1. son zamanlarda sosyal medya üzerinden programlarında sık sık reklam vermesi, bazı günler program yapmaması gibi sebeplerle ağır eleştirilere maruz bırakılan radyo programcısı.


    bu adamın sesini ilk kez yedi yıl evvel, e5 trafiğinde mahsur kaldığımız bir akşamda duydum. bazı şeylere aklımın yeni yeni erdiği bir dönemde olmama rağmen, bilhassa hükümet tarafından pıstırılmıș ve kapsam alanı sürekli daraltılan, uzantıları durmaksızın kırpılan bir medyatik sistemde bu adamın sivrilmiș olduğunu, ve tepki görür görmez, mimlenir mimlenmez susup oturmak yerine çizgisini bozmadan durabildiğini görmüş ve sırf bu yüzden bile saygı duymuştum. siyasi görüşü beni ilgilendirmiyor, kimseyi de ilgilendirmez. adamı farklı kılan muhalif olması da değil zira; bunu ifade etme çekincesi olmadan program yapması, yapabilmesi, hatta ve hatta onlarca kez uyarı almasına ve mahkemelik olmasına rağmen bunu yıllardır devam ettirmesi.



    kendi formunu koruyamayan, hatta bir zamandan sonra kendine ait bir formu bile olmayan, konulduğu kabın şeklini alan, ortamdan ortama, insandan insana renk değiştiren, fikrini savun(a)mayan değil, kendine ait fikri bile olmayan sığ, yetersiz ve lüzumsuz figürlerle dolup taşan bir düzlem ülkemizdeki medya. kalitesizlik, iki yüzlülük, cahillik diz boyu. televizyonda herhangi bir kanalı açıp yalnızca yarım saat izlemeniz yeterli bu çıkarımı yapmak için. dizilerden gündüz kuşağı programlarına, magazinlerden haberlere, yarışmalardan reality şovlara dek olabilecek ne varsa, izleyici kitlesini aptal yerine koyan, hatta bu yolda kendi aptallıklarını gizlemeye tenezzül bile etmeyip halen daha aklı selim olan nadir kesime her gün bıkmadan usanmadan "başkası adına utanmak" hissini yaşatan insanlarla dolu. siyasetçisinden oyuncusuna, spikerinden yazarına, yarışmacısından yapımcısına kadar geniş bir yelpaze. öylesine şiddetli bir çürümüşlük var ki, tepki konulması gereken yerde, uzun zamandır bunlara maruz kalınmasının etkisiyle bağışıklık kazandıldığı için bir nevi ağlanacak hale gülünme etkisi çıkıyor ortaya. hadi televizyonu hayatınızdan çıkardınız -ben yıllardır kelime oyunu ve kanıt dizisinin tekrar bölümleri haricinde hiçbir şey için televizyon açmamış insanım- bu defa da etrafınızda olan bitene karşı kulaklarınızı tıkamıș gibi hissetmenizin önüne geçemiyorsunuz. sizi her ne kadar çileden çıkarsa da, her ne kadar bireyselliğinize sarılmış olsanız da öyle ya da böyle bu toplumun içindesiniz. toplumsal ya da vatani duygularınız olmasa bile -ki ne kadar az olursa olsun bu, asla sıfırlanmaz- bu ülkede okuyor, bu ülkede çalışıyor, bu ülkede hayatta kalmaya çalışıyorsunuz. sürekli bir akışın içinde, bazı gerçekleri görmeyi ya da duymayı reddederek sabit bir şekilde kalamazsınız. dairenizin dışında gerçek zamanlı olarak ilerleyen bir hayat var. ve bu hayat, özellikle bizimki gibi bir ülkede, ağzına dek ölümle, adaletsizlikle, yolsuzlukla, hırsızlıkla, cahillikle, anlayışsızlıkla, bilinçsizlikle, karaktersizlikle, ihmalkarlıkla, üç kağıtçılıkla dolu. özellikle son birkaç yılda yaşanılanları özet geçmek istedim ama hakikaten sırf hatırlaması bile midemi kaldırdı, yazmaktan vazgeçtim.



    ne olup bitiyorsa, etkilenmemek elde değil kısacası. haberdar olmamak, olmayı istememek gibi bir opsiyonunuz yok. yakalanan-teșhis edilen katillerin ve tecavüzcülerin, kurbanlarının hak ettiği adalete teslim edilip edilmediğini öğrenmek istiyorsunuz -gülünç denecek para cezalarıyla, hatta bazen yargı sürecine bile gidilmeden ellerini kollarını sallayarak sokaklarda gezmek üzere serbest bırakıldıları gerçeğiyle yüzleşeceğinizi bilseniz de-, bütünlüğü delik deşik edilmiş olsa da inandığı vatan ve bayrak uğruna, kalan parçaları bir arada tutmaya ve tanımadığı insanların hayatlarını savunmaya çalışırken öldürülen binlerce adamın aslında ne uğruna hayatlarından vazgeçtiklerinin sorgulanmasını istiyorsunuz, hükümetin size vadettiğiyle size aslında verdiği arasındaki uçurumda hangi insanların ve hangi değerlerin dibi boyladığını bilmek istiyorsunuz, hastanelerde, toplu taşımalarda, okullarınızda, iş yerlerinizde hangi haklarınızın nasıl gasp edildiğini bilmek istiyorsunuz, yediğinize içtiğinize, giydiğinize, kullandığınız yakıta gelen ani ve yüksek zamların nedenini ve bu nedenin sorumlularının kimler olduğunu bilmek, eğer biliyorsanız da görmemekte ısrar edenlere göstermek istiyorsunuz, üniversite sınavınızın milyonuncu kez değişen formatının en son nerede durduğunu bilmek istiyorsunuz; liste uzar gider. hayat her insanın imtihanı; ama günümüz türkiye'sinde hayatta kalmaya çalışan bizler, imtihan içinde imtihanlar veriyoruz. katmanlarında rüyaların değil kabusların bizi beklediği devasa bir inception sanki. tüm bu bilme ihtiyacı, "ne oluyor, şimdi ne olacak, neden?" şeklinde sorgulamaları hala yapabilen insanları televizyon haricinde bir kaynak arayışına sürüklüyor; çünkü televizyondaki karakterler, hakikaten televizyonda yaşıyorlar bu hayatı. okumaya çalışıyoruz bu sefer. yazmaya devam edebilen, maddi menfaat, sürü psikolojisi, mimlenme korkusu gibi motivasyonlarla, ya da bazen sadece dalkavukluk ve cahillik yaptırımıyla yalan yazıyor, en iyi ihtimalle ise doğruyu yazmıyor. doğruyu yazan, sorgulayan, insanları hak ettikleri hesabı sormaya teşvik eden, çekincesizce ayağa kalkan tutuklanıyor, hapse atılıyor, sansürleniyor, yasaklanıyor, ceza kesiliyor, bunların hiçbiri olmasa itibarı kaybettiriliyor, ayağı kaydırılıyor. idam devri kapanmamış olsa -ki bu ihtimal beni her ne kadar delirtse de o devir yeniden açılabilir bile, bu ülkenin geleceğine dair her şey her an mümkün, freni patlamış bir arabada uçuruma doğru gidiyoruz- ilk fırsatta asılacak yüzlerce insan var içlerinde. böyle berbat, çürük bir vaziyetteyiz. lakin herkes hizada tutuluyor. iktidara tehdit olabilecek potansiyeldeki herkesin sesi bastırılsın diye, boş konuşanların sesleri sonuna dek açılıyor. medya dediğiniz şey işte bunun paravanı. kendilerini bu düzlemden muhafaza etmeyi çat pat becermiș olan insanlar da, kendilerine verilmiş küçük kum havuzlarında etliye sütlüye bulaşmadan kaleler yapıp yıkmakla meşgul. kimse sesini çıkaramıyor, kimse karşı çıkamıyor.


    bu adam sesini de çıkarıyor, karşı da çıkıyor arkadaşım. bu gerçeği de kimse inkar edemez. milyonlarca insanın hayatını zehir eden bu düzlemde, bu adam çok büyük çoğunluğumuzun içimizden söylediği, içimizden öfkelendiği, içimizden küfrettiği her şeyi, yıllardır sabah akşam, üstelik bir mikrofona söylüyor yahu. bu devirde, bu coğrafyada, bu yönetimde bundan ötesi var mı? şahsı bir kenara bırakıp radyoya geçelim. adamın dili sivri bir kere. onun için bu kadar yoğun ve sık muhalif konuşmak ne kadar riskliyse, radyo için de bu adamı bünyesinde çalıştırmak o kadar riskli bir durum. adam görünmez değil, ismi cismi, adresi var. programlarının podcastleri bile var, her şey kayıtlı. yayınına ya da kariyerine müdahale edilmesi için bol bol malzeme de sunuyor. sırf bir adet standart bir programında söylediği şeyler için bile fişinin çekilmesi an meselesi. böyle kritik bir noktadayken radyonun maddi menfaatini düşünmesi hiç anormal değil, hatta bunu düşünmesi için bu şekilde bir kritik noktaya gerek de yok, hayır kurumu değil sonuçta. maddi boyuta girdim zira reklam olayı da tam burada devreye giriyor. o "bir ara veriyoruz, bir reklam arası" repliği var ya, hah işte o replik bu adamın inisiyatifine yahut keyfine kalmış bir replik değil; radyonun kasasının şifresi o. değirmenin suyu nereden geliyor sanıyorsunuz hakikaten? radyo gibi düşüşte olan bir sektörde bu kurum nasıl ayakta duracak, programcılarından tutun temizlik personeline dek çalışanlarının maaşlarını nereden verecek? izlenilmesi çok doğal olan bir metot bu. ama bunu nihat sırdar'dan bilmek, sanki bu adam on beş dakikada bir reklam vermekten çok memnunmuș, "bir ara verelim, bir reklam arası" derken mikrofonun arkasında orgazmik zevkler yaşıyormuş gibi suçlamak ne demektir ya? "adam reklam dayayıp duruyor artık dinlemeyi bıraktım" demek nedir yani? nasıl bir mantık bu? televizyonun karşısına geçilip, ufak tefek cinayetler izleniyorken 80 dakikalık bölüme toplamda minimum bir saat reklam basıp durduklarında bu mert fırat'tan, gökçe bahadır'dan mı biliniyor? ya da dizinin senaristi her kimse ondan mı biliniyor? en fazla kanala sayıp sövülüyor. ya magazinler? sürekli bozuk plak gibi tekrar eden o klişe "az sonra!!!" haykırışlarına maruz kalınması yetmiyor; üstüne üstlük defne samyeli ve cem yılmaz'ın tatil detaylarını öğrenmek için (sanki çok mühim) yarım saatlik reklamın bitmesi kuzu kuzu bekleniyor ama. hani bunun sorumlusu? magazin spikerinden mi biliniyor bu, cem yılmaz'dan mı? hiç kimseden bilinmiyor bile, milletin tek derdi ağzının suyu aka aka sosyetiklerin hayatlarını, ilişkilerini, yatlarını, katlarını, mücevherlerini izlemek. lakin neticede reklam var işin içinde. e ne farkı var? nihat sırdar'ın programındaki de reklam bu da? belki o kadar sık değil ama en az onun kadar, hatta ondan daha uzun televizyon reklamları. üstelik sadece işitsel değil görsel olarak da bilinçaltını istila ediyor. dizi izlemeyi bırakıyorlar mı, hayır. ama sanki günlük hayatta medya gırtlaklarından aşağı hiç reklam basmıyormuș gibi "ay gına geldi, adam sürekli reklamda" diyebiliyor insanlar. geçin artık bu makamı lütfen.


    sonra sık sık program aksattığı göze batıyor, işte buna bir yere dek hak verilebilir bakın. "hafta içi her akşam 18 ile 20 arası" diye anons geçiyorsa her program başı; hakikaten hafta içi her akşam bu zaman aralığında mikrofonunun başında olmalı bu adam. arada aksatıyor, ben de denk geliyorum. ama sürekli takipçisi olanlar bilirler; birçok fiziksel rahatsızlığı bulanan biri bu adam. özellikle böbrek taşından epey çekiyor. bu bir yana, sesi sürekli kısılıyor, programlar haricinde gösteriler de yapıyor. gösterileri hakkında bir tek yorum bile yapmıyorum, izlemedim hiç, o kısmı bilemem. ama sık oluyorlar, onu biliyorum. sonrasında gerek radyonun yönlendirmesi, gerekse kişisel kararlar doğrultusunda epey geziyor, şehir hatta ülke dışından program yaptığı da oluyor. bunlar hiçbir şekilde mazeret değil, sadece olanı söylüyorum. ama ben bu adamın sesinin yerini hırıltıya bırakacak kadar kısılmış olduğu, öksürükten boğulduğu, sürekli "çok özür dilerim" diyerek boğazını temizleyip devam ettiği sayısız programını da dinledim. yaptığı işi hakkını vererek yapmaya çabaladığına çok şahit oldum. kişisel olarak bakarsam benim için işte iki gün çıkmış bir gün çıkmamış, on gün çıkmış dört gün çıkmamış çok da mühim değil. ama objektif bakılırsa, iş etiğiyle çelişik bir durum. haftanın beş günü çıkamıyorsa, yeni bir düzenleme getirebilirler programa. daha doğru olur.


    sonra geçen gün ekşi'de bir yorum gördüm. "her sabah ülkesini yerden yere vuran radyocu" diye başlıyor, "ülke hakkında sürekli olumsuz yorum yapması moralimizi aşağı çekiyor" diye de devam ediyor. ülke kendini yerden yere vuran vaziyetteyken buna ışık tutması bu adamı vatan haini mi yapıyor anlamadım. yorumu yazan kişi evinde buzdolabı var diye herhalde tüm ülkeyi refah içinde sanma gafletine düşmüş. "milletçe moralimiz ne zaman yüksekti ki bir radyo programı moralimizi aşağı çeksin?" demek isterdim kendisine. işini yapmayan, hele buradaki özne devletse, eleştirilir, eleştirilmelidir de. daha evvelinde dediğim gibi, siyasi görüşünü bilemem, görüşünde ne kadar samimi, onu da bilemem. dahası bu ne beni, ne de kendisi haricinde bir başkasını ilgilendirir. ama bizim ülke olarak her gün çektiğimiz, bize çektirilen sıkıntıları, sorumlularını göstermekten imtina etmeden dile getirebildiği gerçeğini gölgede bırakamaz hiçbir görüşü. muhalifliğinden ziyade olanı olanca açıklığıyla söylemesi benim açımdan özel yapıyor bu adamı.


    tüm bu maddi ve siyasi konuları kenara itelersek, uzun yıllardır sesiyle bana yarenlik yaptığını, sıkıntılı ya da yorucu zamanlarda moral verdiğini söyleyebilirim. katılmadığım düşünceleri de var elbette, ama muhabbetindeki samimiyeti tatmamı engellemiyor bu. o bu işe başlayalı 25, ben onu dinlemeye başlayalı 7 yıl olmuş, umarım daha da uzun süre devam eder. bir daha böyle bir radyocu çıkmaz zannımca.