1. bir gündüz akşamıydı oda. duvar manzaralı, hayallere açılan bir pencerenin kenarında sigara içiyordu yine. dumanlar dahi yönünü bulamıyordu oracıkta. karanlıktan mıdır, yoksa havasız ve basık olan bodrum katının teras sayılabilecek lükslüğünde miydi küçük pencerede. kimse halinden memnun olmasa da ses eden de yoktu aslında. alışılmışlıklar vardı farkındalığın olmadığı, güneş perdesine ihtiyaç olmayan pencerede. sigara dahi çabuk bitiyordu burada. yine de müzik kutusundan çıkan kısık sesli notalar dünya savaşı çıksa bile okyanusun en derininde yüzen bir balık gibi bihaberdi saniyede 300 metre yol alırken dağınıklıktan. 80'lerin başlarında inşaa edilen bu bina o zamanlar çok mu lükstü beton zemini ile? şimdilerde pisa kulesinin yılda milimetrenin onda yedisi kadar eğilmesini geçer şekilde çöküyor olsa da genç bir delikanlının sakalının çıkma hızından fazla rutubet ile pamukçuk gibi duvarlarının kabarması albino hastasını andırmıyor değil bir bakıma. bazen yolunu sapıtan fareler oluyordu evine misafir. sigara dumanları yatıya kalmıştı sadece duvarlarda. gri dumanlar nasıl oluyorda sarı olur diye merak ediyordu yıllardır. duvardaki saate baktı ardından, tozdan görülmese bile çalışmadığına isyan edercesine söndürdü tütünü kalmamış izmariti. tuğlalar vardı manzarasında, sıvası bile yoktu o hayalleriyle boyadığı turuncu perdesine. kalktı yerinden, terlik giymekten daha kolay iki üç numara büyük ayakkabısını giydi hızlıca. anahtar almasına gerek yoktu. kapısı hafifçe itince açılıyordu zaten. basamakları çıkmaya başladı büyük ayakkabılarıyla. dışarısı öyle güneşliydi ki gözleri kamaştı birden. yerden bir taş aldı avucunun içine. sımsıkı sıkıyordu taşı. sanki elinde avucunda sadece bu varmış der gibiydi her ne kadar bu halde olsa da. iki mahalle aşağıdaki çeşmeden su içip elindeki taşı yıkadı güzelce. gülümsedi gözleri. taştı sadece. yerden az içilmiş izmaritleri topladı her zaman yaptığı gibi. ne aşktı, ne hayata küsmüşlüktü hayatı. hiç aşık olmamış, kimseye darılmamıştı yaşamında. kimseyi kıskanmaz, kendisi ile kıyaslamazdı. her şeyin doğuştan olduğuna inanmış biriydi ve biraz da diğer insanların gözünden deliydi.
    ne zengin oldu, ne de aklı başına geldi hayat denilen doğum ölüm arasında. yaşadı bir ömür. sigara toplamayı bıraktı bir süre, can sıkıntısından yine başladı. komşuları bir şeyler verirse yer, vermezse yemezdi. ne açlığını biliyordu ne de yaşadığını. öldüğünde yarım sigaralar, iki üç numara büyük ayakkabılar, kırış kırış solmuş giysiler ve sarı duvarlar bıraktı hayata. başkasına ait yarım kalmışlıktan öteye geçemedi hiçbir zaman.
    han
  2. Yazabilme Büyüsü
    !---- spoiler ----!

    Nasıl yazılır? Ne yazılır? Kime yazılır yahu? Neden yazılır veya? Soruların sorunlara dönüştüğü bir kilitlenme halindeyiz zaman zaman. Peki bunun büyüsü nedir? Nedir ilham ismini verip beyaz toz bulutlarına bürüdüğümüz o kelimelerin çağladığı edebi şelaleleri yaratmak için gereken tam formül? Bence..

    Bencesi var her işin, biraz bencilliği, biraz ben bilirimciliği, bir benden öte bir ben var yaklaşımı, biraz benmerkezciliği. Var oğlu var özetle. Bunların hemen ötesinde bir cümlenin kıyısına saklanıp kendinizi izlerseniz yazarken, işin ne kadar vahşi bir koşuşturmaca, nasıl heyecan dolu bir av ile avcı öyküsü olduğunu hayretle görebilirsiniz. Yazmanın insanın kendisiyle konuşması olduğunu vurgularız hep, kendimizle konuşurken yaptığımız hatanın her tek taraflı bir dertleşme olduğunu unutmamız; kendimize soru soramıyor ve cevabı bencil olmadan alabiliyorsak yazabiliyoruz kendimizi, kendimize hiç benzemeyecek bir şekilde. Yazarken kendini dinleyen insanların elinde kırılır kalemler, yontulması gerekir düşüncelerin, yazmak akıldan konuşmaktır, akıldan ezbere yazmak değil.

    Konuşmayı çok sevmek lazım önce, sonra da susmayı. Derin bir nefes alıp tutabilmek gerekir içindeki tüm canlı yalan dünyayı boğacak bir süreliğine, ardından öfkelerin hepsini çöpe atacak kadar büyük bir güçle üflemek gerekir hisleri, düşünceleri, gözlemleri ve kör kaldığımız bu toz kaplı karanlık odayı darmadağın ederek. Yazmak için vakit gerekir, vakit için sakinlik gerekir, sakinlik için yalnızlık gerekir! Yazabilecek kadar boşta olmalı insan, yalnız bir sakinlikte. Kendinle baş başa kalıp başka yaşamları çekiştirebilmektir, dedikodu niyetine. E öyle değil mi yani? En güzel romanların çekiştirip durduğu aşklarda savrulmuyor mu modern hayatların en fantastik öyküleri, başkalarıyla yarışırken çıkmıyor mu ortaya en büyük savaşların orta çağları? Çıkıyor..

    Sesiyle okuyan birine ses olabilmek yazmak.

    Kendince not alabilmek kimseyi umursamadan.

    Kendince kucaklayabilmek, kendine hiç değmeyecek kadar uzaktaki o yalnız insanları!

    Yazmak, yürüyebilmek el ele tüm yatalak düşlerde bile. Yazmak, üşütebilmek en sıcak yaz günlerinde. Yazmak var olana tuttuğun aynayı kırabilmek bir dilde, bir kalemde, ona temas eden bir akılda. Yazmak, şarkı söyleyebilmektir efendim en ciddi sessizliğin ortasında, bağıra çağıra. Özgürlüktür yazmak, özgür kalmak için akılların hapishanelerinden kaçan tutsak gençlerle kol kola! Kazımaz, kaşık kaşık kazımaktır yazmak en derinlerini. Gezmek gönüllüce her insanın aklında kurduğu çelik mahzenleri..

    Büyüsü bu yazmanın, konuyu tutup kaçırmak en güzel dağlara. Büyüye gerek mi var efendim, tüm büyüler bile birkaç yazılı metnin en havalı haliyken? Yok tabii ki.
    !---- spoiler ----!
  3. kırmızı çok sinirli bugün aşka. turuncu en gösterişli endamını giyinmiş üzerine. sarı sempatikliğini atamazken üzerinden, yeşil şımarık hala yaşama. mavi, umutrengi parlarken, lacivert, hala asil renkte... ve mor... mütevaziliğinde ilerlerken, gökkuşağı serdi kendini bir köşeden bir köşeye. yağmur zerreleri gökyüzünü hafifletirken, yeryüzü ağırlaşıyor damla damla. yalnız insanlar kaçarak koşuyor ıslanmaktan, sevgililerin ağırlaşıyor adımları. bir taraf kurakken, bir taraf yeşillik, bir taraf gündüzken diğer taraf karanlık, bir taraf yaz, bir taraf kış. bir taraf sen, diğer taraf ben.
    han
  4. orada
    !---- spoiler ----!

    Orada bekliyordu, rüyalarımda, duygularıma ve cümle sonlarımda; asla öznesi olmayacağı yalan yanlış hayalleri.. Orada kalıyordu, geçmişimde, hatıralarımda ve gece yarımlarımda; asla gerçeği olmayacağı saçma sapan odalarda.. Orada sevdim, dualarımda, inançsızlığımda ve inkarlarımda; asla inanmadığım bir ilahenin kanatlarında çoktan uçup gitmişti.

    Orada yaşıyordum çocukluğumu, bir tatil çoğulluğunda, akran çığırtkanlığında ve salçalı ekmek kokusunun yayıldığı toz toprak sokaklarda. Orada diye bir yer tanımlamıştı o da, geliyordu ara sıra. Uzaktan görüyordum varlığını oraya hiç ait olmayan bir farklılıkta. Geçip gidiyordum bu yabancılığın yanından, korkuyordum zira. Şehrin kanatlarından kopmuş o tüylere dokunmanın tabularında bocalanıyordu çocukluğum. İlk kez sevmeye hazırlanan tüylerimin diken diken oluşunda yatıyordu ilk arabesk dizeleri yaşantımın. Orada anladım, anlamların yalnızca hislerle yoğrulduğunda kemiklere güç, akıllara zarar, ruhlara yara olduğunu.

    Orada büyüdüm ben zamanla. Kısa süreceğinden hiç emin değildim, çarptı dolayısıyla. Büyümenin nasıl bir sürgün olduğunu fark ettim, alkolle karışık paket paket sigarayla. Kitaplarca cahillik akıttım beynimden, karamparça kağıtlara döktüm sözcükleri, dillere savruldum zaman zaman. Aynı dilde farklı söylemlerin aynı adamın farklı gölgelerinin ince nüansları olduğunu öğrendim hatta! Büyümek zaman almıyormuş oysa, bir karar verebilme aralığıymış boşa geçirilen gençlik. Boşa da geçirdiğim yazlarım da olmuştu belki, ne zaman kitap setleri satın alamadıysam geçmişin garibanlığında, heveslerin savurucu rüzgarlarında.

    Orada bekliyorum hala ben. Kocaman bir adam edasında, bir elimden tutuyor çocukluğum, "gitmeyeceksin, değil mi?" sorularının ısrarında; diğer elimde gencecik bir çocuk ağlıyor sanki öfkeden, "Neden, ben!" diyecekmiş gibi her an yüzüme. İkisini de bırakıp gidemiyorum, sağıma baksam binlerce sevenim el ele tutuşmuşlar çocukluğumun lavanta kokulu çayırlarında, solumda bekliyor yiğit duruşuyla korkak bir sokak delikanlısı yanına aldığı tüm hayalleri ve saçmalıklarıyla.

    Orada bıraktım herkesi. Oraya gitmeyeceğimden emin olduğum anda! Hepsi kalakaldı öyle kendi odalarında. Binlerce odalı sarayları var insanlığımın, bazen işkence ediyorum yarım kalan sevdalarıma, hala çok sevilmiş olmanın bahçelerinde geziniyor prensesler dokunulmazlığın tozlu ayrıntılarında. Orada saklıyorum kayıp cennetimi, kimselere de açmıyorum kapılarını geçmişimin, geleceğimden çalabilirler korkusuyla! Bugüne hapsettiklerim var, kuru bir Merhaba'yla.

    Orada yaşıyoruz hepimiz uzun yolun en kısasında, geçiveriyoruz tüm gerçekliğin ortasından küçücük bir kapı aracılığıyla, mutlu oluyoruz bazen ve bazen sarılıyoruz en korkunç rüyalara.

    Orada kalacağım hepimiz, bir başka adımın ardından yarım yamalaklığımızın acemiliği götürecek bizi en doğru ve en yanlışın kardeş olduğu kavgalara! Gelecek adında, geçmiş tadında, bugünün anlamında ve geleceğin kokusunda heyecanlar kaydediyoruz düşlerimize, sabah rüzgarı değmeyegörsün kumsallara uzanmış çıplaklığımıza. Titreyerek uyanıyoruz bazen bu yabancılığa, işte o zaman anlıyoruz: hiçbir yer orası değil, hiç kimse orada değil ve hiçbir zaman oraya varamayacağız tam anlamıyla.

    Orasının neresi, bizi kimlerin beklediğini, kimlerin terk ettiğini ve nerede orayı bulabileceğimizi ise kimse bilmiyor hala. Bilmeyecek de nasılsa, boşuna sormayın her konuşabildiğiniz yabancıya, hiç öğrenmeyeceğiniz şeyleri. Hiçbiri yeterince sevmeyecek sizi nasılsa! Siz orada beklemedikçe sevmeyi, yenilmeyi ve ölmeyi hazır olda.
    !---- spoiler ----!
  5. valla benim ygs denemelerim çok iyi değildi ama lys edebiyat yapabiliriyodum mat ve geo denemelerinden kaçar counter atardık xd
  6. yazmalı mı denemeleri
    yoksa yerine şiirleri,
    herşeyi denemeli ama
    denememeli denemeleri..

    deneyimle denemeyi derleyince delirdim,
    dene dene gene bana ben hep bana yenildim.
  7. senin yüzün benim mabedim

    !---- spoiler ----!

    Kesinlikle inanıyordum, vardı bir yaratıcısı her aşkın. Kesinlikle katılıyordum, her inancın kör takipçileri oluyordu, ölümüne.. Senin yüzündeki her kıvrımda bir mabed köşesi vardı, içimdeki umutların köşelerine çekilip dua ettiği o değerli varlığa günbegün. Karşılıksız, aşk dolu, umut dolu, dirençli ve hüzünlü.

    Her zaman duyduğumuz bir benzetmedir, birinin bedeninin bir diğerinin mabedi olması. Şöyle durup düşündüm de, benim tek mabedimmiş senin yüzün. Senin yüzünde açıyormuş kapılarını sabah güneşine karşı düşüncelerimde binlerce gündür uykuda duran keşişler. Duru bir sessizlikte hiçbiri birbirine bakmadan, seni asla görmeden, sadece sana inanarak ve severek teşekkür ediyorlarmış kendi inandıklarına-öyle karmaşık bir ikilemin içinde.

    Merak etmeden. Değmeden. Cevap beklemeden. Sadece huzur dolu bir yalnızlıkta keşfetmişim ben sana olan sevdalarımı, gizliden gizliye, tek aşklı hayatlara inat edercesine binlerce saçma sapan totem içerisinde sen benim güneşim, sen benim heyecanla parlayan yıldızlarım, sen benim tüm kötü hislerimizi bir potada erittiğim o karmammışsın. Ben hep aşkta dinsizmişim bugüne değin, yüzünü gülerken gördüm sanki o gün bugündür aynı mabed, aynı avluda, aynı zeminde tek bildiğim beklemek seni. Gelmeyeceğini bile bile, sana varmayan karanlık bir ölüm gelesiye kadar hem de. Fazla istemeden, biraz nefes, biraz düşünce. Her zaman yeter de artar bile. Senin yüzünde yıldızlar doğar gece karanlığında her bir gamzenin ayrıntısında, tüm düşüncelerim şaşkınlık içerisinde.. Çok iyi biliyorum cehaletimi, çok iyi biliyorum ihanetimi, çok iyi biliyorum açlığımı hiç olmayacak bir şeye inanmaya. Tek emin olduğum bu konuda aşk bir inançsa, sen ayrı bir felsefesin benim akıllanmaya yeni başlamış yüreğimde. Onlarca gün, onlarca gece sırf senin ruhundaki parıltıdan bir kez daha güneş tutulsun diye bekliyor koca koca aklı başında adamlar. Çırılçıplak tüm insanlığım. Ortada bir mum, yanan benim ömrüm! Gençliğim, tükenmişliğim, tüm depresif hallerim, sadece eriyik halinde yanan geleceğim..

    Ben yanlış Tanrılara inanmaktan hiç korkmadım bugüne kadar, zaten birine inanmak hiçbirine inanmamaktan sadece bir fazla! Ya binlercesini reddedip birini seviyorsun ya hiçbirini mesela. Sense bir tanrı değilsin hala, henüz mucize bir iniş yapmamışken dünyama. Sen sadece bir fikirsin, bir keşif, bir anlaşılmaz olgu, yaşama tutunduğum bir dal mesela.. Sen henüz 'O' değilsin ama ben hala aynı odada, aynı minderin kıyısında, aynı karanlıkta, aynı dualarla yaşamın amacını aramaktayım senin yanaklarında! Göz çukurlarında volkanlar kaynıyor, Hades gözbebeklerinden çığlık atıyor mesela ne zaman bana baksa. Belki de tam kaşlarının ortasında bir yay tutuyor aşk tanrıları, sen onların bedene bürünmüş halisin hala! İsimsiz, uzakta, belli belirsiz bir aklın imgesi halinde.

    Aşk senin yüzün. Sen benim takip ettiğim tek huzur dolu felsefe. Gelişin belki kıyamet, susmaların mabedlerimi yıkan bir deprem belki de. Yıkılsa da tüm mabedlerim senin öfkenle, ben vaz geçer miyim sanıyorsun yenilerini ve daha güzellerini inşa etmekte! Yanılıyorsun. Sen her sabah güneş gibi doğarken evrenime, benim bu pagan halimde tapacak kimim var ki? Hala hazır inançların peşinde koşanlarla gereksiz, kanlı bir savaş bu sevgi denilen. Ben insanın birbirlerini canlı yedikleri vahşi aşk törenlerinden geliyorum, senin sevap-günahlarından bana ne! Ben aşkın tabularına tapıyorum, sen ise gidenin dönmediği, görenin kör olduğu en efsanevi canavarsın bu yalnızlar tapınağında. Her gün sabahlar zor oluyor, gelip bize kendini göstereceksin diye, basit, bizden, bize benzeyen bir insan silüetinde.. Çok korkuyoruz ey aşk. Azad et bizi bir başka din savaşının içinde. Ona bile razıyız o güzel yüzünde.

    !---- spoiler ----!
  8. yaşamak şakaya gelmez dediler.
    gittim, yaşamayı ciddi ciddi denemeye başladım bende.
    deneme sonuçlarını olur da sağ kalırsam gelip yazarım.
  9. cenneti ararken kaybettiklerimiz

    !---- spoiler ----!

    Geçmişin doğal ortamında hiçbir ulus, geçmişin enginliğinde hiçbir yerel nüfus cenneti aramamıştır, çünkü onlar halihazırda cenneti yaşayan milletlerdi. Şimdilerde inançlarda, yaşamlarda ve umutsuzlukta cennet diye satılan şey aslında geçmişimizdir. Peki şimdilerde onu ararken, neleri kaybediyoruz?

    Aslında kaybettiğimiz şey kayıp bir şehir, efsane bir yaşam. Aradığımız şey ise o güzelliklerle bizim yüreğimizde kelebekler gibi uçuşan vahşilik. Doğadan gelen modern doğasız kobaylar olarak arıyoruz doğallığı. Doğaya aitliğini yalnızca saçma sapan belgesellerde bulan doğal havyanlarız biz. Doğal korkularımızı yapay beton yığınları arasında aşkla, inançla, dinle, kültürle, büyümekle-yaşamakla ve çalışmakla kurguluyor ve mutluluğun doyumunu cennet aramasındaki açlığımızla bütünleştiriyoruz.

    Birkaç ucuz yüzyıl boyunca bizlere kurgulanıp satılan cennet isimli o idealist herhangi bir kurgu ilk insanın kendi içine adım atmasıyla otomatik olarak günümüz dünyasına dönüşecek zaten. Bunun farkına varamıyoruz, Tanrı'ya karşı bile çıkarcıyız.

    "Tanrı'ya karşı iyi kalpli inançlıyı, insanlara karşı iyi kalpli bir çıkarcıyı, kendimize karşı iyi olacağını düşünen bir yalancıyı oynuyoruz kazanmak adına.. Ne saçma."
    Yukarıdaki şekilde belirtmiştim bu durumu Yarıştırılmak isimli deneme çalışmamda, aşağıda yorum bölümünde bağlantıyı bulabilirsiniz.

    Sonuç olarak dünya hapishanesindeki yaşam süreliğince belirsiz cezalarımız var çekiyoruz, adına kader oyunu diyoruz. Atmosferin bize sunduğu bu büyük hava örgüleri yetmiyor, kendimize ekstra koğuşlar oluşturuyoruz, en sevdiğimiz bilinçaltı yaşantılarımızda kendimize çok daha özel dehlizler yaratıyoruz. Sonra da dua ediyoruz bizi en kutsal cezayla cezalandırdığını düşündüğümüz eski nesil tanrılara. Bilmiyoruz o tanrıların da bir zamanlar insanların kralları olduğunu, bilmiyoruz dünyanın bir zamanlar gerçekten bir cennet olduğunu. Bunun ispatı için birkaç el değmemiş biraz, biraz su biraz toprak yeterlidir! Gidin görün..

    Yalnızca cennetinde cehennemi yaşayanlara aittir cennet hayalleri, yalnızca cennetli hikayeleri satar cehennem zebanileri ve Shakespeare'in de söylediği gibi "Cehennem boş; tüm şeytanlar burada." Sonuçta hepimiz yaşıyoruz kendi kazanlarımızda, adına toplum, millet, vatan vb. gibi saçmasapan kelimeler yüklüyor birbirimizi avlıyoruz, birbirimizi yönetiyor ve bitiriyoruz yüz binlerce kez kendi medeniyetlerimizi. Ne için? Cennet vaatleriyle yıktığımız cehennemden çıkabilmek için.

    Çok da uzak olmayan bir gelecekte bulacağız elbette o cennet ifadesindeki yaşam dokunuşuyla insan müdahalesi görmemiş gezegenleri. Sonra kafalarımızda yeni bir cennet daha kurgulayıp gidip oraları da yıkacağız!

    O yüzdendir ki, cennete inanmayın cennete çevirin yaşamlarınızı. Cehenneme hep inanın çünkü içinde yaşamaktasınız doğanızın yönünü unuttuğunuzdan beri. İçinizdeki şeytanlara son bir şans verin, kendilerinin ne kadar suçlu olduklarını görüp doğa anaya avuç açabilirler, belki.

    !---- spoiler ----!
  10. şiiri çizmek mümkün mü?
    !---- spoiler ----!

    Şiir, insan aklının şairsel deliliğin pençesinde düşlerini kanattığı ve kalemin damarlarından aşk damlatan deneyimler olarak insanlık tarihi kadar derin bir geçmişe sahip mirasımızdır. Peki şiirimiz modern, yapay, sayısallaştırılmış ve işlemcilerin kapasitelerine bağlanmış harfler halinde resmedilebilir mi? Yani özetle, bilgisayarlar şiir yazabilir mi? Belki de daha güzelini?

    İnsan beyni-her ne kadar çok efsaneleştirip sonsuz güce sahip görünse de-belirli bir tanrısal matematiğin pençesinde ve belirli kalıplarda birçok kez de yanılsamalar ve anlamsal bağlantılarla çalıştığı yeni yeni ortaya konulan yarı-gizemli bir parçamız; şiirlerimiz ise tüm düşünsel parçalarımızın rüya benzeri karmaşalarda anında dizelere döküldüğü kalem oyunlarımız olagelmiştir. Hatta modern çağlara giden yolda, insanlığın inanç orta çağının şiirler inançları tüm dünyayı kasıp kavurmuş ve hala da kavurmaya devam etmektedir. İnsan ırkı olarak cehenneme çevirdiğimiz dünyanın en cennet kokulu ağıtlarını yazar şiir, en güzel lezzetleri tadar yalnız dimağlar dizelerde ve en güzel efsaneler yazılagelmiştir hikayelerde. İçinde bulunduğumuz ve onu takip eden binlerce yıl içerisinde ise insan-makine ara yüzlerinin yaşamın her yerinde söz sahibi olabileceği beklentisiyle edebi eserlerimizin de artık bilgisayarlara teslim edilebileceği bir dönem mutlaka gelecektir.. Peki, herhangi bir makine bize yaşadığımız veya düşlediğimizden çok daha derin büyüsel anlamlar içeren dizeler yazabilir mi?

    Cevabı, hem Evet hem de Hayır. Evet, çünkü insan beyninin çalışma ve hissetme dinamiklerini tek seferde girdi haline getirerek yarı-semantik yarı-kültürel yaşam yüklerimizin tamamını en konsantre halde kaleme dökebilecek ve bunu yaparken bizi gerçekten ruhla, aşkla ve tutkuyla yaptığına ikna edecek bilgisayarlar-makineler ileride üretilebilecektir. Hayır, çünkü insan şiirde ve edebiyatta mükemmeli değil, her zaman kusurlu olana kendini kaptırmış kararsız yığınlar bütünü olmaya devam edecek ve kendi yapay edebi, şiirsel anlam kurgularını her zaman devam ettirecek. Binlerce yıllık gelişmeyi anında silen vahşi yaptırımları ile-önceden de yaptığı gibi-kendi medeniyetleri silip silip tekrar yaşamı sıfırdan dünya üzerinde kurmaya devam edecektir! Belki de yazıyı unutacak, şiiri yeniden keşfedip sıfırdan başlayacaktır. Belki de insanoğlu milyonlarca yıldır binlerce kez kendini dünya yüzünden silerek yeniden doğmuş, büyümüş, şiiri keşfetmiş ve sonra yok etmiştir! Bunu henüz bilemiyoruz, ancak öğrenemeyeceğimiz anlamına gelmez. Hala aşkla yazabiliyoruz, inançla dövülebiliyor akıllarımız; bu da makinelerin mükemmele yakın taklitleriyle daha anlamlı hale gelmeyebileceği anlamına gelmez.

    Şiir her zaman edebiyatın içinde, edebiyatla birlikte akıldan doğan taşkın nehirlerdeki kelime selleri olmaya devam edecek ve tarihin bir yerinde artık sanatlar bizler için bireysel ve tam otomatik olarak üretilecektir. Ağır ağır sosyal medya çöplüğü ile başladığı gibi..

    !---- spoiler ----!