mı yaşamı taklit ediyor yaşam mı romanı, bilemedim.

    köy yerinin insanı her yerde mi aynıdır? anlatıcı, çocukluğunu birlikte geçirdiği bu topluluktan ne kadar farklı... "medeni konuşur, yabani bağırır." der cemil meriç. köy insanı konuşmayı değil bağırmayı tercih ediyor. içinde bulundukları sessizliği kocaman seslerle bilinçsizce bastırmaya çalışır gibi. hastaneden dönen adamın başında bir uğultu haresi... o ses yükseldikçe okurun içini hafakanlar basıyor. anlatıcı bu sesleri geride bırakıp kendi dünyasında sessiz ya da temiz sesli bir yaşam sürmeye çalışsa da sesler eğiliyor, bükülüyor, birleşip ayrışıyor ve peşine düşüyor anlatıcının. sessizlik iyidir ama nereden gelirse gelsin, dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten gelen bir hişt sesi de fena değil.

    alzheimer olan anneannem, son zamanlarında çocuklarını bile tanıyamaz duruma gelmişti. "bir kızım var, adı nevin." diyordu. annem çok ağladı bunun üzerine. nevin, annemin küçük yaşta ölen kardeşiymiş. anneanneme en çok acıyı onun ölümü vermiş galiba. en çok onu yaşatmış içinde anneannem. aziz bey'e de en büyük vicdan azabını suat veriyor. son nefesinde "su" derken bile suat'ı anıyor aziz bey. beyaz gömlekli çocukla özdeşleşen suat'ı... belki öyle oluyordur yaşlılıkta. pişmanlıklarımız, unutmak istediklerimiz kendini bir bir hatırlatıyordur belki.

    bir de at var tabii. bir imge, bir inanış, bir hayal olarak at. azrail'in her kılığa bürünebildiğine inanılır. romandaki azrail de at kılığında görünüyor anlatıcıya ve okura.

    ağaçları çok severim. kendilerini, görünüşlerini, figürlerini, büyüyüşlerini, dal budak verişlerini, çiçeklenişlerini, meyvelenişlerini, kuruyuşlarını bile severim. en çok da zamansızlıklarını... zaman, insana bağlı bir kavram. ağaçların zamanı yok mesela. akış ve oluş halindeler. aziz bey, evin girişindeki o ağaçları kestirmemekle ne iyi yapıyordu. ağacı kesmek, akışa ve oluşa yersiz bir müdahale bence. ve maalesef romanda akışa ve oluşa müdahale ediliyor. bıraksalar, aziz bey'in yaşamı gibi kendiliğinden son bulsa ağaçların yaşamı da. insanoğlu...

    uykuların doğusu'nda da yaptığı bir şey var yazarın. başını ve sonunu birleştiriyor ve bir dairenin içine hapsediyor anlatıyı. romanın sonuna geldiğimizde başa dönüyoruz. bir kısır döngü oluşuyor böylece. ölümü bir daireye hapsedip orada tutmaya çalışıyor sanki yazar. mümkün olsa keşke.

    kendi başına değerlendirdiğimde romanı sevdiğimi söyleyebilirim ama yazarın diğer romanlarının yanına bile yaklaşamayacağını da belirtmeliyim. bir dergi, 2016'nın en iyi romanı seçmiş kuşlar yasına gider'i. "daha neler!" demek istiyorum ama 2016'da çıkan diğer romanlarda da pek bir şey bulamadığımız için sessiz kalmayı tercih ediyorum. sessizliği seviyor zaten yazar. sessizlik demişken... çok röportaj vermese keşke hasanım ali'm. ben onun sessiz halini daha çok seviyorum.