1. geçen gün arkadaş evde otururken mahalleden bir çocuğun ağlama sesini duymuş. arkadaş da kıyamaz çocuklara, hemen evden çıkıp çocuğun yanına gitmiş. meğerse suluğunu kaybettiği için annesi eve almıyormuş. aramışlar bakmışlar her yere ama bulamamışlar. en son bizim arkadaş annesiyle konuşmuş, barışmışlar.

    yolda yürürken anlattı bunu. durdum bi sarıldım, dedim sen ne güzel adamsın. utandı hemen :)
  2. taze bir tanesi:

    bugun akşama doğru kar bastırdı, malum cuma ve ev de çok dik bir yokuşun tepesinde. eve gitmeden alışveriş yapayim da tekrar çıkmam icap etmesin diye migros'a girdim.

    alışveriş yaptım, aldıklarım da saçma sapan şeylermis aslında hani temel gıda maddesi sadece ekmek. gerisi çikolata, cips vs. abur cubur. kasada ödemeyi yaparken bir amca geldi. kasiyere "cumhuriyet kaldı mı?" diye sordu. ben de araya girip "kalmadı amca, cumhuriyet de kalmadı, laiklik de, ülke de!" dedim. sonra ikimizin de yüzünde acı bir tebessüm belirdi.

    poşetlerin malzemeleri, çıktım dışarı. kar epey şiddetli, hatta yol da tıkanmış. sonra sıra yanıma bir araba yanaşıp seslendi. dönüp baktım o amca. :) götürmeyi teklif etti ama benim ev tepede dediğim gibi ona ters kalıyordu. teşekkür edip gülümsedim, vedalastik.

    ortak dertler insanları yakınlaştırıyormus.
  3. sabah metro'ya bindim, sabah dediğime bakmayın hava zifiri karanlık, gözümden uyku akıyor. telefonu aldım elime önce leonard cohen açtım peşine de deby okumaya başladım. deby'de karşıma cohen çıktı. uykum açıldı, hafif bir tebessümle güne başladık, nasıl başlarsa öyle gidermiş derler. bekleyip görücez.
  4. “çiçek dalında güzeldir”, doğrudur. bütün samimiyetimle, üstelik bir insan dişisi olarak katılıyorum. ben çiçeği yetiştirmekten, bakıp büyütmekten yanayım. büyümüş, iş güç sahibi olmuş, kendi kökleri üzerinde durabileni de yolmamaktan yanayım. ankara’dayken bir gençlik festivalinde, izmir standından aldığım yöreye has menekşemin çiçeklerine üç kere “barney, barney, barney” diye üfleyip, akabinde tatilde leon gibi memlekete kadar götürüp anama teslim etmem ve kendisinden ankara’ya dönüşümü müteakip “multiş, barney ölmüş galiba, çük gibi eğilmiş kız, biz ona bakmayı unuttuk ya…” lafını duymam dahi çiçeklere olan sevgimi, ilgimi, onlara analık etme arzumu söndürmedi. ha, şunu anladım; birincisi, “hayatta babana bile güvenmeyeceksin” denir ya, anana da güvenmeyecekmişsin. ben, denizden babası dışında çıkacak her şeyi yiyecek adamım, ama bu hususta babalara yüklenmeyin, zira analar da en az onlar kadar sırt dönülmez, menekşe emanet edilmez olabiliyor. ikincisi var mıydı, unuttum.

    şimdi bu çiçek mevzusunu niçin açtım? evet, çiçekler dalında güzeldir, doğru, fakat şu bir gerçek ki, her kadın, benim gibi hem odun-öküz-doğasever bileşiminde hem de gerçekten böyle çiçekmiş, peluş ayının kucağında çikolataymış, tamtur alyansmış zerre çüklemeyen hemcinslerim dahil bütün kadınlar, o “sevgiliden gelen / uzun zamandır senden hoşlanan ama bir türlü açılamayan bir beyden gelen / yeni işini kutlamak için gönderilen / sonunda açılan bey’in müspet bir karşılık alması sonucu bütün rızkı beyaz küçük çakıl yatağında servis edilen orkide ve lilyuma gömmek suretiyle tek başına bir botanik bahçesi olarak gönderdiği çiçekler”e hayatında en az bir kere sulanmış ve dibine kadar yiyip de yutmadığı tırnağı püskürtürken “kişşke binim ıllssah…” demiştir. işbu entry, ahir ömründe eline ıspanaktan, maydanozdan, efenim rokadan, pazıdan başka ot değmemiş, bunlarınkinden başka rayiha içine çekmemiş multiple bacınızın, hayatında aldığı ilk ve son çiçeğinin ve bir daha çiçek almaya / istemeye ve dahi toplamaya bile nasıl tövbe ettiğinin korkunçlu dramatik hikâyesidir…

    sene 2015, ankara’dayım. nisan – mayıs aylarının gelmesiyle gevşeyen gönül yaylarının, etkisini kargo şirketleri ve motorlu kuryeler üzerinde yoğun hissettirdiği bir dönem. yine yurdun önünde bir kargonun gidip bir kuryenin geldiği bir gün, ki ben de üzerime bir blue velvet giymiştim tam o sıra, akşam sevgilimle dansa gidevsfdgdggd… yok len, pazen çiçekli tumanımla balkonda oturuyorum. derken en yakın arkadaşlarımdan biri “çabuk odaya gel” diye bir whatsapp mesajı attı. gittim ki ni göreyim! çalışma masası kadar, kalp şeklinde kek çanağı, çiçeği bırak, içinde kendin yaşayabileceğin hatta sıkılıp ev arkadaşı alabileceğin genişlikte bir cam vazoda artık hava boşluğu kalmayacak kadar tepiştirilmiş güller, bir de ince altın kolye. kendi kendime “herhalde başlık parası yerine geçiyor, iki haftaya evlenecekler zaar” diye düşünürken “gudu” lakaplı canım arkadaşım beni gerçekçi ve tasarruflu hayallerimden uyandırdı. “ multiiim, yaa bizim memlekette bi çocuk vardı, liseyi falan beraber okuduk, çok tanımıyodum ama beni insta’da falan da takip ediyodu, şimdi görüşmek istiyo benle, ben olmaz deyince falan haberim yoktu, bunları yollamış yaaa…” yaaa… o an içimde derin bir sorguya düştüm sözlük. bizim memlekette neden böyle çocuklar yoktu? liseyi beraber okuduğum çocuklar bana neden aşık olmak yerine “flüoresan matrix” demeyi tercih etmişlerdi? neden benim regl döngüm beden eğitimi derslerine hiç rastlamamıştı da gülleyi erkeklerin attığından bile daha uzağa atan öğrenci olabilmiştim? neden beni kimse insta’dan takip etmiyordu? babam böyle pasta yapmayı niye öğrenememişti len?!

    kendime bir insta hesabı açmaya karar verdim. şekerim düşmüş zaar, başlık parası keklerden iki tane yiyince vazgeçtim. sevgilim o zamana kadar beni hiç kırmamıştı, üzmemişti. hep sevip, çok güzel şeyler söylemiş, beni çok güzel sevmişti. daha güzel fırçalasın diye kendi bim fırçamı attırıp, ibnemsi bir manidarlıkla olmadığını umduğum bir şekilde oral-b fırça bile almıştı. uzaktaydı, özlüyordum, evet kendi istemişti gitmeyi ama artık yapacak bir şey yoktu, bir araya gelmeyi bekliyorduk. şimdi o günü beklerken beni hep güldüren, boktan şakalarıma gülen, hasta olduğum bir gün çoraplarımı bile ısıtıp ayağıma giydiren adamdan utanmadan bir de çiçek mi bekliyordum? evet.

    kanıma çocuklar duymasın’daki meltem virüsü girmişti bir kere. iki gündür tanınan kıza fırınlar yakılıyor, güller dikiliyor kıt kıt, 4 senede sabır taşı olmuş, yetim kirazları al al duran multiple’a gelince meee… tatlı sevmem, kek almayabilirdi. pırlanta, taş, kolye de hiç sevmem, bunları da geçebilirdik. ama artık bir çelengi hak ettiğimi düşünüyordum. fakat o vakitler sevdiğim adam bunu kendi başına akıl edebilecek, bir sürprize dönüştürebilecek duygusal yazılımdan yoksun bir mekanizmaydı. bir de tahmin ediyorum başka çiçekleri sulamakla meşguldü o ara, sonradan öğrendim yani. neyse.

    bir taşla iki, üç, beş kuşu birden vuracağımı düşündüğüm, hayatımın ilk ve son çakalca planını yaptım birden. kek güzeldi, kafam çalışmaya başlamıştı. plan şuydu: ben telefonumdan o eşşek kadar vazonun içindeki gülleri çekecek ve altına, sevgilimin adı ne olsun işte, ziya olsun mesela, “ ziyaa, inanmıyorum sana, çok teşekkür ederim sevgilim, ne kadar güzel bunlar yaa!” yazarak herife gönderecektim. tabii herif buna “ne demek bir tanem, sana az bile aşkım” da diyebilirdi, bu ihtimali hesaba katmamış olmam herifime çok güvendiğimden ziyade, azılı bir sözelci olmamdan ileri geliyor. kızlar da ben de gelecek yanıtı heyecanla bekliyorduk. cayır cayır güller yani, baya “tez vakitte sevişmek üzere” mesajı veriyorlar. herifim dürüst çıktı, “bunları ben yollamadım, nereden çıktı bunlar?” dedi. e ben planı oraya kadar yapmıştım, ondan sonra piston aşağı oldum. “ya bilmiyorum, yollamış biri, nasıl sen değilsin” diye saçmalarken baktım olmuyor, bana da yakışmıyor, çocuğa da ayıp oluyor, dedim ki “ziyam böyle böyle, ben böyle çocukça bir bok yedim, senden de çok özür dilerim. sen beni seviyorsun, üzmüyorsun, ne desem yapıyorsun, elde ne itler hergeleler var, sen onlar gibi değilsin, bir de kalktım senden çiçek bekledim, biraz da kıskan diye öyle ettim ama nolur beni affet tülaayy…” allah var bir şey demedi, güldü de baya, öyle o gün olup bitti bu saçmalık.

    yaklaşık iki üç hafta sonra ankara’ya geldi, neredeyse iki aydır görüşmüyorduk, beraber bir hafta geçirecektik. her zaman oyun oynadığı bir yer vardı sakarya caddesi’nde. onun deyimiyle “adam dövme”den çıktık, yürüyoruz caddede. “sana bir sürprizim var” dedi. çiçekçilerin önünde olmamıza karşın hiç aklıma gelmedi. normal insanların başına böyle bir “sürpriz” nasıl gelir sözlük? sen beklersin, adam alır gelir, ya da zaten almıştır, sırtından dan diye çıkarır verir, yahut buluşma yerinizde zaten çiçekle bekliyordur değil mi? yani çiçeğin satın alınma anı mümkün mertebe kadına, partnere gösterilmez. ama ben neyi anlattım? normal olan kadının başına geleceği. multiple bunları yaşar mı? yaşayamaz, çünkü anlatacak enteresan hikâyelere daha çok ihtiyacı var, niye her şey yolunda gitsin ki?

    aldı beni çiçekçinin önüne götürdü ziyam. anladım tabii, yine de çok mutluyum. en sevdiğim çiçek papatyadır bukette, bilirdi. çiçekçiye “papatya alıcaz” dedi gülerek. adam buketi hazırlarken ziyam gözlerimin içine gülerek baktı ve beni çekip öpt… teeeheeey, hollywood’da sanki zilli… adam demeti eline aldı, benim ziya durdurdu çiçekçiyi “abi dur ya, o fazla oldu, çok oldu o...” bunu duyan ben , oracıkta değersiz bir yığına dönüşmüşken ikinci şok dalgası, adamın “bu yeter mi abi ?” sorusuna karşılık, “o da fazla oldu ya, azalt onu sen, 5 liralık yap yeter” sözleriyle üzerimden geçti. östrojen seviyemde kırmızı alarm veren bir düşüş yaşanıyor, sakallarım çıkıyor, sesim kalınlaşıyor, canım bir handa şarap ve kadın çekiyordu. bana sürpriz yapmamış, adeta cezalandırmıştı eşşoğlusu… o günden sonra bırak çiçekçiyi, botanik park’ın bile önünden geçmedim, geçemedim sözlük…

    hikayatın gülümseten yanı sonradan oldu, yani birlikte olduğumuz süre boyunca ben bunu ona ve herkese hep gülerek anlattım. her zaman yaşanabilecek bir çiçek hikayesi değildi bu. belki kırılmaz, parlak camlar içinde, kokusu on metreden yayılan çiçeklerle gelmemişti bana ama bir erkek nasıl bir demet çiçek bile alamaz, canlı canlı sahnelemişti karşımda. östrojenim normal seviyesine geldiğinde bana dünyanın en şirin erkeği gelmişti bu yüzden. keşkim boka batırdığın tek planın bu olsaydı diyor insan ama geçmişe past tense, yenmişe big mac artık, netcen…

    velhasıl hala güldüğüm fakat cümle bitkisel hayata tövbe ettiğim anım budur, pek uzatmışım, affola.
  5. ev arkadaşımın arrow dizisinin ana karakteri oliver queeni aksiyon sahnelerinde her görmesinde "aha amucam geldi!" tepkisi.

    gülüyorum napayım.
    (bkz: amuca) (bkz: amca)
    kuz
  6. akşam üzeri caddede yürürken kulağımda müzik bir taraftan kendi kendime mırıldanıyorum bir taraftan da o gün sırt çantası takmışım onun mutluluğu var üstümde.
    (bkz: küçük şeylerden mutlu olmak) kahrolsun bağzı kadın çantaları.

    neyse efendim ben etrafa aval aval bakarken fark ettim ki yol boyunca önümde bir aile var yürüyen ama o ana kadar hiç fark etmemişim. anne ve baba ortada iki küçük kızları da yanlarda birisi annesine birisi babasına sıkı sıkı sarılmış yürüyorlar ailecek.
    kaldırım da ancak onlar kadar başka birisinin geçmesi ne mümkün. önce bi kız geldi arkalarına geçebilir miyim gibilerinden bi şeyler mırıldandı. yine çözülmediler hafiften yana kayıp yol verdiler. hani bi başka türlü olsa içimden kızıcam ama yok. çıkardım kulaklığı gülüşmelerini atışmalarını falan dinliyorum.
    tam yanlarından geçerken kadınla göz göze geldik "çok tatlı görünüyorsunuz" deyiverdim. der demez bütün ailenin gözleri parladı birbirlerine bakıp gülümsediler teşekkür ettiler. uzaklaşırken hala gülme sesleri geliyordu. beraber çok mutlu yaşayın siz.
  7. tanimadigin kisilerle gulumseyerek kartopu oynayip yoluna devam etmek.
  8. yaklaşık iki ay kadar önceydi. akşamın bir vakti dersten çıkmış, günü kurtarma adına elime geçen az miktarda bir paranın memnuniyetiyle toplu taşımanın yarattığı bıkkınlık içinde "ben napıyorum lan burada?" triplerindeydim. boş gözlerle yaklaşmakta olan metroyu izledim, vagonları teker teker inceledim sanki gozlerim tanıdık birini ararmışçasına. bir adam gördüm tek başına oturan belli belirsiz ve metro durduğunda onun karşısına oturmaya karar verdim nedendir bilinmez. oturduğumda bakışlarını üzerimde hissettim, başımı kaldırdığımda öğretmenimi gördüm. rol modelim, idolüm... gün içinde aklımdan geçmişti, uzun zamandir görmemiştim onu ve bana bu karşılaşma o kadar iyi geldi ki... iyilik ve guzellikler bazen hiç ummadığımız bir anda bizi bulabiliyor yeter ki doğru yöne bakmayı bilelim.
  9. plak dükkanında yaşananlar, plak bakan müşteri ve dükkan sahibi, arasında geçen konuşma.
    müşteri: bülent ersoy plağını seçer ve fiyatını sorar.
    dükkan sahibi: fiyatı söyler ancak duymadım.
    müşteri: plağını çok pahalı olduğunu belirten ovvvv çeker ve pazarlık yapmaya çalışır.
    dükkan sahibi: eski türk filmlerindeki sarhoş gibi, abi bu elindeki plak hazırlanırken bülent ersoy erkekti, mazisi eskiye dayanır...
    ve müşteri pazarlık yapmayı bırakarak, dükkanı gezmeye devam eder.
  10. bugün dedemin erkek kardeşi geldi. 60-70 yaşına gelmiş olmalarına rağmen hâlâ birbirlerine takılıyor, muziplik yapıyorlar. şimdilik kardeşlik hedefim bu :)