1. evet, gerçekten var olan sorundur. "kürtler her şey olabiliyor, daha ne istiyorlar?" gibi sığ yaklaşımlar için sırrı süreyya önder'in yine klişeleşmiş bir yanıtı vardır; "kürtler bu ülkede her şey olabiliyor ama kürt olamıyor."

    sorunu başka platformlarda ikili olarak tartışabilirim ama burada ayrıntıya girmeden kronolojik olarak belirtmek istediğim durumlar var.

    öncelikle; tanzimat fermanına kadar alabildiğine karışık etnik yapısına rağmen osmanlı'da sorun baş göstermemiş dişe dokunacak kadar. devlet ne zaman daha önce kendi haline bıraktığı topraklara gidip "ben devletim, bana vergi vereceksiniz, koyduğum bir dizi kurala uyacaksınız" demiş yüzyıllar sonra, işte o zaman kimi halklar daha önce devlet otoritesini hissetmeden mutlu mesut yaşadıkları için bu durumu yadırgamışlar. evet, kürtler de bu halklardan bir tanesi ve muhtemelen en kalabalığı.

    kendileri akadlara kadar geriye giden bir süreçte anadolu'da ve mezopotamya'da şu ya da bu şekilde yer almışlar. devlet sahibi olarak yer almak değil mesele. bulundukları coğrafyada da öyle devletlerin yüzleriyle falan pek karşılaşmadıkları için tarih sahnesinde siyasi anlamda pek fazla yer almamışlar.

    ilk karşılaşmadan sonra yavaş yavaş ortaya çıkan huzursuzluk ve bir an önce çözülmesi gereken bir sorun baş gösteriyor. devlet, her zamanki gibi devletliğini yapıyor ve önce görmezden geliyor, bölgesel otoritelerle ya da kendi eliyle oluşturduğu feodal sistemle kontrol altına almaya çalışıyor. evet, bir noktada başarılı da oluyor.

    ancak sonrasında, birinci dünya savaşı gibi dünya düzenini kökünden değiştiren bir olay patlak veriyor ki; savaş değil düzeni değiştiren. savaştan sonra ilk defa millet kavramını böylesine yakından hisseden imparatorlukların yeniden yapılanması.

    (bkz: wilson ilkeleri) birçok ülke gibi osmanlı tarafında da kabul edilmiş ve o meşhur "self-determination" hakkı da artık altına imza konulan bir metinden çok bir dünya gerçeği haline gelmiş. "yeni dünyada toplumlar kendi kaderlerine kendileri karar verir" düsturu yavaş yavaş yerleşmeye başlamış yazısız olarak da.

    hatta erzurum kongresi kararlarında devletin ortaokul kitaplarına koymayı reddettiği bir 8. madde var mesela; açıkça wilson ilkelerine atıfta bulunuluyor. keza sonrasında atatürk'ün izmit konuşması yine "devletin iki asli unsuru" gibi tespit ve tanımlarla bezeli.

    ha, atatürk daha fazla yaşasaydı ve hâlâ ipleri elinde tutuyor olsaydı sonra bu durumun icabına bakacak mıydı, bilemiyorum ama o dönemde bu gerçekten ve gereklilikten bizzat kendisi bahsetmiştir.

    tabii savaş kazanıldıktan sonra ilber ortaylı'nın da dediği gibi "cephede başarılı olmuş hiçbir komutan elindekileri paylaşmak istemez". belli ki ilk etapta böyle bir durum olmuş ve akabinde gelen dış destekli kürt isyanları devletin iyice kürt realitesini görmezden gelmekten ziyade kürtleri devletin bastırması ya da yok etmesi gereken bir problem olarak görmeye doğru gitmesine neden olmuş.

    artık kürtlerin haklı talepleri dahi devlet tarafından alerji ile karşılanmaya başlamış dönemi az çok gözlemleyebildiğimiz üzere. 1930'larda halk partisi vekillerinin kan donduran açıklamaları var "türk olmayı kabul etmeyen toplumlar bertaraf edilmelidir" kabilinden. inönü bile bu konuda tadımı tuzumu kaçıracak cinsten açıklamalar yapmaktan geri durmamış.

    yaptığım okumaların bir bölümünü şurada arşivlemeye çalıştım, umarım işe yarar şeyler bulabilirsiniz.

    devletin tavrını belirlemesinden sonra elbette artık kürtler öyle temsilcileri vasıtasıyla mecliste hak talep eden bir kitleden daha çok, devlete karşı ses yükselterek talep ileten bir kitleye dönüşüyor.

    dersim isyanının da arka planını az biraz anlatayım; osmanlı - rus savaşı zamanında devlet otoritesinden izole şekilde yaşayan aşiretlere devletin "şu ruslara karşı yanımızda yer alın, sonra dağınızda taşınızda n'apıyorsanız yapın" şeklinde bir vaadi açıktan. evet, normal şartlarda hiçbir devletin göstermeyeceği bir acz. belki hakikaten göstermemeliydi de. ama durumun ciddiyeti el kol bağlamış belli ki, böyle bir zaaf açığa çıkmış bir şekilde.

    savaşta üstüne düşeni yapan aşiretler sonrasında "e hadi o zamn, biz çekiliyoruz, gölge etmeyin" deyince, yine o devletin otoritesinden taviz vermeme tavrı vücut buluyor. özellikle cumhuriyet sonrası, ittihat ve terakki gücü altındaki dönemde. yine cephede başarı elde edenlerin geçmişi unutarak, "güçlü olan her koşulda istediğini yaptırmalı" düsturunu benimsediği bir durum.

    kürt realitesinden bahsetmenin suç sayılması, "kürt yoktur, kart kurt vardır" ya da "kürtler aslında türktür" kabilinden söylemlerin gündem olması da bu döneme rastlar. şükrü saraçoğlu başbakanlığında yapılanlar şimdi bile insanın yüzünü ekşitecek cinsten.

    geçmişte bunlar yaşandıktan ve kürtler tam anlamıyla "mağdur asiler" kimliğine büründükten sonra kötü düzene karşı gelişen her türlü toplumsal reflekste başı çekiyorlar elbette "ülkenin en çok ezilenleri" titriyle. ikinci dünya savaşı dönemi, marshall planının işleme süreci, iç karışıklıklar, darbeler...

    devlet de her toplumsal refleksin faturasını kürtlere kesince artık kürtlerin öyle sokakta yürüyerek talep duyurma, meclise temsilci gönderme gibi işlerden umudunu kesme süreci başlıyor. özellikle diyarbakır cezaevi'ndeki insanlık dışı uygulamalar fitil oluyor silahlı mücadele fikri için. bu noktadan sonra artık gerilla savaşıyla devlete varlığını hissettirmeye çabalayan, terörist eylemlerden sonuç bekleyen örgütler dönemi var bildiğiniz üzere.

    kendi sınırlarındaki masumları terörist organizasyonlardan korumakta zorlanan devletlerin her zaman yaptığı gibi illegal mücadele süreci başlıyor bir noktada. bu sürecin zirvesi de, mehmet ağar'ın içişleri bakanlığı dönemine denk geliyor. örgüte yardım ettiği ileri sürülen iş adamlarının devlet tetikçileri tarafından öldürülmesi, güneydoğu köylerinin asker tarafından yakılması, daha önce psikolojik savaş unsuru olarak köylerin isimlerinin zorla değiştirilmesi şeklinde gördüğümüz icraatların bu kez "çocuğuna kürtçe isim koyamazsın" şeklinde karşımıza çıkması, beyaz toroslar, okullarda yoğun propaganda vb. pek de yabancı olmadığınız şeyler eminim.

    evet, bu noktadan öcalan'ın yakalanışına kadar da örgütün bir taraftan terör eylemlerine devam ederek diğer taraftan paradigma sorgulaması sürecini gözlemleyebiliyoruz. öcalan yakalandıktan sonra zaten psikolojik bir darbe alan örgüt "bağımsız devlet için tam kararlılıkla silahlı eylemlere devam" fikrinden vazgeçiyor. en azından mevcut konjonktür içinde...

    işte tam da burada, geçmişte savaşlar, siyasi belirsizlikler vb. sorunların engel olduğu bu köklü meselenin konuşulması için ortam oluştu.

    kürtlere kültürel hakları verilebilir, 17 bin faili meçhulün sorumluları araştırılabilir ve cezalandırılabilir, anayasa metninde kürtlere bir jest yapılarak güçlü bir "iade-i itibar" hamlesine imza atılabilir, bu sırada asker devleti zihniyetinin de yavaş yavaş sonu getirilebilirdi.

    ancak ne yazık; "apo'yu yakaladık ve bitirdik bu işi" tadında bir zafer sarhoşluğu yaşadı çok sevdiğim insanlar(evet, ecevit'e birçok noktada hayranlık duyarım) ve tarihi bir fırsat kaçırıldı.

    sonrasında akp bu işe el attı ve konuyu hiç olmadığı kadar tartışmaya açtı. evet, asker devleti zihniyetiyle de savaştı. evet, ittihat ve terakki gölgesinden kurtulamayan resmi devlet ideolojisinin kürtlere batan köşelerini törpüleme konusunda büyük çaba harcadı.

    --- ama --- bunların hiçbirisini bir şeyleri çözmek, halklar arasında barışı sağlamak, ülkedeki demokrasi standardını yükseltmek niyetiyle yapmadı. tamamen günlük çıkarlar doğrultusunda girişilmiş icraatlardı hepsi. bu yüzdendir ki; süreçten rahatsızlık duyan kesimleri ikna etmeden günlük olarak girişilen bu işler, çıkar ilişkileri son bulduğunda bütün ülkenin başına bela oldu.

    olabildiğince kısa kısa anlatamaya, her başlığı bir paragrafta toparlamaya çalıştım ama yine biraz uzadı, affola.

mesaj gönder