1. olmuyor, olmuyor, unutamıyorum... çok kere denedimse de olmadı. her deneyişimde acı verişi bir yana, unutmaya çabalayıpta unutamamın verdiği acıyı bütün hücremde hissediyordum. unutmakta neymiş hem. güzel olan birşey unutulurmuymuş...

    hatırlamak daha güzel geldi ve daha az acı veren işkenceymiş gibi hissettirdi hep. ilk buluşmamızda, yüzünde ki tebessüm beyin mekanizmama an ve an kayıtlı olsa da, bir flaş patlıyor ve ayrılışımızın hemen bir kaç saat dakika öncesine gidiyorum ve hatırlamanında iyi birşey olmadığını anlıyorum.

    "ne güzel de gülüyorsun..."

    (flaş!)

    "dur, yalvarırım dur, böyle nereye gidiyorsun?"

    flaşları da oldum olası da sevmemişimdir zaten. bembeyaz bir ışık. bana ölümü hatırlatıyor... kaç kere dedim şu elektrikçilere: "beyaz ışıkları da kaldırın, şu ışıkları sarı yapın" diye. buldum bir tane elektrikçi şimdi. tam söyleyeceğim, ama gidiyor... ne de güzel olurdu aslında. her yerde sen. saçların sarıydı ya, o yüzdendir sebebi; bana seni hatırlatıyor...
  2. yıllar önceydi. ocak ayıydı sanırım. sigaraya başladığım ilk gün. küçüktüm. ayrıca soğuktu ve üşüyordum. aldım bir paket, içinden bir tane çekip yaktım. umurumda değildi bizimkilerin ne diyeceği o an. üşüyordum lan. daha biraz önce benden daha çok üşüdüğünü farkettiğim ve sadece uzun kollu giysiyle dolaştığını gördüğüm iki adamın birine beremi, birine de eldiveni mi vermiştim. ne bileyim çok ısıtmaya yetmezdi belki bu yardımım ama, yardımdı sonuçta işte. neyse nerede kalmıştım. sigaranın yarılarına gelmiştim. öksürmekten bitap düşecek hale gelmiştim artık. nasıl bir kar kıyametse, sigarayı içime dolu dolu çekip, sigarayla birlikte avucumu kapatıp ellerimi ısıtıyordum bir yandan. ardından yine... ve bitmişti artık sigaram. "ne bu, hiçbir şey anlamadım" "ne biçim tadı varmış" diye düşünürken, dolmuş gelmişti. nikotin gülerek gezerken damarlarımda, hiçbir şeyin farkında değildim aslında. sigaraya başladığım ve ölüme bir adım daha yaklaştığım bir günümdü o gün.
  3. gece, düşünceleri ardında getirir. herkesin sustuğu, tüm cümlelerin sana kaldığı bir vakittir gece. önüne kağıtlarını ve kalemini alırsın, o an aklından neler geçiyorsa su gibi akar düşüncelerinin hepsi birer birer kağıtlara. bu yüzdendir büyülü gelir bana bu vakit. gün içinde kimi zaman cümle kuramayacak gibi olur insan, gece öyle değildir işte. bir yerden başlarsın ve ardından gelen düşünceler, birbirini destekleyip tamamlar. bu böyle sürüp gider, taa ki sen yoruluncaya dek. şaşırdığım günü hatırlıyorum tüm bunlara. bir gece, kağıdımı ve kalemimi önüme alıp, yazmaya başladığım ilk günü. ortaokulda kompozisyon yazma ödevinin verildiği günün ertesi günleri okula gitmeyen bir çocuktum ben. yeni bir öğretmen sınıfımıza gelip bizimle tanışmak istediğinde, kendimi tanıtamayacağımdan korkup tir tir titrediğim günleri hiç unutabilir miyim? oysa şimdi durum böyle mi. aklımdan hangi cümleler geçiyorsa, bir bakıyorum hepsi kağıtta.

    gün içinde herkes konuşur, fikir sunar. sen konuşursan susturmaya çalışırlar. "hayır o böyle olmalıydı" derler en çokta. haklılardır çünkü her konuda. her çeşit insan türü yaşamıyor mu zaten şu dünyada. karşılaştığında canını sıkmaya yetecek olan insan da yaşıyor, göz göze geldiğinde yaşadığına minnet ettirecek olan da... ama gece öyle mi. herkes uyumuş, sen kendinle bir başınasındır ya; şimdi kara kara düşünüp canını sıkacak olan da sensin, "iyiki yazıyorum" deyip yaşadığına minnet ettirecek olan da...
  4. bak abi, daha yeni gerçekleşti, plüton'u keşfettiler bir uzay aracıyla. uzaya fırlatıldığı ilk günü hatırlıyorum. bu insanlık için ne büyük birşey değil mi? bu olay yaşandıktan bir yıl sonra, hrant dink'i öldürmüşlerdi. onuda iyi hatırlıyorum. "insanlar uzaya keşif için araç yolluyor, bir de bizde olana bak" demiştim. işte bugün katliam yaptılar. gencecik insanları öldürdüler. dediğim gibi, bir kaç gün öncede ilk defa plüton'un en yakın fotoğrafı yayınlandı. diyeceğim başka birşey yok abi. ne söylenebilir, ne yazılabilir ki?