1. Yananı görür Allah

    Serin bir ağustos sabahıydı. Rüzgarlı bir temmuz öğleninin izlerini taşımaya hâlâ devam eden Beat rice, bu sefer temkinli olmaya kararlıydı; Kırkpınar güreşçileri gibi yağlandıktan sonra erken saatte Eymir çevresinde hafif bir yürüyüş ve kargo bisiklet turu yapılıp bir avmye gidilecekti.

    Hafif yürüyüş, "ya buraya kadar gelmişken geri döneceğimize turu tamamlayalım"a evrilip, bisikletten de "ya buraya kadar gelmişken bisiklete binmezsem haftaiçi aklım kalır"la vazgeçilmeyince, güneş de beat rice'in eli uzun olmayışını affetmeyip sırtından vurunca işte biz o gün tükeneceğiz, - ay yok bu değildi :) - o zaman dans, bende renk :)
  2. türkçe bilmeyen yazarların öykü yazma girişimine tanık olduğumuz başlık.
  3. denizi gören sıra sıra bankların olduğu uzun yolda kendini sürükleye sürükleye yürüdü kız, en ücra köşedeki sarkmış ağaç dallarının arasına gizlenmiş banka doğru. bir çarşamba öğlesiydi, tatlı bir sessizlik ve ince bir esinti vardı. bankın gölge tarafına kurulduktan sonra ceketini zarif bir hamleyle çıkarıp katlayarak yanına koydu. her hareketinde vardı bu sahte zarafet, sanki birileri dikkatlice onu izliyormuş gibiydi hali her daim. çantasından ince bir şiir kitabı çıkardı ve altı çizilmiş birkaç dizeyi dikkatlice okudu. ara ara kafasını kaldırıp düşünceli gözlerle denize bakıyordu. içinde bulunduğu anı yaşıyor değil de atlatmaya çalışıyor gibiydi sanki. sakin duruşunun altında sıkıştığı yerden kurtulmaya çalışan bir kuş çırpınışı vardı. kitaba son bir kez göz gezdirdikten sonra yeniden denize yönelen bakışları orada takılı kaldı, dünyadakiler için birkaç dakika, o kız için birkaç yıl geçtikten sonra bankın yanında bir adam belirdi. birkaç saniye tedirgince etrafa baktıktan sonra besbelli düşüncelere dalıp gitmiş kızı rahatsız etmekten çekinerek neredeyse fısıltı gibi bir sesle "oturabilir miyim?" diye sordu. kız bir an için irkildi ve bakışlarını denizden çekip yavaşça adama döndü;
    -ah tabii buyrun! ben de sizi bekliyordum zaten.
    bu cevap karşısında afallayan adamın oturmak için yaptığı hamle yarım kaldı. kısa bir sessizlikten sonra hafif bir kıkırtıyla "nasıl yani?" diye sorabildi. kız gülümseyerek başını hafifçe salladıktan sonra tekrar adama döndü;
    -daha doğrusu, birinin gelip oturmasını bekliyordum. lütfen oturun.
  4. uyandı. yattığı yerde sırtı tutulmuştu. biraz dolaşmak için ayrılmıştı ailesinin yanından. güzel bir gölge bulunca birkaç dakika kestirmek istemişti ama güneş neredeyse gökyüzünden gitmek üzereydi. yüzünü acıyla ekşiterek kalktı yerinden. yukarı baktı zamanı anlamak için. kıpkırmızı olan gökyüzünü görünce üzüldü. "ailemin yanına dönmem gerek" diye düşündü. hafif aceleyle yürümeye başladı. yerdeki dikenlere basmamaya dikkat ederek temkinli adımlarla yürüdü. kayalıklara gelince biraz daha rahat yürümeye başladı. kayaların üzeri pek sivri değildi. olsa da dikenler kadar sürpriz olmuyorlardı. kayaların üzerinde bir süre yürüdükten sonra durdu. arkasını döndü ve uçsuz bucaksız ormanın üzerine çöken kızıl bulutlara baktı. yemek pişirirken kullandığı ateş geldi aklına. koca ormanı sarsa heralde böyle gözükürdü dedi. ürperdi bir an. nefesini tuttu. yavaşça yere çöküp oturdu. dizlerini karnına çekip öylece durdu. gözlerini manzaradan alamıyordu. aklından geçenlerden kurtulamıyordu. "bütün bunlar yansa" diyordu "neler olur". kaçışan hayvanları, uçuşan kuşları düşündü. kendilerine yeni bir ev bulabilmek için çaresizce, arkalarına bakmadan kaçtıklarını. bir an aklına daha fenası geldi. ateş sadece kendilerinde vardı. bu yüzden bunu yapsa yapsa kendileri yapabilirdi. çocuklarının, torunlarının bunu yaptığını düşündü. göz bebekleri büyüdü birden. az önceki acısı şimdikinin yanında hiçbir şeydi. alnından bir damla ter indi yüzüne. sanki o ateşi hissediyordu. böyle bir ihtimali düşünmek bile istemiyordu. ama aklına daha fenaları hücum ediyordu. bütün bunları yaparken mutlu olduklarını, kahkahalar attıklarını hayal etti. suratlarındaki nefreti düşündü. buna engel olmaya çalışanları düşündü. ve diğerlerinin bu nefretle onlara saldırdığını. hatta... hatta öldürdüğünü. iyi olanların güçsüz olduğu için öldüğünü, kötülerin nefret dolu kahkaha attıklarını hayal etti. bütün bunları aklından çıkartmaya çalıştıkça daha da fazlasıyla mücadele ediyordu. ağlayan bebekleri, ölen anneleri, esir edilen babaları... bunu engellemenin yolu var mı diye düşündü. öylece oturduğu yerde saatlerce düşündü. gökyüzü simsiyah oldu, önünü zor görür oldu ama yerinden kalkmadı. aklına gelen manzarayı unutamıyordu. engel olmak için aklına gelen hiçbir şey yoktu. umutsuzca oturduğu yerden kalktı. gözlerinden akan yaşları elinin tersiyle sildi. ne kadar aciz olduğunu düşündü. torunlarının yapacağı şeyler onu kahretmişti. hiçbir zaman olmamalarını diledi. elinden gelen buydu. tek yapabileceği çocuklarını iyi eğitmek olabilirdi. fakat çoktan biri diğerini öldürmüştü. kötülük tohumunun çoktan ekildiğini, geri dönüşü olmayacağını fark etti. sessizce ailesinin yanına döndü. ne orman yanıyor ne havyanlar kaçışıyor ne de bebekler ağlıyordu. şimdilik. şimdilik bununla avundu.
    jimi
  5. Topla gel

    Klasik bir avm buluşmasına eksik kadroyla çıkmıştık. Hal böyle olunca, çay sohbet muhabbet faslı kısa sürüp "e hadi biraz mağaza gezelim" seviyesine geçilmişti.

    Çevremdekiler bilir, benim bazı zamanlarda "bugün benim ... alasım var" modum açılır; bu bazen kitap - dergi, bazen elektronik bir şey, bazen kozmetik ürünü, bazen de spor aleti olur ve o kriz anını en az hasarla atlatmak için uygun fiyata bir şey bulmaya çalışırım :) işte o gün de spor aleti alasım gelmişti.

    Decathlon'a girdik, ne alsam ne alsam diye reyonlar arasında dolaşırken, arkadaştan öneri geldi : pilates topu. O an tabi bu fikir çok mantıklı geldiği için, mağazanın kendi markasından olanı, sadece "bu beni taşır mı" yı sorgulayarak alıp kasaya yöneldim. O sırada aramızda şöyle bir diyalog geçti arkadaşla:

    A: Onun içinde pompası var mı?
    B: Var var, resimde göstermiş (keşke yazıları da okusam işte)
    A: Allah Allah, o kutuya nasıl sığdırmışlar ki pompayı da? (Kutu 15cm x 12cm x 10cm gibi bir şey, haklı yani)
    B: Adamlar yapmış ya, fiyatı da iyi, ben bunu alırım.
    A: Sen kutuya bak, çıkmazsa bir dahaki görüşmeye getireyim.
    B: Yok yok eve gidince ben şişiririm bunu (burada yükselmesem iyi olabilirdi :))

    Neyse arkadaşla vedalaşıp yola çıktım. Günlük hayatta neredeyse yerçekiminden daha çok karşılaştığım yasa olan Murphy kanunları etkisini gösterdi ve mutfak alışverişi de yaptığım gün arabayı evin önüne park edemeyip, yaklaşık 15 kg ile yokuş ve 5 kat çıktım.

    Kısa süreli fıtık yoklamasının ardından kutuma yöneldim :) ve yukarıda spoilerını verdiğim gibi içinden pompa çıkmadı. Psikolojik olarak da fiziksel olarak da (5. kat dedim bakın :)) yeterince yükselmemden ötürü "bu top bu akşam şişecek, kedinin gelmesine sonra bakarız " deyip başladım üflemeye. Gördüm ki nefesim kuvvetliymiş; sonuçta sekebiliyor da, beni taşıyabiliyor da :) yalnız, kanepeler boşken ona oturmak saçma geliyor, egzersizi "nefes al nefes ver"le yapacağım olmadı :)
  6. "köy sırtını dağların gecenin karanlığında yükselen laciverdisine vermiş, uzaklardaki göğün derin ve hastalıklı bir öksürüğü göğsünden atmaya çalışır gibi titremesini bir çocukluk korkusu gibi sessizce dinliyordu." diye intergalaktik klişelikte giriş yaptığım hikayenin, ilk cümlesinden bütününü yazmış gibi hissettiğimden devam edemedim. en azından burada kalsın.