1. “yani bence de adorno burada haklı” dedi çocuk, “kayıt altına alınmış her müziğin sisteme dahil olmakla ilgisi var”. güzel bir sonbahar gününde, sararmış ormana tepeden bakan pencerelere sahip güneşli bir sınıftaydık. camın ötesinde sonbahar isimli kaprisli bir kadının oyunlarına gelen orman, önceki aşkı yazdan kurtulabilmiş tek tük yapraklarını döküyordu derdinden. şehir uzakta, yeryüzüne saplanmış binlerce mızrağın çirkin görüntüsüyle bozuyordu bu güzel sonbahar gününü. “neden dersi dinlemiyorsun da pencereden dışarı bakıp betimleme kasıyorsun” dediğini duyar gibiyim sayın okur. sana verecek tek bir cevabım var. sıkılmıştım da ondan.

    kimlerden sıkıldığımı da söyleyeyim sana. üniversiteye ilk geldiğimde tanıdım onları. incecik, güzel kumaşlı hırkaları, düzenli gibi ama dağınık gibi kesilmiş sakalları, pek çoğunun taktığı yuvarlak harry potter gözlükleri, kendilerinin “uçta” olduğunu işaret eden birkaç küçük ama belirgin detay (bileğe bağlanmış kırmızı bir eşarp, şah damarına çizilmiş radikal bir dövme gibi) ve çoğunlukla kıvırcık saçlarıyla bu grubun erkeklerini tanımlayabilirim. kadınları mı? bu grubun kadınlarını biraz üniversite görmüş herkes bilir eminim, çeşitli renklerde (mor-pembe-yeşil) etekler veya şalvarlar, boyuna örtülmüş kalınca tercihen kırmızı-yeşil-sarı renkli bir şal, erkeklerin aynısı olan kıvırcık saçlar, buruna takılan hızma ve sutyen takılmamış memeler. evet, memeler. bu grubun her iki cinsinde olan en önemli özellik ise yüzlerinden eksilmeyen amiyane tabirle “sen öyle diyorsun ama o iş öyle değil” gülümsemesidir. kısacık hayatımda bunun kadar itici bir gülümseme bilmiyorum doğrusu (önemli bir not; bu gülümseme sadece bahsedilen gruba ait değildir, örneğin sizden sadece 1 veya 2 yaş büyük olmasında rağmen feleğin çemberinden geçmiş gibi davranan dallamaların da aynı gülümsemeyi sahiplendiği bilinmektedir).

    dedim ya ilk geldiğimde tanıdım onları üniversiteye ve bu tipler yüzünden bir yıl kendimi hep kötü hissettim. hiç okumadığım ya da adını bile duymadığım teorisyenlerin fikirlerini olur olmadık derslerde, yerlerde sürekli zikretmeleri bende bir aşağılık hissi oluşturmuştu. “hocam burada gerstein’ın da dediği gibi bir dispositif yaklaşımın postmodern yansılanmasından söz etmek mümkün mü?”. gerstein kimdi sayın okur? dispositif neydi? yansılanmak yankılanmanın yan durması mıydı? yukarıdaki cümleyi uydurdum sayın okur. ancak bu kulaklarımın anayasa hukuku dersinde şunu duyduğu bil istedim “kılıçdaroğlu’nun demokratik yaklaşımından söz etmek mümkün değildir. kendisi açlık grevi yapan kişilere destek vermemiştir. halbuki birçok sosyalist metinde örneğin lenin ve marx (birebir duyduğum budur) devrim için yollar çeşitlendirilmiştir. o açıdan kılıçdaroğlu’nun istifa etmesi gerekir”. bu cümleyi duyduğum bağlamı, ortamı biraz açmak istiyorum. anayasa hukuku dersimiz o zamanlar sabahın ilk dersiydi ve yanılmıyorsam saat dokuzda başlıyordu. bir insanın sabah dokuzda kılıçdaroğlu’na bu kadar nefretle dolmasını açıklayabilecek bir motivasyon kaynağı olduğundan şüpheliyim. ideolojik nefret mi bunu sağlayan, davaya adanmışlık mı? hangi akılda bir insan yaşları 18-23 arası değişen kalabalık bir öğrenci grubunun zaten sabahın köründe gelmek istemediği bir derste kişileri kendi davasının haklı olduğuna ikna etmeyi düşünebilir? bu zat, orada bulunan bir başka zatın “gerçekten de devrim için yollar çeşitlendirilmiş ve şerefsiz kılıçdaroğlu buna destek vermiyor” diyerek hayatında yeni bir sayfa açacağını düşünmüş olabilir mi?

    konuyu uzattım doğrusu ve saptım kendisinden. güneşli sonbahar günümüze geri dönelim. yukarıdaki örneğe benzer bir çocuk, “kayıt altına alınmış her tür müziğin sistemin vıdı vıdısı olduğunu” ileri sürmüştü ve cümlesine “adorno’nun da dediği gibi” diye başlamıştı. ama üzülmüştüm artık. sürekli “sistem” diyen, o gülümsemeyi atan, birilerinin ismini söylemeden kendini meşrulaştıramayan aptalcık insanların sınıflar ilerledikçe azaldığını sanmıştım. gerçekten azalmıştı ama işte, bitmemişti. oradaydı çocuk. kanlı canlı bir aptalcık. gözümün önünde elini kolunu sallaya bir şeyler anlatıyordu. gözlerimi kısıp “uzun zaman oldu eski dostum” dedim “uzun zaman oldu”.

    sana klasik müzikle nasıl tanıştığımı anlatmış olamam sayın okur. 8 veya 9 yaşlarındaydım. eve vcd yeni alınmıştı. daha doğrusu ona ayıracak paramız olmadığı söylenmişti ve bu satırların yazarı büyük bir sabırla 70 adet kuponu gazeteden her gün özenle kesip vcd’sini almıştı. yanında verdikle jean claude van damme filmini 12 kere falan izledikten sonra -o zamanlar genelde kanal d cesur yürek, bebek firarda, üç küçük ninja gibi filmler veriyordu işte o zamanlar- evdeki müzik cd’lerine bakmaya karar vermiştim. evde birçok müzik kasedi -ki çoğunluğunu sezen aksu albümleri oluşturuyordu- olmasında rağmen az sayıda cd vardı. bu cd’lerin çoğu halamdan yani istanbul’dan geliyordu ve büyük ihtimalle onun ortalama bir beyaz yaka hevesiyle alıp pek beğenmediği cdlerdi. gıcır gıcır vcd ile bütün cd leri bir araya getirmekti amacım. pek hatırlamadığım ve sevmediğim birkaç müzik cd’sinden sonra traümklassik yazan bir albüm gördüm. doğrusu, sayın okur, sonunda eğer sik yazmasa ve bunun 8 yaşımdaki aklımla çok komik olduğunu düşünmesem o kapağı kaldırır ve klasik müzikle bu şekilde tanışır mıydım çok emin değilim. küçük aklımla sik yazmasına gülerek (bu arada söz konusu albüm traumklassik jubilaums edition, sarı bir kabı var ve e-bay’de 10 sterlinden alıcı buluyor) cdyi taktım. ilk duyduğum strauss’tu. die fledermaus’un uvertürü. o ateşli başlangıcın arkasından gelen sakin hazırlık ezgileri. hehe. sonra çizgi filmlerde sürekli duyduğumuz bilindik bir başka ezgi. ben çizgi filmlerde klasik müzik kullandıklarını çok sonra öğrendim sayın okur. die fledermaus’un ne anlama geldiğini o yıllarda çevir sesi dinlemekten bir başka işe yaramadığını düşündüğüm internete soramadığım için yıllar sonra bizi ziyarete gelecek olan alamancı kuzenimden öğrenmiştim. yarasa. (bu arada bilgisayarımızın cd playerı bozuktu). büyük ihtimalle bu cd zamanında almancı akrabalarımın yanına ziyarete giden halam tarafından bir ümit ile alınmış, sonrasında benim sürekli cd diye ağlamamdan bıkan annemin isteğiyle bize verilmişti. işte bu çocuk sonradan söz konusu kelebek etkisiyle konservatuara girmiş ve dünyanın en ünlü keman virtüözü olmuştu. eh böyle olsaydı olurdu tabi de baya devlet memurluğuna hazırlanan bir çocuk oldum (üniversitede bir hocam bana seni devlet memuru olarak düşünemiyorum demişti, neden demiştim, böyle bir hayal gücüne sahip birinin vergi müfettişliği yapması imkânsız demişti).

    peki sayın okur neden sana klasik müzik ile nasıl tanıştığımı anlattım? çünkü gerzek sınıf arkadaşım kayıt altına alınan müziğin “sistemin” kölesi olmak olduğunu savunuyordu. halbuki ben, yaşadığım ufacık kasabada (ki bu ülkenin en kapitalistleşmiş bölgelerinden olmasında rağmen) bir beyaz yakalanın, beyaz hevesleriyle alınan o kayıt altına alınmış cdyi dinleyemeyecek ve belki de çok farklı biri olacaktım. ancak bu müzik sevdam, güneşli güzel bir günde arkasına yaslanmış, yüzünde “o iş öyle değil” gülümsemesi ile kayıt altına alınmış müziği eleştiren bir dallamanın sahte olduğu suçlamasıyla suçlanıyordu. o an gerçekten tiksindim bazı şeylerden. doğrudan insanlıktan tiksinecek kadar büyük değildi iğrenmem. doğrusu neyden tiksindiğimi bile bilmiyordum. sadece o hissi biliyorum. belki çocukluğumda beni kurduğunu/inşa ettiğini düşündüğüm bir olaya yapılan böyle bir saldırıyı kaldıramıyordum, belki de insanların ne kadar aptallaşabileceğini bir kez daha görmenin acısından tiksiniyordum. diyeceksin ki okur, “sen kimsin de insanları aptallıkla yargılıyorsun?”. ben de başkaları tarafından aptallıkla yargılanan bir başka aptalım sadece okurum. senin olduğun kadar.

    yazıyı daha ne kadar uzatabilir veya dağıtabilirim bilmiyorum. ama sanırım artık son vereceğim çünkü dikkatim dağılmaya başladı. eh, sayın okurum, beni dinlediğin daha doğrusu okuduğun için teşekkür ederim

mesaj gönder