• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (7.86)
room - lenny abrahamson
24 yaşındaki joy (brie larson), 7 yıl önce old nick (sean bridgers) dediği bir adam tarafından kaçırılmış ve o günden bu yana evinin arkasındaki küçücük bir kulübede jack ile tutsak olarak yaşamaktadır. gerçek dünyayı hiç bilmeyen oğlunu bu idare etmeye çalışsa da bir gün gerçek dünyayı da tanıması gerektiğini anlar. bu hapis hayatından binbir güçlükle kaçarak ailesinin yanına sığınan joy için şimdi bir başka zorlu sınav başlayacaktır. gerçek hayatla hiç karşılaşmamış jack'i yepyeni bir hayata adapte edebilmek, aynı zamanda kendi hayatına da kaldığı yerden devam edebilmek.


  1. son dönem filmlerinin içerisinde, hakikaten kaliteli bir içerik ve performansla sivrilmeyi başarmış sayılı yapımlardan. kıstasım kesinlikle oscar adaylıkları ve ödülleri değil, zira uzun zamandır oscar ödüllerinin adaletine ve objektifliğine güvenmiyorum, hatta sırf oscar tarihi üzerine derin bir inceleme de yapmak niyetindeyim, ama şimdilik bunu bırakalım.


    unutmadan; yazının devamında hem room'a, hem de, tema benzerliği yönüyle değineceğim iki filme ait spoiler var: kynodontas ve truman show.


    room'dan evvel lenny abrahamson'un yalnızca bir çalışmasını izledim, frank. (ki o da hakkında sayfalarca yazılabilecek kadar esaslı bir film) dolayısıyla yönetmen kimliğine ve metoduna aşina olmadığımdan kurgu çizgisi üzerinde gideceğim. fakat şunu belirtmeden geçemem; ağırlıklı ya da bütün olarak tek mekanda geçen filmlerin genel bir sıkıntısı, sıkıntı olmasa bile zorlayıcı bir noktası vardır. bu tarz filmlerdeki uyarıcı seyrekliği, - eğer ki farklı dolgu malzemeleriyle desteklenmez ve tek mekanın basıklığı öteki unsurlarla dengelenmezse-filmle seyirci arasında irtibat kopukluğu yaratabilecek potansiyeldedir, çoğunlukla yaratır da. (örneğin buried, tek mekan filmi baskısını kaldıramayan bir yapımdır, bir nevi sakattır) fakat room'da yönetmen bu zorluğu yetkin bir şekilde çözmüş benim bakışımla. kan pompalamayı kesmiş olduğu tek bir sahne bile yok, akıyor, işliyor, geriyor.


    dış dünya ile tek bağlantısı bir tavan penceresi olan bir kulübe içerisine sıkışmış iki hayatla açılıyor film. joy ve jack, bu küçük yaşam alanının efendisi olacakları kadar izoleyken, aynı zamanda, bilakis joy için travmatik bir boyutu olacak şekilde, bir adım dahi dışarı çıkamayacakları kadar da köledirler. jack hem küçük yaşının, hem de içine doğduğu bu yaşam tarzından başka bir realite bilmemesinin etkisiyle mekana hakim olan basıklık ve histerinin kurbanı olmaktan bir nevi muaftır. öte yandan joy'un omuzlarındaki ağırlık ve içinden söküp atamadığı çaresizlik, joy'un realite algısında derin yırtılmalar olduğuna, ve farkında olmasına rağmen müdahale edemeyișinin onu daha da umutsuz bir konuma ittiğine işaret eder. film ilerledikçe bu izolasyonun zorunlu olduğunu, anne ve oğlun "old nick" olarak isimlendirdikleri bir adam tarafından rehin tutulduğunu, joy'un yine bu adam tarafından tecavüze uğradığını ve kıstırıldığı kapanda doğum yapmış olduğunu anlarız. kimsenin kendilerine erişemediği bu izole ortam, jack için eşyalarla konuşabildiği ve televizyon izleyebildiği bir mekan olmasından başka hiçbir şey ifade etmez. joy'un ise sabrı ve dirayeti gün geçtikçe tükenmeye başlar.


    kulübenin içi ve dışı ayrımı üzerinden kurgu ilerlerken, karakterlerin ruh halleri mekanla kurdukları ilişki üzerinden yansıtılır. biri hayatının ilk 17 yılını sadece bir kulübeyle kısıtlı olamayacak kadar büyük dünyada geçirmiş, diğeri ise kulübenin dışında kalan her parseli uzay sanan, dolayısıyla dünyayı bu küçük odayla bir tutan iki karakterin, yıllar süren bir rehin alınma boyunca birbirlerine eklemlenmelerinin anlatısıdır bu film. fazlasıyla klostrofobik başlar ama ikinci yarıda kamera dışarı çıkar. dış dünyaya dair tüm bildiklerini annesinden öğrenen jack, odanın kapısından çıktığı andan itibaren annesinden ayrı düşünülemez bile. öte yandan yeniden dışarı adım atan joy'un durumu da çok iç açıcı değildir. jack bilmediği bir dünyaya uyum sağlamaya çalışırken joy unuttuğu dünyaya yeniden adapte olmanın kanamalı sürecine sıkışır kalır. ailesinin evine döndüğünde yaşadığı bunalım, babasının jack'e bakmaktan bile kaçınması ve yaşanılanları, jack'in varlığını kabul edemeyiși joy'un omuzlarına taşınması zor yükler bindirir. ve bu noktaya gelebilmek için verdiği mücadelenin anlamsız olduğu gerçeğiyle yüzleşir. nihayetinde bir odadan çıkıp, artık kendisine yabancılaşmıș olan insanlarla dolu yeni bir odaya girmiştir. joy'un uyumsuzluğu iç patlamalarla sirayet ederken jack, beş yılın ardından fırlatılmıș olduğu dünyaya aç bir merakla, acemice temas etmeye çabalar. büyümekte olan bir çocuğu keşfetmekten muaf tutmak nereye kadar sürebilir? burada iki örneğe parantez açalım; biri yorgos lanthimos'un kynodontas'ı. bu filmde çocuklarını bilinçli olarak dış dünyadan uzak tutan ebeveynlerin, insanların realite algılarını çarpıtarak kendilerininkini çocuklarına dayatmaları da bir başka içeri- dışarı ayrımıdır. bir diğeri ise peter weir'ın truman show'u. truman'ı bebekliğinde teslim alan christof'un, truman'ı yedi gün yirmi dört saat aktaran bir programa sokup onun hayatı üzerinden maddi kazanç elde etmek gibi bir motivasyonu da vardır fakat final sahnesinde, truman'a onu dış dünyanın kötülüklerinden ve verebileceği hasarlardan korumaya çalışan bir çeşit annelik güdüsüyle yaklaşmış olduğunu görürüz, fakat bu çarpık bir muhafazakarlıktır. termodinamik bile bunu böyle aktarır: açık sistemlerde entropi -moleküler düzensizlik ölçütü- artabilir, ama izole bir sistemde entropi bir yerden sonra, kesinlikle, üstelik kendiliğinden artar. yani ister bir insanı zarar görmemesi için korunaklı bir odaya kapatın, ister onu rehin tutmak için bir odaya kilitleyin, netice değişmez, sessiz ya da gürültülü bir patlama kaçınılmazdır. gerçekte olan, algıladığımız ya da bize diretilen realiteler arasındaki çatlaklar bir yerden sonra uçurumlara döner. geriye sadece farklı çeşit ve şiddetlerde hasar alan karakterler kalır. truman ve jack bu bağlamda benzer tepkiler göstererek dış dünyaya açılırlar. dışarıya dair bir özlemden ziyade, uzayıp giden bir merak ve cevaplanmayı bekleyen yüzlerce soru vardır içlerinde. öte yandan joy, kapalı kaldığı yıllar boyunca bu özlemin sebep olduğu travmalarla boğuşmuștur, ve nihayet çıkınca travmalar yok olmaz, sadece form değiştirir. bir düşünceye göre odadan kurtuluş yoktur. asıl mahkumiyet dünyaya gelmekse, mekan algısının ehemmiyetini kaybetmesi gerekmez mi? "kapısı açıksa oda, oda sayılmaz" düşüncesi ne kadar doğrudur? ya kapısının açık mı kapalı mı olduğunu göremeyeceğimiz kadar karanlık ya da dipsiz bir odadaysak? yaşadığımız hayat ne kadar gerçek, hatta gerçek ne? bildiklerimizin ne kadarı doğru, bilgi mümkün müdür? bu huzursuz ve dehşet verici olabilen sorgulamayı yaptırmış olması bile bu filmi kaliteli yapar. doğru ya da tatmin edici cevaplar verme kaygısından ziyade izleyiciye bir tür realite sorgusu yaptırma çabasında olan bir film. oyunculukları beğenmeyebilir, oscar ödülüne layık görmeyebilir ya da kitap uyarlamasının layığıyla yapılmadığını düşünebilirsiniz (kitabını okumadığım için bu konuda yorum yapamıyorum) ama bu filmin boş ya da sığ olduğunu iddia etmek çok güçtür.