• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (8.09)
boyhood - richard linklater
boyhood 2014 yapımı bir filmdir. yönetmen richard linklater'ın 12 seneye yaydığı bu film bir gencin çocukluğundan üniversiteye kadar geçirdiği dönemi konu alıyor. filmdeki başrol oyuncusu ellar coltrane'in 8 yaşından itibaren oynadığı bu filmde izleyiciler oyuncunun büyümesine şahit olmaktadır.
  1. sinema yedinci sanat deyip duruyoruz. daha doğrusu, bu lafı edip bir kenara atıyoruz. hiç düşünmüyoruz üzerinde. "neden yedinci sanat?" "edebiyat, resim sanat kabul edilirken sinemayı neye göre sanat kabul ediyoruz?"

    işte bazen, bazı filmler karşımıza çıkıyor. o zaman sinema ve sanat ilişkisi üzerindeki düşüncelerimi bir kenara bırakıp rahatlıkla, "işte sanat bu." diyorum. bu film de onlardan biri.

    boyhood aslında deneysel bir ürün. richard linklater'ı tanımam. daha doğrusu bir sinefil değilim, bu işin eğitimini almadım, tek yaptığım şey kült diye betimlenen, hollywood ve dünya sinemasında ayrı yerleri bulunduğu söylenen filmleri elimden geldiğince izlemeye çalışıp, onlar üzerinde düşünmek ve okumak. işte bu rutini takip ederken boyhood'un çok farklı bir konumda olduğunu farkettim.

    birincisi, film 12 yılda çekilmiş. yani bu tarz zaman aralıklarını konu edinen filmlerden farklı olarak, küçüklükte bir aktör, büyüyünce farklı bir aktör kullanmak, veya yaşlandırma teknikleri kullanmak yerine, direk zamanın kendisinden faydalanmış yönetmen. bu da filmin gerçekçiliğini bir hayli arttırmış.

    ikincisi, konusu. filmi izledikten sonra internette üzerine yazılar okurken, film hakkındaki negatif görüşlere baktım. birçok kişiye göre filmin en büyük eksisi kurgusu. konusu. "ee ne olmuş?" diyor insanlar. "nedir bu şimdi? bir çocuğun 6 yaşından 18 yaşına kadar büyüyüşünü çekmişler, deneysel kasmışlar tamam da, hani konu nerede?" bu tarz yorumları okuyunca ben de durup düşündüm. acaba farklı şeyleri mi izledik? üzerinde düşününce şunu farkettim. hollywood sinemasının, box-office, blockbuster filmlerin bazı kötü tarafları var. en büyüğü de şu iki kelime: plot-twist. christopher nolan filmlerinden herkes aşinadır bu terime. hikaye bir yerde öyle bir döner ki, seyirciyi şaşırtır, allak bullak eder. bu filmde de insanlar bunu beklemişler. itiraf etmem gerekirse ben de bir an hollywood koşullanması yüzünden plot-twist bekledim. ana karakterin bir bağımlılığının ortaya çıkacağını, annesinin bir anda ölüp onları sokağa attıracak bir ekonomik çıkmaza gireceklerini ve bunun gibi birkaç hollywood klişesi hikaye şaşırtmacalarını bekledim. gelmedi. normal bir çocuğunun ergenliğe girişini ve çıkışını izledik. ve ilk kez, şaşırtmaca olmamasına çok sevindim, rahatladım.

    her kurguda şaşırtmaca olmalı mıdır? zaten 12 yıllık bir emek ürünüyle "ben deneyselim, ben farklıyım" diye bağıran bir dizi, bu farklı bakış açılarıyla izlenmek yerine illa klasik hollywood bakış açısıyla mı izlenmelidir? mason'ın başına kötü bir şey gelmemesi, annesinin alkollü kocadan boşanıp kendine yine alkollü koca bulması, samantha'nın çok enerjik bir çocukluktan çok sessiz bir ergenliğe geçmesi, baba mason senior'ın "bundan koca olmaz, eğlenilecek adam" figüründen "evlenilecek adama" dönüşmesi sıkıcı mıdır, klişe midir, "senarist kolaya kaçmış" mıdır, yoksa.. yalnızca gerçekçi midir?

    süper kahramanlı filmleri severek izliyoruz. ama ben bazen nefret ediyorum bu filmlerden. bu filmler bize o kadar fantastik kurgular veriyor ki, daha sıradan, daha gerçek hayata yakın, daha realist filmler bize sıkıcı gelmeye başlıyor, klişe oluyor, kolaya kaçma oluyor. yaratıcı olmak, farklı olmak illa kurguda olağanüstü, şaşırtmacalı hikayeler oluşturmak sanılıyor. ben buna katılmıyorum. bence asıl zor olan, yaşadığımız sıradan hayatı bize aynı sıradanlıkla hissettirmektir.

    işte sinemaya yedinci sanatı bu yüzden kabul ediyorum. klasik müzik dinlerken bir şeyler hissediyoruz, van gogh'un picasso'nun tablolarına tereddüt etmeden sanat diyoruz, burada ressam kolaya kaçmış, birbirinin aynı resimler, getir ben de aynısını çizerim demiyoruz. ama sinemada kolayca bu yorumlara başvuruyoruz. bence sinemayı sanat yapan, diğer sanat dallarının yaptığı gibi, onu özümseyen kişiye bir şeyler hissettirmesidir.

    boyhood hissettiriyor. 3 saate yakın bir sürede, etraftaki elektronik aletlerin yenilenmesinden tutun, karakterlerin iç ve dış dünyalarının değişimlerine, 12 yılı yaşıyoruz. ve filmin sonuna doğru olivia'nın mason'ı üniversiteye uğurlarken ağlamasını, "i just thought there would be more."(daha fazla olacağını düşünmüştüm.--olivia, geçen 12 yılı düşünerek diyor, zira kadın 12 yıl boyunca kocadan kocaya atlayıp,iyi bir ekonomik hayat ve çocuklarıyla keyifli,sonunda "oh be tamam,artık çocuklarımla daha fazla vakit geçirebilirim" deme anını bekliyor.ama o an gelmeden iki çocuğu da üniversite için şehir dışına gidiyor.) deyişini izlerken onun 12 yıl sonra hissettiği yaşlılık duygusunu ben 3 saatte hissettim. ve o an, aktris patricia arquette'nin çok içten söylediğini hatta o an dördüncü duvarı yıkarak anne olivia olarak değil de yaşlanmış kadın patricia olarak söylediğini düşündüm. işte bu duygular, bu hissiyat sanattır. başka bir şey değil. sinema yedinci sanatsa böyle anlarda sanattır.

    kısacası, böyle anlarda yönetmen richard linklater'a teşekkür etme gereğini duyuyorum. müziğin ve sinemanın tam bir sanayileşmeye gittiği, farklı olmak, özgün olmak isterken birbirinin aynı olduğu bir çağda, çoğunluğun farklı bulduğunun sıradan, sıradan bulduğunun da farklı olduğu ironisini ortaya çıkartan bir film boyhood.

mesaj gönder