1. -alabildiğine yanlışlık-

    kendime tattırdığım bu acı.. istemiyorken dahi olmuş olan.. kendi kontrolümde sanıyordum oysa.. kendimi. bir beyaz önlüklü konuşuyor.. 30’larının ortasında, hafif kır saçlı..

    -evet, evet anladım, alzheimer semptomları gösteriyorum..

    bir hastalığımın olduğunu söylüyor.. ‘şu şu şu ilaçları alman gerekiyor’ ‘ x tarihinde kontrole gel’. hastane koridorları uzuyor da uzuyor.. ölsem herhalde, daha iyiydi diyorum.. delirmek, en kötüsü olsa gerek. delirmek, çığlık çığlığa.. kendimi dışarı atıyorum ve hıçkırıklar içinde yürüyorum.. günden güne yiteceğimi düşünüyorum.. ailemi, anılarımı ve arkadaşlarımı.. unutacağım. istemesem de, unutacağım.. bunu kimseye söylememeliyim. hayır, bilmemeliler.. en iyisi hiçbir şey yokmuş gibi davranmak.. beni böyle hatırlamaları en kötüsü.. hayır, söylememeliyim..

    varlığımın amacını sorgulamaya başlayalı yıllar oldu.. bir sonuca varamamakla beraber, daha fazla soru getirdim haneme.. yanı başımda biriktiler hepsi. tek tek hepsini büyüttüm ve hatta besledim.. insan, ne için yaşar? insan temelli bütün sorular zordur hep.. öğrenmek bile istemeyiz bazılarını.. sahi, neden bu kadar zordur?. kapılardan içeri giren şen şakrak kızların sesleri kulaklarımın pasını siler.. gözyaşlarım yanaklarımı okşayıp yere düşerken gizlice silerim kendimi. içimde yaşatırım bir çok soruyu, çoğu cevapsız, çoğu tehlikeli..

    şimdi olmaz, hayır.. alabildiğine çaresizlik, içimdeki.. bu dipsiz kuyuların da bir dibi olmalı diyorum kendi kendime.. çok konuşuyorum, kendi kendime.. yine gözlerim doluyor. yapamıyorum.. henüz, çok gencim.. bu tükenmişlik kuşatıyor benliğimi.. kurtarmaya gücüm yetmiyor kendimi karanlığın kızgın pençelerinden.. yardım gerekiyor.. yine bir an, çocukluğumu anımsıyorum.. bıçak yarası gibi gülümsüyorum artık. sözleri unutmaya başlıyorum. isimleri.. bir rüyada olsam, uyansam.. hepsi geçmiş olsa. gözlerimi kapatıyorum denemek için ve tekrar açıyorum.. salt gerçekliğin soğuk nefesi yüzüme tokat gibi iniyor.. kendime geliyorken, kendimden veriyorum.. uzaklaşıyorum bütün gerçekliğimden, belki hiç benim olmamış..

    iğrenç, aşağılık bir istek doluyor içime.. ‘’intihar’’ yedi harfli bu kelime kağıtta yazılı olduğu gibi durmuyor.. kabına da sığmıyor.. bütün iğrençliği ve çekiciliğiyle işte! karşımda duruyor ve beni çağırırmış gibi bir havası var.. tükettiğim zamanımı hatırlatıyor bana. ve zaten artık, olmayacak.. zamanım.. hiç olmamış gibi, her şey birer birer silenecek hayat perdemden.. görüyorum.. görüyor ve duyumsuyorum bu biçare, bu yitik benliğimin nasıl son bulacağını..

    bir intihar tasarlıyorum zihnimin en diplerinde.. kimsenin duymaması için üstümü örtüyorum, sıcak yatağımın içinde üşüme alıyor beni ve düşüncelere atıyorum kendimi.. alabildiğine fikir, alabildiğine soğuk..

    ‘’neler düşünüyorum böyle?’’

    ‘’saçmalama’’

    düşünmeden edemiyorum.. tanrı beni özlemiştir bakarsın.. belki, budur ahvalimin açıklaması.. yok mudur bu halin bir açıklayıcısı? belki, tanrı özlemiştir bakarsın.. budur açıklaması..

    ve budur kendime getirdiğim açıklama.. bütün çaresizliğimle gelen budur, elimden.. olmuyor işte, yaşamayı da ölmeyi de beceremiyorum.. ya denklemin bir yerinde yanlışlıklar var, ya da stratejimde bir sorun var.. ikisi de yanlışsa?

    alabildiğine yanlışlık, alabildiğine yalnızlık.. işte, budur varlığımın tanımı.. yok oluşumun fitili..
  2. -zamanın kanattığı yaralar-

    ne çok acı var, garip ve çaresiz insanın omuzlarında.. bir çok hikaye, bir çok yarım kalmışlık.. hayat da budur zaten.. yarım kalmışlıkların, pişmanlıkların ve hataların toplamı.. zamanın getirdikleriyle götürdükleri arasında pek fark da yoktur.. ne getirdikleri gelmek istemiştir, ne aldıkları.. gitmek

    orada bir yerde pislik ve leş kokan bir apartman dairesindeki adamın çığlıklarında delirmeden önceki son anlarında yanı başında durur zaman.. sessizce izler, eserini.. kırıntılar bırakmıştır artık.. düşündüm de şimdi.. nasıl da zalimdir zaman?.. acımasız bir komutanın dilinden dökülen kan gölleridir.. afrika’da bir çocuğun daha açlıktan ölmesidir bir köşe başında.. çok, çok zalimdir.. öyle zalimdir ki bir mahkumun dilindeki beraat gününe kalan sayı kadar zalimdir.. öyle zalimdir ki, başkasının günahı yüzünden hayatından vazgeçen bir kızın hüznü kadar zalimdir..

    silik silik anılar bırakmıştır, ay’ın zeminindeki uçsuz bucaksız büyüklükteki çukurlar kadar geniş acılar.. acılar ve anılar.. benliğimizden gitmeyen, kazınan zihinlerimizin en derin bölgelerine.. hiç gitmeyecekmiş gibi oturan ve hiç gitmeyecek olan.. bir şeyler dolup dolup boşalıyor içimden.. her şeyde bir tatsızlık hakim. ne insanlar o eski insanlar, ne ben o eski ben.. sahi, onlar ve ben kim ki? kimdik ki.. yüklediğimin anlamların yükünü taşıyorum şimdi.. beklentilerimin karşılık görmemesi değildi beni yıpratan, beklenti beslemiş olmamdı hüznümün tüm acısı..

    zaman en lezzetli zehirlerle geldi kapıma, önce zile bastı. sonra soframa oturdu.. karşımda bütün ihtişamıyla dururken beni izledi üstten bakan gözlerle.. ona üstün gelemezdim ve böyle isteğim de vardı açıkcası.. onun beni seyredişini tamamlamasını beklerken iğrenç bir duygu kapladı içimi.. bu his bir ağız dolusu küfürle çıktı dudaklarımdan.. zamanın yaptıklarıma ve yap(a)madıklarıma binaen benden aldığı bu intikam oysa ne kadar haklı ve tatlıydı..

    öyle tatlı idi ki, karşı koymak bile istemedim ona.. kendi ölüm fermanımı verirken ne de gülümsemiştim.. zevklerimin temelinde oturan saçmalıklarım. ben, buyum galiba.. varlık sorunuma binaen getirdiğim açıklama bu işte.. çelişkinin dayanılmaz çekimi.. ben, buyum galiba.. zamanın tekrar tekrar sildiği ve yazdığı birkaç kelime, ismim.. karalanıp karalanıp yırtılan bir kağıt parçasındaki..

    zamana karşı durmak zor.. ve hatta imkansıza teşne.. zamandan kaçamayız, saklanamayız, savaşamayız onunla..ona karşı yapılabilecek en mantıklı hamle onu kabullenmek. sinsi planlarla gidemeyiz ona, fark eder çünkü. fark eder ve intikamını en ince yöntemlerle alır.. biz gibi gördükleri çoktur..

    zamanın kanattığı yaralar kolay kolay da geçmez.. taş kesilir yüreğinde insanın. yakıcı bir soğuk yerleşir yüreğinin tam ortasına.. zamanla silinir gibi olsa da varlığı kesinleşir.. ön sıralardan bir yere oturur o yaralar..

    birinci kalite yaralaramızın müsebbibi olan zaman, şimdi bizi seyretmekte.. eylemlerimizi tartmakta, değerlendirmekte .. umursamadan kanattığı yaralarımızı, yenilerini açmak için fırsat kolluyor. ve biz, bunun farkına varmadan o, yeni yaralar açmaya teşne bir şekilde çalacak kapımızı..

    biz farkına varmadan..
  3. -soğuk anılar-

    hayatım boyunca üşüdüğümü anımsıyorum.. sıcak yaz günlerinde bile bazen, içime bir ürperti otururdu.. uzun cümleler kuran herkes, üşür müydü yoksa?.. bana özgü olması bir çeşit lanet olurdu yoksa.. varlığımı anlamlandırırken başvurduğum bu yollar aslında benim için bir çeşit tehlike arz ediyor.

    doğduğum topraklar doğunun en soğuk, zifiri yerlerinden ve ben.. bir yaz günü doğmuşum.. bir yaz günü sabaha karşı gelmiş varlığımın habercisi.. ‘yok’ olarak doğmuşum belki. zamanla ‘var’ olmuşum.. yine de, üşümek kadar hatırımda olan bir şey yoktur.. yaşıtlarım gibi kızgın kumlar, serin sular değildi anımsadığım.. alabildiğine üşümek, alabildiğine soğuk.. içimin derinliklerine üflenen bu soğukluk, karakterimi de şekillendirdi zamanla.. bir ‘ben’ doğdu ‘soğuktan’..

    en hüzünlü mısraların ortasında üşüdüm, en güzel anlarda.. bir kız ile yaşanan güzel bir anın tam ortasında.. ürperdim birden.. bir zaman bunun benim bir lanetim olduğunu düşünerek yaşadım… ciddi ciddi üşüyordum. evet, bunun için doktora gittim. ‘doktor beyler’ bana kansızlıktan bahsetti.

    bir çeşit hastalığım daha olmuştu.. haneye hoş geldin dedikten sonra, ona da alışmaya çalıştım.. ne çok hastalık sahibi bir insandım.. hastalık hastası değildim oysa. sadece şanssızdım galiba.. baştan sona şanssız bir münzevi. baştan sona soğuk ve salt yalnızlığımla bir münzevi..

    sakallarımın donduğu, ayak parmaklarımın hareket edemediği diyarlarda olduğum zamanları anımsıyorum.. yakan soğuk içime işledi.. amansız hastalıklarımın fitili oldu soğuk.. kar bile sıcaktı.. oysa soğuk, çok başkaydı.. beni tüketen bir kavramdı..

    nereye gidersem gideyim peşimden gelecek olan bu lanet, tüm benliğimin artık tamamiyle kabullendiği bir realite.. ne kadar kabul etsem de, bunu yaşaması güç.. fiziksel olduğu kadar ruhsal bakımdan da hissettirdikleri belki, bir yarar çerçevesindedir diye düşündüm bunu bir zaman.. ‘o kadar da’ kötü olmadığını fark etmemle birlikte bundan beslendim.. evet, hatta bundan zevk bile aldığım oldu bazen.. beni ben yapan bir şey haline dönüştü ‘soğuk’

    hayatım boyunca üşüdüğümü anımsıyorum.. sıcak yaz günlerinde bile bazen içimin bir anda soğukla kaplandığını sıcak bir içecek aradığım anları unutamıyorum.. üst üste dört beş tane çorap giyindiğimi.. yorganlara sarılıp, yorganın içinde kahve içtiğim anlar.. gülümseyerek anımsıyorum onları.. ‘’fazlasıyla soğuk anıları’’
  4. -kitaplarım-

    bir çok zaman düşündürüyor beni, bu kadar çok kitabı ne yapacağım konusu.. elbette okuyacağım tabi.. ancak kitaplarımda bir şey var, onları sahiplenmemde.. psikolojik gerekçeleri ve sebepleri mutlaka vardır.. ancak bilişsel temelde onlarda huzur bulmam, çok garibime kaçıyor hep.. bir gün öleceksem eğer, bir kütüphanede ölmeyi yeğlerdim.. her zaman kitaplar bana yardım etmiştir.. en büyük dosttan daha dost olmuşlardır.. gözlerimi açmışlar, gözlerimi kapattırmışlardır.. kitaplarım..

    kazık attıklarını da görmedim hem. insanlardan öğrendiklerimin hemen aynısını kitaplardan öğrendim.. varlığımı anlamlı kılacak bilgiler bütününe sahip olan o varlıklar, varlığıma varlık katmışlardır..

    bir çok zaman okurken uyurum.. gözlerim yorgun düşer ve bırakırım kendimi derin ve naif uykunun kucağına.. öylece uyurken kitabımın kokusu da burnuma gelir.. korkutur bazen bir kitabın orada bir yerde varlığı.. bazen birikir de birikir okuyacaklarım.. altını çizeceklerim, not alacaklarım.. anlatacaklarım ve dinleyeceklerim.. sudanlı bir çocuğun sesini duyarım bazen bir kitapta, bazen bir generalin girdiği zafer sarhoşluğunun fısıltıları gelir kulağıma..

    bir kitaptır beni anlamlı kılan ve bir kitaptır, tüm kitapları okutan.. başlatan, bitiren.. kitapları ölürcesine sevdiğim doğrudur.. ben, gözlerim benden vazgeçinceye kadar okuyacağım kitaplarla birlikteyimdir.. diğerleri, kaçamak.. diğerleri hep ‘diğerleri’ olarak kalacaktır.. bunu ben istemedim, onlar da istemedi. işin garibi kitaplar hiç istemedi.. sadece böyle işte.. baştan sona kitaplar..

    kafe masalarında cümleleri cımbızlayıp alıntı yapmak için okumaksa bir kitabı! okunmamalıdır böyle bir gaye için kitaplar.. kitaplar, okunmak için okunmamalıdır.. yaşamak için onları, özümsemek, hissetmek ve realiteye dökmek.. işte kitapların varlığı bundan ileri gelir.. benim kitaplarımsa, onları çok severim. aynı kitabı defalarca okuduğum da doğrudur.. bir kitap, sönmez öyle, yüzlerce yıl var olur.. kefenin cebi yoktur ama bir kitap alacak kadar yer vardır herhalde bir mezarda.. kitaplarımla gömsünler beni..

    bir giz gibi yaşadım, yıllarca kitaplarla.. kitaplar ve sigaralar.. bu da bir kitaptı galiba.. kitaplar.. bir çok zaman düşündürüyor beni, daha ne kadar okuyacağım düşüncesi.. nereye kadar? sanıyorum baylar, gittiği yere kadar.. gitmediği yerde de bir dostoyevski neşriyatı yardımcı olur bana, yazamadığım ne varsa, yazmadığım, cehaletimdendir, aptallığımdandır.. kitaplarım benim, onlar beni ben yapanlardır..

    beni, kitaplarımla gömsünler..
  5. -cımbızlanmış bir fikir-

    yine zihnimin derinliklerini kurcalarken buluyorum kendimi.. kullanmayı sevdiğim kelimeler beliriveriyor önümde. anlamıyorum, neden böyle bir sanrı içerisinde olduğumu.. bir türlü anlayamıyorum.. anlamlandıramadığım gibi, adlandıramıyorum da.. doktorum da çileden çıkmak üzere.. teşhis koymak için geç kalınmış bir vakaymış gibi bakıyor bana.. görebiliyorum, acıyor bana.. kim bilir, belki bu da bir yanılgıdır. diğer şeyler gibi.. doktora görünmeme filan gerek yok aslında, bariz delirdim işte. 20’lerinin ortasında, ‘’hayatımın baharında’’ bir kış.. insanlara gerekli olan umudu veremiyorum.. ruh kanseri bu hastalık. adlandırmaya yeltendiğim tek şey bu..

    hah! hah! hah.. ne kadar da mürekkep yalamış bir kimsenin sözleri bunlar.. hasta benliğimden, veremli ruhumdan akan kanın berraklığı ilişiverdi gözüme. çok taze.. direnmek gereksiz, çırpınmak da bir o kadar yapmacık.. diğer şeyler gibi, bu da yitecek, soluklaşacak.. en güzel sonatların mısralarında savruluyorum.. şiirlerde vücut buluyorum, vuku bulduğum mısralara dönüyorum.. afili bir üşüme alıyor sonra. ilacımı içmediğimi hatırlıyor, saati kontrol ediyorum.. galiba yine dozaşımı yapacağım.. hayatım gibi.. her şeyim fazlalık.. uzay ve zamanda sürüklenen bir münzeviyim ben, kelimeler benim solucan deliklerim.. kelimeler..

    varlık sorunumla öteden beri ilgilenirim.. kendimi adlandırmak konusu bende bir takıntı haline dönüştü.. zamanla kötü yaraya çevirdim bunu.. ayaklarımla yürüdüm darağacıma.. kendi yarattığım. ellerimle geçirdim boynuma ipi ve zevk aldım bundan.. evet bundan sapıkça zevk aldım.. nasıl da alçakça bir yöntemmiş, kendimi bulmak için yaptığım ‘’şeyler bütünü’’. keşkelerle avutuyorum şimdi kendimi. keşkeler ve sigaralar.. uzaklara bile dalamıyorum artık. bir sigara yakıyorum, elimde bitiyor. diğerini yakıyorum.. en iyi niyetli kötü alışkanlığım.. tüm kelimelerimin çıkış noktası sigaralardır. yanan şeylere hep ilgi duydum, galiba yüreğimden dünyaya saçılan alevlerin de tek açıklaması bu.. kendime acı çektirmek hep sapıkça olduğu kadar tinsel bir haz da sağladı bana.. ‘’ben’’ bu kelimeden nefret ediyorum.. bu kelimeden ve diğerlerinden..

    ‘bunlar ve şunlar’ ötekileştirdiğim acılarım.. ötelediğim ve silmeye çabaladığım..

    hiçbir akıllı kimse yoktur ki, çektiği acıdan zevk alan.. kendim bunu sorguladım yaşamım süresince.. acılardan aldığım zevki hep bir yere oturtmaya, bir kalıba yerleştirmeye çalıştım, olmadı.. veda şölenimin 2. perdesinde alkışlanıyorum şimdi. hayat sahnesinde çok durdum ve artık fazlalığım. olanca yokluğumla işte buradayım ve ‘varım’ olanca varlığımla.. yokum..

    göz alabildiğine bir yalnızlık, tıka basa bir boşluk.. bu bitmek tükenmez çilemin açıklanması için kendime getirdiğim kelimeler bunlar.. neden bilmiyorum, yalnızım diyemiyorum.. sanki, bunu diyince utanılacak bir şey yapmışım gibi hissediyorum. çoğullukla böyle hissediyorum ve sanki, çok ayıp, iğrenç bir şey yapmışım gibi yaşıyorum.. utanıyorum. yapmadığım şeylerden.. başkasının günahına ağlamıyorum, olmayan günahlarıma utanıyorum.. saçmalık bu! dolu dizgin bir hiçlik.. tanrım. gerçekten, ne için yarattınız beni? delirmek üzereyim.. bir nokta görüyorum artık, o noktayı aşmam gerektiği hissiyle doluyorum. iki nokta getirdiğim tüm cümle sonlarının tek noktaya düşmesi için çabalıyorum.. bir kurşun kadar ağırlık hissediyorum kafamda.. hareket ettiremiyorum, konuşamıyorum.. çığlık çığlığa bir susuş duyumsuyorum… yalnız duyumsamak olsa yine iyi, tüm benliğimle tadıyorum bunu..

    işte, bir perşembe günü yalnızlığıma artık dayanamaz duruma geldiğimde aklımdan geçen bunlardı.. ve ben, hiç perşembeleri sevmezdim..
  6. -garipten gizler-

    ne zaman bir çıkış noktası arasam, kendi realizmime kayarım, ona tutunurum. aklımı yitirdiğimi düşündüğüm her an bir kazaç gibi görünür.. hayır hayır, sonuna kadar burada oturacağım ve çünkü biliyorum.. buradan kalkarsam yapmak istemediğim şeyler yapacağım..

    ‘’ruhumu sarstın, kalbimi kırdın’’ bu kelimeler 15 ekim 2008 baharında bir kadının dudaklarından öylece dökülüverdi orta yere.. kapış kapıştı acılar. saat 17’yi geçerken, çöreklenmiş acılar. acılar, sadece kırarak içeri giren acılar.. anılar.. bir marifetmiş gibi uluorta sergilemezdim anılarımı, acılarımı.. şimdi paylaşmakdan sapıkça ve garip bir şekilde zevk aldığımda su götürmez bir gerçek.. ‘’yazmasam deli olacaktım’’ belki de.. hala deli iken..

    şimdi, içimde bir sızıdır.. kırıntılarını toplarken kırık kalplerin.. ama bunlar tatlı birer hüzünden başka nedir ki? söyleyin bana.. söyleyin de kurtulayım kendimin pençesinden..acılarımdan, sapkınlıklarımdan.. söyleyin bana.. kurtarın..

    bir adam konuşuyor dahası, bağırıyor karşıdan:

    ‘’pişman olurum diye yapmadıklarınız, yeni pişmanlıklarınızdır’’

    içten içe imreniyor, kıskanıyorum onu.. neden?! ben de gayet tabii onun dediklerini diyebilirim.. hayır, o kadar cesur değilim. bir defa bağıramam uluorta.. sergileyemem tüm gür varlığımı orta yere koyamam.. peki neden?.. işte cevap: bilmiyorum..bundan sonra tekrar neden? diye soramıyorum kendime.. iki kere ikinin dört etmesi ne kadar mantıklı ise bu da en az o kadar mantıklı bir açıklama işte..

    bir şeyler karalamayı seviyorum.. mağaramı, kitaplarımı ve tütünü.. kelimelerle öteden beri bir yakınlığımız var.. gönül bağı bu galiba. insanlarla uyuşamadığım kadar ortak yanımız var onlarla.. ben onları bir araya getirdikçe onlar benim yokluğumu anlamlı kılıyor, hatta belki var ediyorlar.. en sancılı ve sarsıcı çığlıklarımın orta yerinde beliriveriyorlar gözlerimin önünde, kalem kağıt aldırıyorlar elime.. kiminiz buna garip bakar kim bilir.. işte, iki kere ikinin dört etmesi ne kadar mantıklı ise bu da en az o kadar mantıklı..
  7. -karmaşanın ortasında bir fikir 2-

    soruşturan gözlerle bakan insanlar.. hepsi, yarının yitik hatıralarıma haiz birer silik gölge.. bir şeyler öğrenmek için birbirini eziyor, kalabalığı yararak yanıma doğru uzanıyorlar.. bir fikir, bir ses peşinde hepsi.. alacaklı gibi bir havaları var. oysa, verecek hiçbir şeyim yok, zamandan başka.

    öteden beri kendimle kavgamı çözemediğim için bu hastalıklı halim, hal değil.. bir tertip getirmek gayesinde idim uzun zaman. fikirlerime ve aklıma.. aklımın odaları gayet karışık, gayet dolu.. hınca hınç bir bolluk, taşarcasına bir fazlalık..

    basit bir zerafetle önümde serili vaziyette duran bir cisim.. belki bir kadın, 20’lerinin ortasında. bütün günahların üzerine sünger çektirecek kadar güzel.. suçlarımın sorumlu mevkiinde aklım, ve düşüncelerim sessizce oturmakta.. gök alabildiğine açık, yıldızlar sere serpe uzanmış.. çetrefilli duygularımın tam ortasında gökkubbeyi, tanrının bu şaşaalı şölenini seyretmekte, derin düşüncelere dalmaktayım..

    kuru hıçkırıklarla sarsıldığım anlardan birinde açık pencereden içeri keskin bir soğuk atlar.. göz yaşlarım yanaklarımdan daha süzülmeden kalkıp pencereyi örtmeye ilişirim.. uzun bir sükut çöker yalnız odanın içine..

    arkamı döner dönmez bir cümbüşle karşılanıyorum.. patlayan konfetiler bir partinin habercisi.. güzeller güzeli karşımda beliriyor. hem yakın, hem uzak.. bunun da hayal olduğunu fark etmem uzun sürmüyor. bu realitenin yapmacıklığını fark eder etmez, insanlar da değişiveriyor. ne hikmet, benim değişmem bir şeylerin startını vermiş oluyor.. kendimle birlikte tüm evren değişmiş oluyor..

    hayat, hayat diye bir kelime var ya… kelime, bir kelimecik.. insan değişti mi, o da değişiyor işte. insan aynı kalınca, o da yerinde sayıyor. ‘’değişim sizde başlar’’ gibi bir kişisel gelişim safsatasından öte, bunun bir realite olduğunu kavrayınca farklılaşıyor her şey.. değişim bile değişiyor hatta.. sonra, sonrası, lafü güzaf..
  8. -guguk-

    günü bir sürü zaman aralağına bölüyoruz. sabah, akşam, şafak, ikindi falan. ancak ortada bir
    sorun var. bu isimlerin hiç biri bana bir şey çağrıştırmıyor. akşam kelimesi, akşam olmasından
    başka temsil ettiği an üzerine bir şey anlatmıyor ki. ya da sabah, sabah deyince sadece günün ilk
    saatlerini düşünüyoruz. en fazla bir de kahvaltıyı çağrıştırır. halbuki bu vakitlerin ruhunu ya da
    atmosferini bize anlatacak isimler seçsek hem daha eğlenceli olur hem de o vakti anlık da olsa
    tekrar hissederiz. benim bu durumun değişmesiyle ilgili bir önerim var. bence vakitlerin ruhları o
    anlar yaşanırken kulağımızdan gelip geçen seslere doğrudan ilgili. hatta bu konudaki en radikal
    değişikliği sabah vaktinin isminde yapmayı öneriyorum. bence sabaha sabah demeyelim guguk
    diyelim gitsin ya da cıvıltı desek hiç de fena olmaz.
    düşünsenize sabahları uyanınca duyduğunuz sesleri. ben en çok sabahları guguk kuşlarının
    sesini farkederim. ama bu ses öyle böyle bir ses değildir benim için. bir kere guguk sesi üzerime
    uykuyla uyanıklık arasında öyle hoş bir mahmurluk verir ki anlatamam. işte bu benim için sabah
    demektir. hem aynı zamanda tazelik de demektir. bileklerime doğru ağır ağır bir şeyler aktığını
    hissederim guguk sesiyle. guguk sesini günün ilk ışıklarıyla beraber duyduğum vakitler o gün
    içimde mutsuzluk da olsa ya da sabaha pardon guguğa ya da cvıltıya bir önceki günden hüzün de
    getiriyor olsam kendimi iyi hissederim. guguk kuşunun sesiyle uyanıp sonra tekrar uykuya daldığım
    da çok olur, o zamanlar guguk kuşu rüya anlamına da gelir benim için ya da guguk kuşu benim için
    çocukluktur, sabahları herkes uyurken yepyeni bisikleti alıp sokağa kaçmaktır. sabah sabah uzaklara
    yolculuğa çıkmaktır elinde bavul günün ilk ışıkları gözüne gözüne batarken bundan zevk alarak
    yürümektir. ne bileyim guguk deyince sevdiğim bir filmi de hatırlarım anneannemi de.. tavukları,
    okula yetişme telaşını, soğudur sıcağıdır say say bitmez.
    şimdi tekrar düşündümde guguk sesi ciddi ciddi sabahın ssabah olduğu vakitlerin sesi.
    çünkü belli bir zaman geçince guguk seslerini fazlaca duymuyoruz. erkenden onlara eşlik eden
    geveze serçelerin sesi kalıyor bundan sonra. guguk sesleri azalınca şehrin diğer sesleri yavaş yavaş
    artmaya başlıyor mesela daha çok insan sesi ya da daha çok araba vınlaması duyuluyor. galiba bu
    sabah bitti demek.
    bundan sonra duyduğumuz sesleri öğlen vaktinin adlandırılmasında falan kullanabiliriz ama
    bununla ilgilenmiyorum öğlen deyince gürültü patırtı, araba, çoluk çocuk falan filan bi tane olumlu
    ses çağrışmıyor zihnimde zaten öğlenin hengameside bu duruma uygun. öğlen için bi adlandırma
    yapacak olsam ona da yaygara der geçerdim.
    neyse öğlenin obur kabalıklarını bırakıp guguk sesine dönelim. kesinlikle eminim artık.
    guguk sabahın ismi olsun böylece guguk şerifleriniz hayrolsun falan denilince belki sabah sabah bi
    kahkaha atma şansımız olur. gün içinde biri “guguğa görüşürüz” deyince kuşlar, çiçekler, böcekler
    canlanır zihnimizde. hayatın güzel kuşların uçuyor olduğunu falan hatırlarız belki. bence en azından
    denemekte fayda var sabahları guguk olsun bundan sonra.
  9. aşk hatırası
    şu aşk denilen insani hem hapis eden hem de özgür bırakan kavramın, her kişiyi hayatının belli dönemlerinde etkilemesi hep garip gelir bana. hani her başlangıçta deriz ya içimizden kendi kendimize haykırarak ''bir daha aşık felan olmayacağım. bu sondu ''. ama yinede oluruz ve bu kısır döngü böyle sürüp gider. insanlar unutulur, sevgiler değişir ve yerine başkaları konulur. peki ya hatıralar? onlar ne olur?
    sanırım en zor kısmı da bu olsa gerek. bir insanı hayatınızdan bir kalemde silebilirsiniz yada kazıyarak çıkartırsınız, sökersiniz kalbinizden, oysa ki anılar bambaşkadır. bazen bir yemektir, şinitzeldir size onu hatırlatan veya önünden bile geçmek istemediğiniz size yolunuzu değiştirmenize sebebiyet veren bir mekandır. peki ya bu sonu gelmeyen kaçış kimdendir ? kendimizden mi yada o insanlardan mı? cevabı hepimiz içimizde biliyoruz ; kalbimizin boş bir odasına kitlediğimiz acı tatlı hatıralarımızdır bizi hüzünlendiren. kaçarız bize bir zamanlar mutluluk vermiş, kahkahalar attırmış anılardan ve daha önce aşık olmamış gibi yaşarız yeni aşklarımızı.
    halbuki her yaşanmışlık kıymetli olmalıdır bir insan için. sonu kötü de bitmiş olsa bizim geçmişimizdir yaşananlar, bizi biz yapan. sadece bir an olsun hayatımızda arkamıza yaslanıp hatırlayalım eski, güzel ve tozlu anılarımızı, gülelim yaptığımız aptallıklara, şükredelim geçmişimize ki geleceğimizin ve şu anımızın kıymetini anlayalım. hatırlayalım yaptıklarımızı ki yapmayalım aynı hataları ileride. izin verelim uçup gitsin o kitleyip sakladığımız pişmanlıkları! böylelikle yer açalım yeni anılarımıza kalbimizde!
  10. böyle mi oluyormuş aşk dedikleri? bilmeden, görmeden sadece hissetmek yetiyormuymuş insana? sadece sevgiyi buldun diye mi hayat güzel oluyormuş birden? sen daha bilmeden kaptırıveriyormuşsun kendini. kendini bilmeden kaptırmak daha mı kötüymüş? sadece ihtiyacın olduğunu sanıp gözün kapalı dalıyormuşsun sonu bucağı bilinmez bir denize veya onun ihtiyacı olduğunu bildiğin için, iyi olduğun için, sadece o güzel olsun diye mi katlanıyormuşsun acıya? acıyı nereye koyuyor muşsun ki bedeninde? bu sıkıntı, daraltı, hiçsiz yaşamını sürdürürken birden kendini bulduğun bir insan gerçekten seni değiştirebilir mi? kendini başka birinde bulmak ister miydin veya kendine başka birini yakıştırabilir miydin? seni kabul ettiğin benliğinden ayıran bir ölümlüyü neden seversin ki? daha mı güzel olabilir herşey yani umut ettirdiği için mi seviyorum diyorsun? doğrudur belki haklısındır. çok umudunun olmadığını, hayallerini rüyalarında görüp o yüzden hatırlamadığını söylemiştin, biliyorum. yüzündeki kızgınlık değil, acı çekiyorsun, farkındayım. sen kendinden başkasına kızabilir misinki? tamam, bencillikte yapamıyorsun ama ya sonu beklediğinden de kötü biterse, ya daha kötü olursa herşey, ya ölürsem? hiç düşündün mü bensiz ne yapacağını?

    - bilmiyorum beynim, hiçbirinize söz geçiremiyorum. kalbimden geliyorum şimdi. söylediklerini bir duysam öyle güzel öyle naifti ki her ne kadar surat assam da dediklerini dinlememeye çalışsam da yanından ayrıldığım an içime kocaman bir hüzün çöktü. onunda kendince haklı sebepleri var tabi. yolda gözlerimi gördüm, kıpkırmızı kesilmiş, dolmuşta seni bekliyormuş gibiydi. hani hep sen son sözü söylerdin, sen karar verirdin. şimdi neden yapamıyorsun. dikilme kafamda bir o yanda bir bu yanda. cevap ver bana. nedir sorun? vursana yumruğunu masaya.

    yok öyle masaya falan vurmayalım. oturup hep beraber konuşsak daha iyi olur gibi.

    - sen ve konuşmak. hayır olsun, hangi dağda kurt öldü. sen değil miydin şimdiye kadar “dediğim dedik, çaldığım düdük” diye gerine gerine dolaşan. sen yaptın bize bunları bu meseleyide sen halledeceksin.

    pardon ama ben sana şimdiye kadar hiç soru sordum mu? neden bu kadar sertsin bana karşı?

    - hep soru sorduğun için bu haldeyiz ya. birde altıma geçip beni suçlu hissettirmeye çalışma, yaparsın bilirim. oynama benim ayarlarımla gerçi oynasan da bir şey olmaz şu saatten sonra ya. tamam buraya kadar. artık herkes kendi içinden sorumlu. kalbime müdahale etmeyeceksin bundan sonra. otur ders çalış, bitirmen gereken çok şey var önünde.

    ……………..