1. "ölümden sonra bir hayat var ve onu sanki eşyalar yaşıyor"
  2. bugun kardeşimi kaybettim, çok zormuş be
  3. çeşiti olandır. mesela ölümün çeşitlerinden birini özdemir asaf çok güzel anlatmıştır:

    "geleceğim, bekle dedi, gitti... ben beklemedim, o da gelmedi. ölüm gibi bir şey oldu. ama kimse ölmedi."
  4. kimilerini öldürmeyendir.
  5. devamlılık bireylerin değil insanlığın bir özelliğidir. insana sonsuz bir hayat verilmiş olsaydı durmadan yaşayacağı için en sonunda karakterinin değişmezliği ve sınırlı zekasından ötürü öyle bir yeknesaklık duygusuna kapılacak ve öyle tiksinecekti ki sonunda hiçliği tercih etmek zorunda kalacaktı.

    arthur schopenhauer
  6. ölümsüzlüğe erişebilecegimiz nokta ölümle başlar. the fountain filmi tavsiye edilir.
    alp
  7. ''ölümden kaçmak için attığımız her adım, bizi meğer ölüme götürürmüş anladım.''
    demokritos

    ''ölümün son iyiliği, bir daha ölümün olmamasıdır.''
    friedrich nietzsche

    ''ölümü özüne sevdir, nasıl olsa gelecek.''
    hz. ebubekir (r.a.)

    ''ölümden ne korkarsın, korkma, ebedi varsın.''
    yunus emre

    ''nice sultanları tahttan indirdi

    nicesinin gül benzini soldurdu

    nicelerin gelmez yola gönderdi

    bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.''
    karacaoğlan
  8. -doktor hasta ölüyor
    -hepimiz ölüyoruz, önemli olan hangi hızda öldüğümüz.
    house md
  9. az önce camdan dışarıyı seyrederken ölü bir kedi yavrusu gördüm. başta ölmüş olduğunu kabullenemedim. tüm küçük canlılar gibi, melek gibi uzanıyordu benim gözümde. yine de içimi kemiren ölüm fikrine karşı bir şeyler yapmalıydım. birkaç ses çıkardım ve tepkisizliğine karşı, eve girip gözüme ilişen ilk kağıt parçasını yuvarlayıp onun yakınına doğru attım. kedileri biraz olsun tanıyorsam bu hareketime karşı zıplayarak uyanacaktı. uyanmadı. ölmüştü.

    bir süre felç geçirmiş gibi ne yerimden kıpırdayabildim, ne de gözlerimi ayırabildim bu cansız bedenden. hemen bir sigara yakmak istedim. biz insanlar ne kadar aciziz ki; durumları hafifleteceğine, belki de yok sayabileceğine inandığımız onca sebep üretmişiz kafamızdan. oysa gerçek oradaydı, üç kat aşağıda açık seçik yatıyordu. yakmadım.

    yaşadığım felç boyunca beynime eziyet edecek yüzlerce fikir geçti zihnimden. nasıl ölmüştü? annesini suçladım. belki girdiği yerden çıkamamasına sebep olmuş bu beton yığınını suçladım, insanları, diğer kedileri, hatta kendimi bile suçladım.

    en sonunda durumu kabullenip çaresizce içeri geçtim. belki bir saat geçmeden acımasızca normal hayatıma dönmüştüm.

    bu süre zarfında oluduğum kitapta, sebepsiz iradesizliğim yüzünden ana karakterin öleceği konusunda bir spoiler yiyince yine keyfim kaçtı ve camın önüne acizlik sigaramı içmeye gittim.

    ve gerçek hala aşağıda yatıyordu. anladım, bugün ölümden kaçamayacağım. ve kendimi bu düşünceye teslim ettim.

    ne kadar süre o cansız bedene diktim gözlerimi bilmiyorum ama dikkatimi dağıtan, başka bir kedinin huzursuz kıpırdanmaları oldu. bu aşinası olduğum bir durum değildi. izlemeye devam ettim.

    kedi bir şeylerin kokusunu alıyordu. en sonunda sanki bu gerçekten olabildiğince kaçmak ister gibi, ama yine de yolunu uzatabildiği kadar uzatarak esas gerçeğe doğru ağır adımlarla ilerlemeye başladı. tedbirli bir mesafeden kafasını uzatıp ölü yavrunun cansız bedenini kokladı. (bir an korkmadım değil. acaba yer miydi? doğa bu kadar acımasız mıydı?) ama beni hayrete düşürecek bir biçimde geriye doğru sıçradı ve bir saat önce yaşadığım aynı felci yaşadı.

    gırtlağından ağlarmışçasına bir inleme duyuldu. hala şaşkındım. kendini toparlamaya çalışarak saçma sapan deliklere girip çıkamadı. uzunca bir süre orada hareketsizce durduktan sonra var gücüyle oradan uzaklaştı. bir daha da gelmedi.

    ne düşüneceğimi bilemiyorum. her gece mahallemizin kedilerinin fütursuzca çiftleştiği bu açıklık yer bu saat oldu hala boş. yakınlardan tek bir ses bile gelmiyor. kendilerince yas mı tutuyorlar? ölü arkadaşlarına saygı mı gösteriyorlar? yoksa hepsi bir tesadüf mü? beynim bana oyun mu oynuyor?

    peki ben uyuduğunu düşündüğüm bir canlıya gönül rahatlığıyla kağıt buruşturup atabiliyorum da, cansız olduğunu anlayınca nasıl da derin bir pişmanlık ve utanç içinde olabiliyorum? yaşam ve ölüm hayatın içinde bu kadar paralel anlamlar içindeyken nasıl oluyor da kabul etmesi hem bu kadar kolay, hem de o kadar zor olabiliyor? görmek, kabul etmek istemediğim bir ölüm fikrine neden böylesine bir iştahla gözlerimi ayırmadan bakmak istiyorum? ve bir yandan hiç görmemiş olmayı dileyebiliyorum?

    durmadan "ölüm de hayatın bir gerçeği" diyip duruyoruz birbirimize. gerçekten hiç başka şey düşünmek istemiyor gibiyiz. çok garip değil mi?
  10. canlılığın bitmesi. ölen için varlık denizinde alabora olmuş bir yelkenli.
    her gün doğan hiç ölür mü?
    hiç insan kendinden çalar, kendini katleder mi?
    var olmayan şey zaten bitmez, hep var olan şey ise hep var olmaya devam eder.
    benlikler sadece birer pencere. yanılgı, pencereyi ev zannetmekte. sonsuz odalı, sonsuz pencereli bir ev burası. odalarını, pencerelerinden manzarasını keşfe çıktığımız. görüyorum. görüyorsun. gördüğün şey de kendin. insan kendine şahittir. insan kendini görür pencerelerden.
    baksana okçu, bu pencereden sana bakıyorum. seni görüyorum. pencereni yazdığın kağıtlarla kaplamışsın. yine de seni görüyorum. çünkü kendime bakmayı biliyorum. benim pencerem kızıl demir. bakarsın ama içeri giremezsin. görürsün ama dokunamazsın. demirimi senin için indirmiştim. beni buna pişman ettin.
    neyse, ölüm, işte o kağıttan pencereden bakanın dışarıya bakmasını artık kesmesidir.