1. "ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm
    ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm."
    -erdem bayazıt. (1971)
  2. insanin çok büyük bir çıkmazı.
    dikkat edince görülen şey su:
    ölmek çok kolay, sadece bana denk gelmedi.
    trafikte, yolda, hastalikla, turkiyede bombayla, kaza kursunuyla, kafana çatı düşmesiyle...
    ölmek gerçekten çok kolay.
    zor olan bunu kavramak.
    bazen öyle bir hal hissediyorum ki,
    sanki hiç ölmeyeceğim. bu son beni vurmayacak sanki.
    ne yazik ki, benim olmem de diger insanlarin olmesi kadar basit ve kolay.

    hayat putunu darmaduman eden bir gerçek ölüm

    bazen diyorum içimden,
    üç bes hakkımız olmali. bu kadar kolay olunmemeli.
    ama malesef değil.

    ölümü düşünmeden bir hayat zaten mümkün. biz tercih etmedik doğmayı, nasil yaşadığımızı da etmiyoruz.
    ne kadar ölümü görsek de, plan işliyor hayata kaldığımız yerden devam ediyoruz, diğer tüm canlilar gibi.

    o zaman neden ölümü biliyoruz?
    ve neden ölüm gerçeği, zaten kendimizin secmedigi duygular ve davranislarin sonucu olan arzulari bu kadar anlamsiz kılıyor?
  3. "ölümden sonra bir hayat var ve onu sanki eşyalar yaşıyor"
  4. idrakı mümkün olmayan. aklın, duyguların karadeliği bu.
    yok
  5. kendimden ziyade, etrafımdaki insanların ölmesinden hatta tanımadığım bir insanın gözlerimin önünde yaşamına son vermesinden çok korkuyorum. buna iki kez şahit oldum, ikisini de tanımıyordum. birine anneannemle aynı odayı paylaşan bir kadında, diğerine ise otogarda muhtemelen kalp krizi geçirmekte olan yaşlı bir adamda rastladım. ikisini de hiç unutmam. öyle ani ve öyle sarsıcı bir gerçek ki bu; ne el atıp bir yardım uzatabiliyorsun ne de susup öylece kalabiliyorsun.

    yaşamak, ölümün aslında bir nebze uzağında olduğunu düşündürmüyor insana. geride kalan her günün aslında insanı ölüme yaklaştırdığını fark etmeden yaşıyoruz. güneşin kaçıncı kez doğduğunda öleceğimizi bilmeden devam ediyoruz ya da hangi gecenin son gece olduğunu. ürkütücü geliyor çoğu zaman. kimi zaman da bu ürkütücülüğe kendi ellerimle son vermeyi düşünüyorum. ne eksilir ki?
  6. ölümden öte köy yok derdi eve gelen yaşlı başlı teyzeler, amcalar çoklukla..annem de boynu bükük mukabele ederdi. köy zannederdim ölümü..uzak bir köy..uzakla yakın bu kadar iç içe değildi o zaman..çocuktum..mutluydum.
    zahle
  7. yirminci yüzyılın en önemli felsefi eserlerinden birisi olan tractatus logico-philosophicus’u ludwig wittgenstein savaş sırasında siperlerde yazdı. neden? ölümle burun buruna olmanın önceki rahat ve üretken olmayan hayatını silip süpürerek çok daha yaratıcı bir alan oluşturacağına inanıyordu. bu yüzden ailesinin tüm tavsiyelerini çöpe atıp gönüllü olarak askere yazıldı.
    suç ve cezanın yazarı; raskolnikov’un müthiş manevi buhranını iki önemli olaya borçluydu. birincisi sürgüne gönderilmesi, ikincisi hakkındaki idam kararının infazına dakikalar kala iptal edilmesi. dostoyevski hans holbein’in “ölü isa” atlı tablosunu dakikalaraca izlemişti.
    japon ve dünya sinemasının en büyük yönetmenlerinden birisi olan akira kurosawa sanatını abisinin intiharının üzerinde bıraktığı etkiye borçludur denilebilir.
    aklımıza daha onlarca örnek gelebilir ölümün hayat üzerindeki etkisine dair.
    ne diyersek diyelim; ölümle karşı karşıya gelme yani bu deneyim özellikle bazı insanlarda bu deneyimi söyleme(şarkı), anlatma(hikaye,roman…) ve gösterme (resim ve sinema) açısından doruğa çıkıyor.
    dlg
  8. Irvin Yalom, ‘Güneşe bakmak ölümle yüzleşmek’ adlı kitabında insanların tıpkı cinsel güdülerini ve yabani birçok duygularını bastırdıkları gibi kendi mutlak ölümleri hususunda da aynı yöntemi kullandıklarını söylemektedir. Ölüm hangi bedende görünür hale gelse ve ölüme yaklaşan beden yakın bir dostumuz dahi olsa aramıza mesafe koymak isteriz. Ölümün yakın dostumuzla birlikte bizi de alıp götürmesinden korkarak karşıtıymışçasına yaşamı öne süreriz. Hâlbuki tutunduğumuz yaşam da ölüme olan yolculuktan ibarettir.

    İnsan, değer sistemlerini bu yolculukta oluşturur, ona tutunur, dolaylı yoldan varoluşunu devam ettirir. Kimi cennet fantezilerine meftun halde sefasını süremediği hayatı ahrette yaşayacağını; kimi yaşadığı güzel hayatın ahrette de devam edeceğini düşleyerek dini usullere göre gömülmeyi arzularken kimi de krematoryumda yakılmak istiyor…

    Yaşam üslubuna bağlı olarak ölüm sonrası ritüelleri de değişiyor. Bilinen en eski kabilelerde ölünün yakılma durumu söz konusu olmamakla birlikte gömülmenin tarihi daha eskiye dayanmaktadır. Ayrıca ölümün ardından yakılma isteği ölen kişinin vasiyetinden değil yaşayanların korkularından kaynaklanmaktadır. Ölen insanların kemikleri varolduğu sürece ruhlarının da varolduğu inancı toplumlarda korkuya neden oluyor. Örneğin; kocası ölmüş bir kadın yeniden evlilik yaptığında eski kocasının ruhunun bu durumu kabullenmeyeceği ve onları lanetleyeceği düşünülüyor. Bu sebeple çareyi ölüleri yakmakta buluyorlar.

    Eski toplumlarda bir başka husus ölümün doğal bir süreç olmaktan ziyade sihir/büyü ile ilişkilendirilmesidir. Birini akrep sokar ve bu kişi akrebin zehri ile yaşamını yitirir. Buna sebep olanın bir büyü olduğu düşünülür. Tarih öncesi insanlarla konuşuyor olsak akrep zehrinin ölüme sebebiyet verdiği hususunda anlaşabiliriz ama ölümün doğal bir süreç olduğu konusunda muhtemelen anlaşamayız. Her ölüm kötü bir ruhun eseridir. Ölümü doğal bir süreç olarak algılama tutumuna ulaşabilmek için epey yol katetmek gerekmektedir.

    Destan ve mitlerde de insanın gelip geçiciliği, varoluş mücadelesi işlenir. Yakın dostu Enkidu’nun ölümü Gılgamış’ın ölümle yüzleşmesini sağlar. Arkadaşının yavaş yavaş çürümeye başlaması kendi ruhunda derin yaralar açmaktadır. Gılgamış kudretli bir kraldır ama o da Enkidu gibi gelip geçici ve çürümeye mahkûmdur. Bu vesileyle ölümsüzlüğü aramaya başlar, katettiği uzun bir yolculuğun nihayetinde mutlak olan sonu değiştiremeyeceği gerçeğiyle yüzleşir.

    Ancak dünyada kalacak olan cesurca atıldığı maceralar ve kahramanlıkları olacaktır. Aşil gibi, biyolojik bir varoluş yerine yaşamını dahi yitirebileceği bir maceranın içerisine kendini atarak ölümsüzlüğü seçmektedir. Bu tip destanların ölümü olağanlaştırmak gibi bir misyonu vardır. Tanrılar ve insanlar arasında ayrımlar yapar, insanın faniliğini vurgular. (Dr. İsmail Gezgin'in anlatımıyla video linkini aşağıya bırakıyorum.) Varoluş, ister cennet/cehennem tasarımıyla olsun veyahut Enkidu ve Gılgamış’ın nesilden nesile aktarılan kahramanlık ve dostluk destanı biçimiyle olsun, varlığımız ve yokluğumuz evrende küçücük bir detaya tekabül edecektir ve hatta detay bile sayılmayabilecek niteliktedir.

    İnsanın bu devasa evrende yaşarken oluşturduğu sistemler, yönetim biçimleri, savaşlar ve özgürlük mücadeleleri gibi aksiyonları, sürekli olan değişimin alameti olsa da sefaleti sabittir. İnsan, her ne kadar soyut bir varoluşla tatmin olmaya çalışıyorsa da doğanın hakikati karşısında fiziki olarak acizdir. Önemli olan elde edilen hayatı en iyi şekilde had bilerek değerli kılmaktır. Bazen öyle hayatlarla karşılaşırız ki ölüm yüzünü gösterene dek yaşadığının bile farkına varamamışlardır.

    Tıpkı Kurosawa’nın ‘İkuru’ filmindeki ‘Kanji Watanabe’ karakteri gibi…

    İsmail Gezgin Gırgamış Destanı Video link...