1. bana sorarsanız pek çok açıdan; mutluluğun formülü kıyaslamamak.. bunu başarabilen kaç insan vardır bilmiyorum ama uzayıp giden hayat döngüsü içerisinde, mutluluğun bir hedef - varış değil de süreç olduğu kanaatine varan tüm beyinlerin ortak noktasıdır sanıyorum, " kıyaslamamak". pek çok insan, elinde ne var ne yok bakmadan daha; etrafındaki insanların sahip olduklarıyla kendini haşır neşir görüyor. okul, eğitim, para, mevki, aile hayatı, özel hayat, eş - sevgili, çocuk... diye devam ediyor bu. bu tip kişilerin genel duruşlarını incelediğiniz zaman da karşınıza genel olarak sürekli şikayet eden bireyler çıkacağı aşikardır. ben tersini görmedim gerçekten şimdiye kadar.

    daha küçük bir çocukken hayatım, yaşam tarzımız, maddi durumumuz ne olursa olsun, etrafımdaki insanlarla kendimi kıyaslamamam gerektiğini keşfetmiştim. belki de aile ortamı da buna zemin hazırlıyordur pek çok konuda olduğu gibi. fakat insanoğlunun bireysel bazda aldığı eğitimler, yaşam mücadelesi içinde edindiği tecrübeler ve kat ettiği yol düşünülürse, bu durumu salt aile yaşamından elde edilen çıkarımlara bağlamak da tek başına doğru olmaz sanıyorum.

    en başa dönecek olursam da "elimizdeki ile yetinmekten gocunmuyorsak" şayet, ( bunu bile basitlik olarak addedenler var) zaten etrafımıza da bakmaya pek zaman bulamayız .
  2. farklı şekillerde ortaya çıkar.

    bir akşam vakti, yorulmuşum, beynim zonkluyor yorgunluktan, ellerimde poşetler dolu, anahtarımı bulamıyorum...

    aniden bir çingene kız çıktı karşıma, aklım çıktı.

    napıyon tatlım sen ya düşecektim dedim.
    abla be aynı sibel can'a benziyon sen çok güzelsin dedi..

    hiç sevmediğim sibel can'a benzetilmek, o çingene kızın ağzından dökülünce mutluluk sebebiydi...
  3. beklentiyle ters orantılıdır.
  4. kimi için reçel kavanozunun içine düştüğü an olabilir, kimi için de kavanozun kapağını açtığı an.. kim bilir belki de karınca için, kavanozun yere düşüp de, kırıldığı an'dır...

    her ne olursa olsun gıda maddelerine benzetmemekte fayda var sanırım. zirâ reçeller de bir gün biter, ya da sizden önce biri kapağı fazla sıkmış olur. o da olmadı, yerleri temizleyen biri mutlaka bulunur.. karıncalarla birlikte.
    janli
  5. hep mutlu olmak istiyoruz hep ve daha çok, daha çok. ama asla olmuyor, olması olası bile değil zaten. acı çekmeden mutlu olunmuyor. osho, acı ve mutluluğu eș miktarlarda çalışan musluklara benzetmekteydi bir kitabında. evet ne kadar çok aci çekersek o kadar mutlu oluyoruz, gökyüzünü sevmek de tam buradan geliyor, gökyüzü kızıla boyandığında, gün doğduğunda, battığında mutlu olmak da tam buradan geliyor. lakin ki bir eşitlik yazabilir miyiz, çektiğim tüm acılara değdi diyebilir miyiz mutlu günlerimiz için? ben diyemiyorum. hicbir şeye değmedi. belki bir sürü kişinin özel bulduğu birisi oldum, belki güçlü bulundum başka gözlerce ama değmedi buna. yaşamak, savaşırcasına yaşamaya değmedi. belki güzel güneşli günler görürüz ama başkalarının acı çektiğini, açlıktan ölen, tecavüze uğrayan, yapayalnız kalan onca insanın varlığını bile bile daha çok güzel daha çok güneşli günler istemek de biraz şımarıkca geliyor kulağa.
  6. mutluluk geleceği düşünmemektir.
    düşünmek zorunda olmamaktır.
    geleceğin düşünüldüğü ilk saniyeden itibaren, şu an yok olur.
    mutluluk 'şu an' dadır.
    geçmiş en fazla güzel bir iç çekiş olabilir,
    gelecek acabalarla boğulu bir bilinmezdir.

    gerçek sevinç "şu an" içindedir. aklın arkaya veya öne , yani maziye veya âtiye uzamadığı, carpe diem'in dalga dalga geldiği vakittir mutluluk.
    vesselam.
  7. bir süreç ya da bir duygu değildir, sadece bir andır. ancak öyle güçlüdür ki, o bir anı yaşamış olmak insanları yıllarca sürecek olan o hapislerde gönüllü olarak yaşatmaya, o bir anı tekrar yaşama umudu ölüme kadar bekletmeye yeter. ona yaklaştığımız ya da yaklaştığımızı düşündüğümüz ve hatta yaklaştığımızı umduğumuz zamanlar olabilir, ki bunlar da yeterince güçlüdür. biz sadece, varsayımlar sonrasında oluşturduğumuz belli hayat standartlarının üzerinde yaşayan insanları mutlu, ve o standartların üzerinde yaşamayı da mutluluk olarak adlandırıyoruz. dolayısıyla mutluluk hedefimizi, o standartların üzerine çıkmak ve hayatı daha konforlu yaşamak olarak oluşturuyoruz. bu tamamen kabul edilebilir bir hedef olmakla beraber, kesinlikle mutluluk değildir. mutluluk dediğimiz o zirve anlarını düşündüğümüzde, aslında bizi mutlu eden olayların nasıl da hayatın o tekdüze akışının dışına çıkan örnekler olduğunu görürüz. yani bizi mutlu eden şeyler, bize yabancı ve bizim onlara yabancı olduğumuz şeyler. dolayısyla mutluluğa yabancıyız, bir yabancıyla bir kere karşılaştığımızda o artık yabancı değildir, ancak olağandır. olağan mutluluk değildir, ve biz hep yabancının yani mutluluğun peşinde olacağız...ve mutluluk bize hep yabancı olacak...belki de zamanın bize hep vermeyi vaat ettiği ama hiçbir zaman vermediği küçük şakacı bir paradokstan ibarettir mutluluk.
  8. geçenlerde kendimi hayata bağlayan şey olarak küçük zevkleri yazmıştım. işte yine hemen hemen eş anlamlı bir başlıkta anlatıyorum kendimi. evet küçük zevklerin adamıyım. küçük hesapların peşindeyim. ne diyor ezgi'nin günlüğü, "adamın, bu küçük işlere ben bakarım..." aynen öyle yav. çok zor olmasa gerek bazen mutlu olmak. hayatımın ilk otuz yılını geçirdiğim evde sabahları bazen, özellikle palamut ve lüfer zamanları olduğunda boğazda, gemi kornası ile uyanırdım. gemi kornasının adının ne olduğunu hala öğrenemedim. sabahın beşine falan tekabül eder bu saatler. annem de uyanırdı, bu sese. sonrada yatmazdık daha ikimizde. sabahın o sessizliği ve dinginliğini severdik ikimizde mesela. sonra o çayı koyarken ocağa ki bu beni hayata bağlar işte ben de yazı hayatında eksik olan tek kelimenin peşinde bir yazar gibi bakardım denize. halbuki yazdığım tek kelimem bile yoktu. baktığım yerde gördüğüm ise, şimdiler üçüncü köprünün ayakları ile ezdiği o kutsal sularda sabaha karşı iki kıtanın arasına attığı ağları, oltaları ile boğazın incileri palamutun veyahut lüferin peşinde olan sakallı, yorgun, dişleri sigaradan sararmış, elleri balık yasağı zamanı ağ eğirmekten nasır tutmuş balıkçılar ve onların arasına dalıp, hınçla boğazı arşınlamaya çalışan bilmem kaç grostonluk kuru yük gemilerinden başkası olmuyordu. işte bu manzara ile her sabah işe gitmeye hazırlanırdım. her sabah şükrederdim tengriye. o anın büyüsünü hep taşırım yanımda.

    neyse zaman geçti, şimdilerde gemi kornası duyamıyorum ama onun yerine on, onbeş dakikada geçen tramvay sesleri ile şenleniyor gönlüm. tabi orta doğuya uzak, orta dünyaya yakın olunca bir takım zevklerden geri kalıyor insan. işte böyle zamanları yaşarken postadan bir kutu geldi hatunun adına. gidip aldık. aslında rol yapmaya gerek yok, biliyorduk gelecek yakın zamanda bir şeyler. bir kutucuk geldi, ayakkabı kutusu hatta, nike almış arkadaş, ayakkabıyı giymiş, kutusu ile de bize yolluk göndermiş sağolsun. içinden bir kaç kitap çıktı. bir de yeni taşınma şerefine bir ev süsü. mutluluk işte. mutluluk o objeler ya da kitaplar değil, uzaklarda bir yerlerde seni düşünen bir insanın olduğunu bilebilmek. uğraşmış onunla, parada harcamış, zamanda, emekde. hatta kendisi çalıştığı için verememiş postaya babası vermiş, ekip çalışması olmuş. kollektif bir mutluluk yaratma çabası.

    kafa sikiyorum işte, ne yapayım, insan içini dökecek mecra arıyor bazen. ben de burada içinde bulunduğum ahvali paylaşıyorum. mutlu oluyorum youser arkadaşlar, ne yapak paylaşmayak mı? yazımı son zamanlarda beni en keyiflendiren, mutlu eden bir tivıtır alıntısı ile sonlandırıyorum, rastgele;

    "o işlerin öyle olduğu yerlere gidelim."
  9. hiç bitmeyecek sandığın gribin sabah uyandığında hafiflemesidir
    temiz çarşaflar serip duş alıp uyumaktır
    sevdiğin insanlara uzunca sarılmaktır
    çalışmadığın dersten yüksek notla geçmektir
    durağa adım attığında otobüsün gelmesidir
    aldığın ürünün kasada indirime girmesidir
    anne reçeli yemektir
    güzelli çoraplar giymektir
    sahilde kitap okurken uyuyakalmaktır
    ve daha niceleri...