1. özetle 'düşünüyorum o halde varım' değil, "varım o halde düşünüyorum". ya da 'ben böyle değildim yaşarken oldum'

    insan kendisine çok önem verir. bütün evrenin bile kendisinin test edilmesi için yaratıldığını düşünür. yok olup gitmekten müthiş bir korku duyar. diğer varlıklar gibi yok olup gidecek olmayı kabullenemez. kendisinin kusursuz olduğu inancıyla ters düşen durumlarda hemen yan çizer, sorumluluk kabul etmemek için yaptığı hataların sorumluluğunu 'bir üst varlığın' üstüne yıkar. böylece acı çektiği bir dünyanın kendi tercihlerinin eseri olmadığı fikriyle rahatlar. varoluşçuluk insanın tüm bu ahlaki tutarsızlığına bir itirazdır.

    dünyadaki bütün varlıkların özü bellidir. örneğin kalemin özü yazı yazmaktır. önce bu öz var olur sonra da bu öze bağlı olarak nesne var olur. doğadaki tüm varlıklar için işleyiş bu yöndedir. bir tek varlık hariç: insan.

    insan var olmadan önce bir hiçtir. insan önce var olur sonra kendi özgür seçimleriyle kendini var eder, bu dünyaya atılmış, yollanmıştır. buraya gelmek, burada bulunmak kendi tercihimiz değildir. yani ayağımızı bastığımız bir zemin yok, zemin de biziz, zeminde duran da. kendi özgür kararlarımızla kendimizi yaparız, gerçekleştiririz. özgürlükten kaçış yok, özgürlüğe mahkumuz. kendimizi asla değişik güçlerin kurbanı olarak görmemeliyiz. hele de günahlarımızın, kötülüklerimizin suçunu bir üst varlığa asla atmamalıyız. kendinden kaçış yok. insan ne ise o değildir, insan ne olmuşsa odur.

    insan özünü oluştururken başkalarını etkileyecek, başkalarından etkilenecektir. çoğunlukla da başkalarından dolayı seçimini kendinden yana değil, toplumdan yana kullanır, bu yüzden de başkaları cehennemdir.

    bu özgürlük beraberinde sorumluluğu da getirir. aslında yaptığımız her tercih ahlaken başkasına yaptığımız bir tavsiyedir de. örneğin eşinizi aldatıyor ya da sınavda kopya çekiyorsanız bu tamamen özgür kararınızın bir sonucudur. bu yüzden kimseyi suçlamaya kalkmayın, isteseydiniz yapmayabilirdiniz. en büyük günah pişmanlıktır. ama bu davranışlarınızdan siz sorumlusunuz. çünkü siz her terciihinizde bütün dünyaya 'siz de yapın, bu iyidir' demektesiniz.

    insan korku sayesinde evrendeki sonlu yerini görür, yani korunmazlığının ve bu dünyaya atılmışlığının farkına varır. baştan itibaren elinden kurtulamayacağı 'ölüm' tarafından belirlenen varlığını yaşar.

    insanın özgürlüğü kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir. söylediklerimizle değil, söylemediklerimizle insanlaşırız.
  2. onlardan biri gibi hissettiğim için umuyorum ki net bir şekilde açıklayabileceğim ve fazla uzun tutmamaya çalışacağım. öncelikle varoluşçuluk akımının alakasız örneklerle açıklanmaması taraftarıyım ki birçok yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermektedir (örneğin descartes gibi bir filozofun sözünün çeşitlemeleriyle açıklanması yanlıştır çünkü descartes epistemoloji alanı üzerine odaklanmıştır ve varoluşçuluk varlıkla ilgili bir tanımlama/açıklamadır).
    3 ana parça üzerinden açıklamaya çalışacağım: varoluş/öz, anksiyete ve özgürlük.
    varoluşçuluk konusunda bilinmesi gereken en temel söz, ki fazlasıyla bilinen bir sözdür, şudur: "varoluş özden önce gelir." bu sözün anlatmak istediği şu örnekle açıklanabilir: örneğin bir defter yapılacaktır. defterin yapımına başlanmadan önce onun özünü ve gerektirdiklerini bilirsiniz (yaprak, kap, ip, vs.). özüne göre defteri var edersiniz ve bu durumda öz varoluştan önce gelir. insan mevzu olduğunda tam tersi olmaktadır. insan birdenbire var olur, var oluşa bir fırlatılmışlık vardır ve insan var olmayı seçmez. insan var olduktan sonra kendi özünü oluşturmaya çalışır ve kararlarıyla ve bu kararları veriyor olmanın sorumluluğuyla özünü oluşturmaya başlar. şimdi özgürlük ve anksiyete bu konunun neresinde kalıyor ona geçelim. varoluşçuluk akımın en temel noktalarından biri insanın özgür olduğunu vurgulamaktadır. örneğin bir hayvanın (insanın da bir hayvan olduğu açıktır lakin konu varoluşçuluk ise biyolojiden bahsedilmiyor, sosyal açıdan inceleniyordur.) seçme hakkı yoktur. bunun için en basit örnek kuşun uçmamayı seçememesidir. lakin insanda bu durum böyle değildir. varoluşçuluğun birçok tartışmaya yol açan argümanlarından birine burada gelmekteyiz: etrafta bilinmeyen duvarlar, baskılar yoktur. hayatınızın her anında radikal bir seçim yapabilirsiniz ki bu hakikaten de böyledir. burada anksiyete devreye girmektedir. kierkegaard'ın deyimiyle: "anksiyete özgürlük kaynaklı bir baş dönmesi, bir sersemleme halidir." ve bu anksiyete tam olarak sorumluluktan kaynaklanmaktır. yaptığın her şey sen de bir ankiyete, kaygı uyandırır çünkü bundan sorumlusundur. sartre'ın deyimiyle: "insan özgür olmaya mahkumdur. çünkü dünyaya bir kere fırlatıldıktan sonra yaptığın her şeyden sorumlusundur." ve bu sorumluluk anksiyeteye sebebiyet verir. kesinlikle detaylı olmayan, temel taşlarını görebileceğimiz bir açıklamadır bu varoluşçuluk için. sevdiğim iki sözle son vermek istiyorum.
    "özgürlük bize sahiptir." martin heidegger
    "insanın karar vermesi gereken tek şey ya da cevaplaması gereken tek soru: 'kendi mi öldüreyim mi, öldürmeyeyim mi?' sorusudur." bu söz yanlış değilsem albert camus'ya aittir lakin emin olmadığım için direkt ismini yazmıyorum.
  3. en çok jean paul sartre ve albert camus'la anılıyor olsa da, kökleri 19. yüzyıldan daha eskilere dayanan felsefi akım.

    varoluşçuluğun iki kanadı vardır; hristiyan kanadını karl jaspers ve gabriel marcel, tanrıtanımaz kanadını ise hepimizin bildiği sartre, camus, martin heidegger oluşturur. iki kanat da ortak noktada birleşir; "varoluş özden önce gelir."

    hiçbirinin yarattığı ortak ilkeleri, genelgeçer bir tanımı olmamakla beraber, soren kierkegaard ile başladığı kabul edilir. daha çok kişinin varolmakla mücadelesi tartışılır. bu noktada heidegger insanları ikiye ayırır:
    -varolduğunu düşünenler
    -varolduğunu unutanlar

    yıllar içinde tanrıtanımaz yazarların benimsemesiyle, kendinin farkında olan birey temasına evrilmiştir. sadece felsefede değil, psikolojide de kullanılmış, "varoluşçu psikoterapi" ismiyle yepyeni bir psikanaliz alanı oluşturularak modern insanın hiçlikle ve yoklukla mücadelesi çözüme ulaştırılmaya çalışılmıştır. varoluşçu psikoterapi dünyada irvin yalom ismiyle, türkiye'de ise engin geçtan'la anılır.
  4. yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru fransa’da ortaya çıktı. öncelikle bir felsefi akımdır. en önemli temsilcileri martin heidegger, karl jaspers, jean-paul sartre, gabriel marcel ve maurice merleau-pontyolmuştur. felsefi bakımdan temelleri ise bunlardan önce nietzsche, kierkegaard ve husserl gibi düşünürler tarafından atılmıştır. varoluşçuluk 4 temel fikri savunur:

    1. varoluş her zaman tek ve bireyseldir. bu görüş bilinç, tin, us ve düşünceye öncelik veren idealizm biçimlerinin karşıtıdır.

    2. varoluş, öncelikle varoluş sorununu içinde taşır ve dolayısıyla varlık'ın anlamının araştırılmasını da içerir.

    3. varoluş insanın içinden bir tanesini seçebileceği bir olanaklar bütünüdür. bu görüş her türlü gerekirciliğin karşıtıdır.

    4. insanın önündeki olanaklar bütünü öteki insanlarla ve nesnelerle ilişkilerinden oluştuğundan varoluş her zaman bir "dünyada var olma"dır. bir başka deyişle insan her zaman seçimini sınırlayan ve koşullandıran somut tarihsel bir durum içindedir.

    varoluşçuluğun etkileri çağdaş kültürün çeşitli alanlarında görüldü. kierkegaard’ı izleyen franz kafka, das scholss, şato, der prozess, dava adlı eserlerinde insanın varoluşunu bir türlü ulaşamadığı istikrarlı, güvenli ve parlak bir gerçeklik arayışı olarak betimledi. çağdaş varoluşçuluğun özgün temaları, sartre’ın oyunları ve romanlarında, simone de beauvoir’in yapıtlarında, albert camus’nün roman ve oyunlarında, özellikle de l’homme revolte (başkaldıran insan) adlı denemesinde işlendi.
  5. merkezine anlamı konumlandıran modern çağ düşünce akımı. her ne kadar epistemolojik olarak bir nesnel veriyi kabul etmese de asgari düzeyde ve hiç olmazsa tamamen subjektif bir bilinç ürünü olan bu anlam, insana özgü ve yapay bir oluştur. bu yüzden, insan dışındaki diğer şeyler için öz'leri varoluşlarından önce gelir. şeylerin kendileri için verili bir anlam'ı bulunmaması, ki bilince yani insana dair bir anlamlarının olması onları bağlamaz, onların öncül durumdaki özlerine tekabül eder. genelleme yapılırsa, bilinç; öz ve varoluş arasındaki ezeli köprüyü insan için tepetaklak etmiş ve bunu anlam adlı yapay bir tutkalla tekrardan inşa etmiştir. bütün bunlar bir tespit olup felsefe'nin ilk ayağını oluşturmaktadır, modern insanın derdine deva falan değildir. sartre bulantı'sında sadece bulanmıştır.

    daha önce de bahsedildiği gibi kısa soluklu olan bu felsefe'nin kısa soluklu olma sebebi basittir ve varoluşçuluğun önerme kısmını oluşturur, insanın kısa soluklu olması. deva olarak bu doğal anlamsızlığa, yine yapay ve sadece daha tatminkar ve eni sonu yine yapay anlamlar önermiştir. insan hayatı göreceli olarak çok kısadır ve bu beyhude canlılığa doğallığı ya da yapaylığı insanca, önemsiz anlamlılıklar doldurulmalıdır. camus, tersi ve yüzünde önce bunalmış, sonra da umutsuzluğundan bir yaşama aşkı, bir anlamlılıklar silsilesi peydah etmiştir.

    velhasıl, önünde sonunda insan yine de ölecektir. ölüm, bilincin dağılması/yokoluşuna sebeptir ve insanın yapaylığını -yani anlamlılıklarını- ve böylece tepetaklaklığını sona erdirir.
  6. kısa ve öz; varlık özden önce gelir olarak tanımlanabilir.

    nesnelerin ve öznelerin varlıkları olmadan özelliklerinden bahsedemeyiz.
    kendinizi ele aldığınızda ben bir "insan" dediğimde aklımıza hemen insanın özellikleri gelir.
    eğer ben belirli bir insandan mesela ayşe'den bahsedersem ayşe'nin aklımıza gelen bütün özellikleri bir anda beyninizde oluşur.
    ayşe'nin özelliklerini ondan alırsam geriye tekrar bir "insan" kalır. işte bu bizim varlığımızdır.
    her varlığın özü varlığına göre şekillenir buna tabi ki bilincimiz de dahildir. camus ile sartre arasındaki düşünce ayrılığı ( siyasi olarak gözüken düşünce ayrılığı ) insanın özüne dair olan düşünceleri yüzünden olduğunu düşünmekteyim.
    insan bir varlık olarak hayat bulduğunda özü ne olmalıdır ve ne yapmalıdır ? sorusuna cevap arıyorsanız iyi bir araştırma alanıdır.
  7. sartre "varoluş özden önce gelir" diyerek bir şekilde varoluşçuluğun genel kabul edilen ilkelerinden birini söyledi. bu sözden, insanın önce var olduğunu, daha sonra özünü oluşturduğu sonucunu çıkarıyoruz. peki bu ne demek oluyor? kişi özbenliğini kendisi oluşturacağından olduğu her kişiden ve yaptığı her hareketten sadece kendisi sorumludur demek. bir diğer deyişle kısaca, kişi kendisini yaratır.

    biraz da mikromoleküler boyutta inceleyelim insanoğlunu, hücrelerine mikroskop tutalım. yakın zamana kadar kabul edilen görüş hücrenin bilgisinin çekirdeğinde olduğunu, yaşamda rolünü ve kaderini bu çekirdekteki anne-babadan gelen dna'ların birleşiminin belirlediği üzerineydi. ancak yakın zamanda yapılan araştırmalar gösterdi ki ekstraselüler matrix yani hücre dışı ortam -hücrenin sistem içinde bulunduğu ortam-, hücre çekirdeğini kontrol ediyor. yani dışarda oluşan gelişmeler çeşitli sinyaller yoluyla hücre çekirdeğine aktarılıp hücrenin kalıtımını değiştirebiliyor. bu aslında çok ilginç, çünkü teorik olarak bu demek oluyor ki sizin belirli bir dönemde depresyona girmeniz, sizin doğacak çocuğunuzu bir şekilde etkileyebiliyor.

    psikiyatri ise mizaç ile karakteri farklı tanımlar. mizaç doğuştan gelen davranış özelliklerimiz, karakter ise zaman içinde olaylara karşı tutumlarımızı gösteren kümülatif bir kavramdır der.

    hepsini toplayalım, hücrelerimizin varolduklarında özlerini içinde barındırıyorlar, kişi doğduğunda öz diye tabir edebileceğimiz bir takım özelliklerle doğuyor, ve bunlar bizim seçtiğimiz ya da elimizde olan şeyler değil. gel gelelim hücreler dış ortama göre özlerini değiştirebiliyorlar, insan da karakterini oluşturuyor.

    ben bu bilgileri düşündüğümde insanın bir özle doğduğunu kabul ediyorum. ama emin olmadığım şey ise, varoluşçu psikoterapinin öne sürdüğü gibi, bu özü tamamen değiştirebilir miyiz, kendimizi yaratan sadece biz olabilir miyiz ?
  8. var olmanın sebeb sonuç ilişkilerini, diyalektik yöntemle ortaya koymaya çalışan bir düşünce akımıdır.

    bu akım türkiye’de, amatör düzeyde, 'var olmaktan sıkılan kısa çöpü çekenler klübü' işlevi görür. avam nezdindeki tezahüründen bahsediyorum. sanat seviyesindeki profesyonel yaklaşımların estetize ettiği varlık meselesi değil kast ettiğim. o cenahta felsefenin ruhuna uygun şahane örnekleri de var mesela ülkemizde. örneğin, şahsen aylak adam ı on tane stranger e değişmem, azizim.

    bu arada, var olmayı sıkıcı bulanları da anlamakta güçlük çekiyorum. yaratıcıyı eğlendirip, onun mutlu olmasına vesile olmak neden sıkıcı olsun ki. bunu aşkla yapan tasavvuf erbabını, sufi canları düşünün. sadece yaradanı değil yaradılanı da... aynı ortak varoluşu paylaşmanın eğlendirici yönünü ve mutluluk verici bir haz olduğunu düşünelim, bir an… aynı ‘var olmayı ‘paylaşıyoruz çünkü. dışımızdakileri eğlendirebiliyor olmanın bize verdiği mutluluğun her türlü sıkıcı akışa merhem olabileceği ihtimali üzerinde duralım lütfen, biraz da …

    bir de bu varlıkların, kasvetli bir şekilde hayatın manasızlığı üzerine kafa yoran bedbaht ve bezgin türleri var. bu arkadaşların varoluşçuluğu yanlış okuyup kavradıklarını sanıyorum; mirim, hayatta anlam aramak rövanşist bir yaklaşımdır. hayata rest çekemezsin, posta koyamazsın. kimden intikam almaya çalışıyorsun ki…

    kaldı ki, tanrı'ya inanmıyorsan hayatın anlamını sorgulama kardeşim. tanrı varsa hayatın anlamı vardır. yoksa yoktur. o zaman, yardır gitsin!
  9. 'logical fallacy'dir.safsatadır.uzak durulması gerekılır.

    varolusculuk;ozumsedigi 'bireysel kurtulus' 'hayatin anlamsizligi' 'dogru bilginin imkansizligi' 'sacma ve intihar' fikirleri ile toplumculuga ve humanizme dolayisiyla bilimsel ve rasyonel dusunceye buyuk darbe vurmus,'bireycilik' goruslerini gelistirmis ve esin kaynagi olmustur.bundandir ki zaten bencil olan insanlar bencil davranislarina kilif bulmuslar,ahlak kurallarini reddedislerini hakli cikartmaya calismislardir.

    hayatin dolayisiyla eylemlerimizin anlami olmadigini savunan bu akim savaslardan ve hastaliklardan yilgin insanlari tamamiyle umutsuzluga surmus,bilimsel dusunceden alikoymustur.birkac sebeple birlikte bilimsel dusuncenin sekteye ugramasi ile bilim de 20.yuzyilda duraksamis ve neredeyse bitme noktasina gelmistir.bunun en buyuk sebebi diyalektik acisindan ele alirsak,muzik devrimi ile akim kendini tam zitti olanla sentezlemis,muzik devrimi+nihilizm+varolusculuk sentezi sonucunda hippi hareketine zemin hazirlanmis,cicek cocuklar diye karisik ve uyusmus beyinli bir nesil yaratilmis,gencler universiteleri bilim yuvasi olarak degil seks ve uyusturucu partilerinin yapildigi tanisma yerleri olarak gormustur.

    sigmund freud'a gore hippi hareketi tarihin en hakli hareketidir.ama burada sorun haklilik degildir.komunizm gorunurde vicdan,esitlik,adalet duygulari ile son derece haklidir.fakat dunyaya uygulanisinin bilancosu on milyonlarca insanin olumune malolmus,kitliklari ve savaslari beraberinde getirmis ve husranla sonuclanmistir.haklilik insanligin faydasi bakimindan oncelik olamaz.

    eger ki gelecek kusaklari dusunuyorsak voltaire'nin "tanri yoksa bile var gibi davranmali" sozunu farkli acilara uydurarak uygulamaliyiz.yasamin anlami yoksa bile var gibi yapmaliyiz.ahlak yoksa bile var gibi yapmaliyiz.yoksa toplum bunalimlari devam edecekve refaha ulasilamayacaktir.

    bugun varoluscu psikoterapi,varoluscu psikoloji uzerine calisan 10 kisiden 6'si psikolojik sorunlarla cebellesmektedir.daha da vahim olan yeni yetme genclere manik depresiflik,obsesif kompulsif bozukluk,borderline personality dissorder gibi psikolojik sorunlari allayip pullayip,ozendirerek onlerine sunmalaridir.son tahlilde gorulmektedir ki,bireysel kurtulus pratikte bireysel cokuntuye yol acmis,bozuk nesillere umutsuzluk,miskinlik,cinsellik,alkolizm empoze edilmistir.

    dolayli olarak ama apacik anlasilacagi uzere,19.yy'da kendini gostermeye baslayan bu felsefi akimin urettigi her kitap,yayimladigi dergiler ve dergi yazilari bile basta bilime,sonra tum gelecek kusaklara zarar vermis,insan ve insanlik gelisimlerine engel olmustur.