1. idil naber ya?^:swh^
  2. güzel uyu, mutlu uyan. öpüşlerimi yolladım, geliyorum gözlerini açmaya^:swh^
  3. oku bakalım yazıyorum.

    dizeler artık yetmiyor anlatmaya derdimi. benim derdim çok daha başka. kelimelere dökülmesi günah, bestelenmesi yasadışı. o yüzden size derdimi değil, derdimi nasıl anlatamadığımı anlatmaya geldim. çok sürmeden giderim. ne sizin canınız sıkılır ne de ben derdimi anlatırım. hepsi bu. süslü cümleleri sevsem de bu öyle süslü cümlelerle güzelleştirilemeyecek kadar büyük bir acı. özlüyorum desem yetmiyor. alışkanlık hiç olmadı. durağanlaşmadık hiç. birbirini büyürken seven iki insan bir olur da nasıl durağanlaşır hayat?

    baştan başlayayım en iyisi. muhtemelen onu ilk fark ettiğimde hava soğuk olmalıydı. tahmini kışa denk geliyor. ankara’da kışlar asla sıcak olmaz. muhtemelen ya dersteydik ya da fakültenin önünde sigara içiyorduk. ben yalnız, o kalabalık; sonradan öğrendiğime göre o benden yalnız kafam onun etrafından daha kalabalık. belki aynı anda sigaralarımızı yakmıştık, belki aynı şeyi düşünüyorduk bir şekilde... bunu bilemiyorum. hatırlamıyorum da zaten o günleri çok fazla. ben o günlere bulanıklık demek istiyorum izninizle. tamam gülmeyin, okumadığınızı ben de gayet biliyorum. duvardaşlarım, içsel envanterimin sessiz dinlemeyicileri.

    bulanıklık günlerinde taşların arasından tüm çıplaklığıyla zarif bir ağaç yükseliyordu. beyaz körlüğü gibi saramago’nun, bu da beyaz bulanıklığımdı benim. karlar altında anımsanamayan geçmişe ne dersiniz? onu ilk hatırladığım gün bir kampüsün içindeki bir kafede çok da tanımadığım bir kıza sosyoloji ödevinde yardım ediyordum. neden mi belirttim sosyoloji olduğunu? oraya da geleceğim. biraz sabır lütfen, çok sürmeden giderim zaten. o gün de bulanıklığın diğer günlerinde olduğu gibi yine salyangoz yavaşlığında geçiyordu. oysa bulanıklığın günü çok yavaş geçmesine rağmen, günleri bir o kadar hızlı geçiyordu. bir arkadaşımın -ki çok fazlasına sahip değilimdir- metaforuyla ders çalıştığım kadına, “o da kitap okuyor değil mi?” diye sorduğumu hatırlıyorum. aynı zamanda bulanıklığımın da sebebi olan kitap okuduğunu öğrendiğimde gülümsemiştim. selamlaştık, aynı masada bir süre oturduk ve ben o sıralar çok kalabalık olan evime doğru yol aldım soğuğunda ankara’nın.

    gözlüğü, yüksek bel pantolonu ve enerjisiyle aklımda kalmıştı her nasılsa. sonra yanlış hatırlamıyorsam uzunca bir süre iletişime girmedik, iran büyükelçisi bilmemne’nin geldiği o gün hariç. küçücük elleri, küçücük kırmızı bilgisayarında çılgın atıyordu o konferansta. tam önüme oturmuştu ya da ben onun tam arkasına, dedim ya hatırlamıyorum. o salonda bana verdiği selam, unutmadığım nadir şeyler arasında. çok etkilenmiştim o’ndan. sıradan bir insan değildi, çok renkli ve yaratıcı bir hayalgücünden fırlayıp kendine bir kişilik şekillendirmişti adeta. o gün kampüsten kızılay’a geçip “kitap” metaforunun sahibi arkadaşımla çalıştığı yerde biraz sohbet etmiştim. o’ndan bahsetmedim belki ama bahsetmeyi istediğimi anımsıyorum. belki akşam don kişot’un balkonunda kitap okurken bahsetmişimdir, bulanık dinlemeyicilerim, bulanık...

    bulanıklık günlerinden söz etmek isterim biraz da size. hiçbir şey yaşamamaya yemin etmiş gibiydim. sabah kalkıp kitap okuyup okula gidiyordum, öğleden sonra eve gelip kitap okuyordum, akşam kızılay’a gidip kitap metaforunun sahibi arkadaşımla görüşüyordum, bazen onunla beraber eve dönüp kitap okuyor ve uyuyordum. kitap okurken sürekli hayaller kuruyordum. hayallerime öylesine kaptırmıştım ki kendimi yanımda olsaydınız gerçekten onları o an yaşıyor olduğumu düşünürdünüz. sizi bir anda rengarenk bir dünyaya alıp hemen saniyesinde griliklerin içine gömebilirdim. belki de bu yüzdendir bulanıklık. zaman zaman o günlerde, insanlığı bir disko topu altında birleştirme hayalimden dolayı evimizin çok kalabalık olduğu zamanlar olsa da ekeseriyetle sakin ve sessiz bir evdi. her nasılsa bu denli umursamaz bir yaşam tarzı içinde temiz ve düzenli kalmayı başarmıştık. yine de bazen bulaşıkların aşırı biriktiği zamanlar olmuyor değildi.

    hafif dünyam, ağırlıksızlaşmaya başlamıştı. bir kahve, bir şarap, bir kitap, sigara ve sigara... bundan ibaret hayatımı metronun bulanıklığı içinde döndürüyordum. kırmızı en sevdiğim renk, yeşil hayatımın merkezi olmuştu. dönüp duruyordum “gümüşi bir çemberin üstünde”. kapılar açılıyordu, kapılar çarpılıyordu ve yeniden gürültüler doluyordu. işte bu kadar. kulaklığımı takıp gözlerimi kapattığımda dünya bambaşka bir hale bürünüyordu. net olan hiçbir şey kalmamıştı. al sana “beyaz adamın yükü” dinleyemeyicilerim.

    bir gün o’na mesaj attım. namaste! dedim ona. bir zamanlar bir kitap sayfasının bana söylettiği gibi yok oluşlarımı müjdeleyen kulağıma gelenlerden olmuştu. kitaplardan bahsettik biraz. mersin’de, büyüdüğüm yerde çok ucuza kitap bulunabildiğinden bahsetmiştik. şirin sarı bulutlardan, nasıl şirin pembe bulut olamadıklarından konuştuğumuzu anımsıyorum. bir başkasıyla sanki o’nunla konuşurmuşçasına konuşmuştum saatlerce. bir başkası da iyi biriymiş, saatlerce konuşmuştu benimle. delirdiğimi düşünüyorduk arkadaşlarla ki dünyam karanlık bir gölgeye gömüldü. dedim ki vardır bir anlamı. varmış bir anlamı dinlemeyen dinleyicilerim, dinleyemeyecilerim, dinleyemeyesicelerim, dinleyemezolasıcalarım. giderek koyulaşan bu gölgeye o’nun adını verdim. çünkü her gölgenin kaynağı bir ışık, her bir koyu tonunun anlamı en nazikçe haliyle daha güçlü bir ışıktır. bunu herkes bilir.

    beni çizdi. gözlerim kitap, başım kitaplara dayalı. hiç bu kadar güzel görünmemiştim. bir ekstazinin bir zamanlar bana söylediği gibi, belki de beni sonsuz uykumdan uyandıracaktı.

    ben buraya devam edeceğim.
  4. her duyguyu ifade edemiyorum. zaten ifade edebilmem de beklenemezdi. bu ifade etmekten kaçınmamdan ileri gelmiyor, dil yetersiz kalıyor. duygularımı ifade etmekten kaçınmadım bugüne kadar. ne hissettiysem, oracıkta söylemeye çalıştım dil elverdiğince. yine bir his var. kavuruyor içimi. dizlerimi zayıflatıyor, saç diplerimi acıtıyor. bunları yazarken de açım ama iştahım yok. daha önceleri de birkaç kere hissettiğim bir duyguya yakınsıyorum. ama duygular çok incelikli şeylerdir, ufak tefek değişiklikler çok farklı duygulara yol açabilir. o yüzden o duygu değil işte.

    "olanlardan sorumlu değilim" duygusu bir nebze olsun içimi rahatlatıyor. bu sorumluluktan kaçma değil ama ben bir insanın hayatında bir kere olsun etrafında geçen olaylardan tamamen sorumluluk sahası dışında sayılamayacağına inanıyorum. bu yüzden bu duygu benim için ikiyüzlülük.

    kaybetme korkusu, çoğu zaman, yetersizlik şüphesiyle gelir. bir kez bu kurt düştü mü içinize hayatınızın altını oymaya başlarsınız. ta ki artık basacak zemininiz kalmayana kadar. oysa sağlıklı bilinç, böyle bir durumda, sakin kalıp ne konuda yetersiz olduğunu düşünmeye çabalar. dedim ya insan asla sorumluluk sahası dışında sayılamaz diye, kimseyi "elinizde olmayan sebeplerden" ötürü kaybetmezsiniz. buna neden olan nadiren yetersizlik, çokça yetersizlik şüphesidir. bu şüphe, bu kurt, içinizi öyle bir kemirir ki suçluluk duygusunun altında ezilmemek için karşı tarafı suçlamaya başlarsınız. yapma bunu zihnim, yapma.

    evet, hislerimi söylemekten kaçınmam ama ufak değişikliklerin bambaşka hislere yol açabileceğini düşündüğümden, en ufak semantik hatanın büsbütün yanlış anlaşılmalara sebep olacağını bilirim. bu yüzden bir şair gibi ince eler sık dokurum hislerimi anlatma yöntemimi. işte tüm bunları yazıyor olma sebebim tek bir hissi, dahası kısa süreli belki de anlık bir hissi ifade etmek istememden kaynaklanıyor.

    anlatmak, özellikle utanç duyduğunuz bir hissi anlatmak, sancılıdır hatta daha ileri gidiyorum; işkencedir! kimseye bu işkenceyi yapmak istemem kendimden başka. çünkü artık o his geçse de izi her zaman kalacaktır. emrah serbes'in kitabının ismi gibi "her temas iz bırakır". ve anlatmak o izi, yarayı sızlatır ve dâhi kanatır. şimdi bunları yazarken hissettiğim şey canımı yakıyor. ellerim terlemeye başladı yeniden. kafam istemsizce titriyor. kelimelere rağmen bu öyle aristokrat bir his değil. bilâkis, son derece varoş bir his. varoş kötü bir şey değildir. varoş his, burada, rasyonel bir karşılığı olmayan hissi tanımlamak için kullanılmıştır. gel gelelim ben her zaman varoş hislerin tutkusunu, aristokrat hislerin soğuk rasyonalitesine tercih etmiş; bu varoş hisleri aristokrat cümlelerle anlatmayı tercih etmişimdir. bu da tutkunun ateşinin yaktığı zihnimi, rasyonalitenin soğuk bıçağının kesmesiyle acımı hep katlamıştır.

    bu his kaybetme korkusu yahut kıskanma hissi değil. biliyorum çünkü bunları daha önce deneyimledim. bu da yetersizlik şüphesinin bir çocuğu ama şimdiye kadar tanışmadığım bir çocuğu. diğer ikisiyle birkaç kez tanışmışlığım vardır. ne olduğunu bilmiyorum ama adlandırmam gerekiyorsa literatüre geçmesi için, "yakıcı bilinmezlik" derdim. çünkü genzimi, ellerimi, ayak tabanlarımı, saç diplerimi, midemi ve göğsümü yakıyor bu bilinmezlik. tuhaf, oysa her şey ortada. beni seven kadın, benim sevdiğim kadın aynı kişiler ve ona duyduğum güven kendime duyduğum güvenden daha fazla. belki de kendime duyduğum güven azalmıştır, kendime inancım azalmıştır.

    belli bir süre uzak kalmak ve "ilkel tehdit" sayısının artmış olması -bu durumda buraya bir parantez açmam gerekiyor. şu anki durumda "ilkel tehdit" olarak adlandırdığım bu olay artmış durumda ama olayı açıklamakla uğraşmak istemiyorum- bu "yakıcı bilinmezlik" duygusunu ortaya çıkarıyor sanırım. tuhaf, yapış yapış ve kirli bir his. insanın kendi altını oyması durumundan başka bir şey değil.

    özür dilerim, seni seviyorum.