1. ilk gören, ilk duyan, ilk bilen, her şeyin hakimi ve kaynağı, ululardan ulu, yüce kral fontan'ın en güzel kızıydı tanrıça neba. tanrıların içini ısıtan güneşten bir kalbi, etrafını nuruyla aydınlatan aydan bir yüzü, ateş böcekleri gibi uçuşan kuyruklu yıldızlardan saçları, masmavi dünyadan bir gözü vardı.

    kral fontan en güzel masmavi gözü hediye etmeyi neba'ya layık görmüştü. fakat en güzel hediyenin de bir bedeli olacaktı. neba bu bedeli en başta biliyordu. daha olacaklar yaşanmadan okyanuslar dolusu ağlamıştı. zafer sanılan, doğanın kanunu bu denilen en kederli acılara, içini sızlatan adaletsizliklere, arsız riyakarlıklara, sonsuz açgözlülüklere, umut denilen en büyük azaplara, kinin, nefretin, kıskançlığın, kibrin, ihanetin, işkencelerin en dayanılmazlarına bu gözle şahit olacaktı.

    yanağında minik bir çukurlu çocuğun gülümsemesinde neba'nın kalbini harlayan, neba'nın minik bir gamzesi olmayışı mıydı? ya da camdan dışarıda çiseleyen yağmuru izleyen çocuğun gülümsemesindeki sır, neba'nın onun kederini yağmur ağlayarak paylaşması mıydı? gözyaşlarının kederden mi, yoksa arada buruk bir sevinçten mi yağdığını sadece neba bilecekti. hatta kral fontan'ın erişemediği belki de tek sır bu olacaktı.

    kederli tanrıça neba kuyruklu yıldızlardan saçlarını tararken kopan her tel, güneşten kalbine düşer, içi cız ederdi. insanlar binlerce yılda bir bu kedere şahit olacaklardı. bu keder daha sonra insanlar arasında, ak düşmek deyimiyle yer edinecekti. nereden bilebilirlerdi ki asıl sebebini?

    neba gözünü her kırptığında dünyada gece ve gündüz olurdu. gözü açıkken güneşten kalbini insanlara sunar, onların da ruhunu aydınlatmak isterdi. gözü kapalıyken insanların üzerine yıldızdan bir yorgan serer, huzurla dinlenmelerine izin verirdi. göz kapağı yıldızdan simlerle bezeliydi. o bir tanrıçaydı ve gözü kapalıyken de güzel olmalıydı. hatta en çok gözü kapalıyken güzeldi. bir gün kalbinin ateşi söndüğünde, gözü sonsuza dek kapanacak mıydı? bir tanrıça acaba kaç yüz bin yıl yaşardı? kendi kızının ölümüne göz yumacak kadar zalim değildir sanırım fontan...

    ...evin terasında amcasıyla sohbet ederken ikisi de gökyüzüne dalmıştı. eskiden gökyüzü geceleri ne kadar da ihtişamlı bir güzelliğe sahipti; sanki kollarını uzatsa yıldızları kucaklayacak, bir nehir gibi akıp giden samanyolu'ndan bir avuç yıldızı yüzüne çalacak kadar onlara yakındı. bu düşüncelerin arasından aynı kelimeler dökülüverdi:

    -eskiden gökyüzü geceleri ne kadar güzeldi değil mi amca?
    -sahiden yeğenim, ne oldu o kadar yıldıza?

    o an amcası onunla alay mı ediyor anlayamadı. samimi bir soru olduğunu düşünerek ışık kirliliğini ona izah etti. amcası tatmin edici bir cevap almış olmalıydı. artık her taraf sokak lambalarıyla aydınlatılıyordu. çocukluğundaki karanlık gölgeler arasında saklanan umacılar da sokak lambalarıyla dağılıp gitmişti. bir an artık köyde gübre kokusu olmadığını da fark etti. burnunda sadece fön rüzgarlarının tepelerden aşağı doğru getirdiği bodursu bitki kokusu vardı. çocukluğundan geriye hiçbir şey kalmamıştı. insanlar neba'nın yıldızlarını çalmış, onları en ücra karanlık köşelere savurmuşlardı...

    nerede zalim kral cepheus, kibirli kraliçe cassiopeia,
    cetus'a yem edilecek mi zincirli prenses andromeda,
    prensesi kurtarabilecek mi kahraman perseus,
    alır mı onları sırtına acaba kanatlı at pegasus?

    nerede avcı orion, belinde kuşağı, elinde yayla,
    güneye süzülen kuğu cygnus, doruklardaki kartal aquila,
    orpheus'un elinde titreşerek kederlenen lyri,
    -yaz üçgeni- kuğunun deneb, lirin vega, kartalın altairi?

    mutlu mudur kızı virgo, küçük köpekleri maira ve çoban bootes,
    ejderhayı kuyruğundan yakalamış büyük ayı ve polaris,
    taramış yıldızlardan dağınık saçlarını berenices,
    ne de güzel yakışır o saçlara kuzeytacı borealis.

    neba ve hikayesi kendi hayal ürünümdür ama şiirde yunan mitolojisine sadık kalmaya çalıştım. aklımda böyle bir yazı yoktu ama ışık kirliliği üzerine düşünürken gelişiverdi her şey :) saygılar...