1. açıklama:
    bu öykü de ilk ve son cümlesi verilmiş bir öykü. bu ilk ve son cümleyi bir öykü örüntüsü içinde kullanıyoruz. bakalım beğenecek misiniz?

    aşk hastası

    ayla’nın uzun uzadıya anlattığı eve taşındı ama evin loş, insan yüzü görmemiş odaları ve kırık dökük mobilyalarıyla bir ağıl olduğunu gördü.

    bu ağılı adam etmek epey bir zamanını alacaktı. iyi. her şeyi kendi yapmak zorunda kalacaktı. daha iyi. bütün bunları yaparken hırpalanmış, ağır hasarlı ruhu belki de kendini onarır, hatta bilinmez ki, eskisinden bile iyi olabilirdi.

    işe önce kendine yatacak bir köşe ayarlamakla başladı, bu bile saatlerini aldı, o gece aylardır uymadığı kadar iyi uyudu; deliksiz, rüyasız. sabah da her sabah hissettiği o nedensiz yorgunluk duygusuyla uyanmadı.
    soğukların eli kulağındaydı. kış bastırmadan öncelikli yapması gerekenleri listeledi: önce mutfak, sonra banyo, sırasıyla diğerleri.

    günler ağır işçi çalışmasıyla geçerken ev de yavaş yavaş eve benzemeye başladı. köy yalnızca bir kilometre uzakta olduğu halde, köye çok az uğruyordu; yalnızca zorunlu olduğu durumlarda.

    her gün listesinden bir işi bitiriyor, sonra da evin çevresindeki arazide uzun yürüyüşlere çıkıyordu. yalnızlık güzeldi, yalnızlığı seviyordu. artık birkaç ay önceki o nazlı, o çıtkırıldım plaza kadınından eser kalmadı diye düşünüyordu kendisi hakkında. onu buraya getiren nedenler hakkındaysa düşünmek istemiyordu. onlar geçmişti. "geçmiş geçmişte kalmalı, buraya ruhumu sağaltmaya geldim ben" diyordu aklına geçmişi gelince de.

    yakınlardaki ormanlık arazi, en çok istediği konuda kendini geliştirmesi için uygulamalı 'şifalı bitkiler okulu'ydu sanki. çocukluğunda ailecek gittikleri dereköy gezileri hep aklındaydı. annesi ve anneannesiyle tarlaları gezerler, yemeği pişecek ya da salatası yapılacak otlar toplarlardı. daha doğrusu annesi ile anneannesi toplar, her farklı çeşit otta ona dönüp "bak, bu ebegümeci, haşlanarak sadece zeytinyağı ve limonla çok güzel salatası olur, bak bu radika, kara hindiba diyenler de var, bak bu semizlik, bak bu kuzu kulağı çok lezzetlidir, çiğ de yenir, bak bu ısırgan, aman dikkatli ol, çok kötü dalar insanı, turp otu, arap saçı...." geçmişinden gelen sesler bu sefer neşe doluydu, billur kahkahalı. "ah ne çok özledim ikisini de." elini kalbinin üstüne koydu, "yok, acı şeyler, acıklı şeyler düşünmek yok." yürüdü.

    sonra o çiçekleri gördü: öbek öbek yabani nergisler. işte o zaman ayakta duramadı, bulunduğu yere neredeyse devrilircesine çöktü, hiç hatırlamak istemediği yakın geçmişi, kafasının içinde ayarı kaymış film şeridi gibi birbiri ardına görüntülerle aktı, aktı.

    geçen yıl 14 şubat, alper'le buluştukları boğazdaki o şık restoran.... alper'in onu restoranın önünde elinde nergislerle karşılaması.... neden nergis, neden gül ya da başka bir çiçek değil? öyle çok neden vardı ki, adının nergis olmasının dışında. tanışmaları bile o ünlü mitolojik öyküyü çağrıştırır gibiydi. az koşmamıştı alper onun peşinden, defalarca reddetmişti, hem de hiç nedensiz.

    alper; uzun, esmer, eskiden okuduğu aşk romanlarındaki gibi buz mavisi gözlü, ne tezattı allahım, esmer tende o delici mavi gözler. adam erkek güzeliydi resmen. sporcuydu da. on beş yıldır ağırlıklı olarak basketbol olmak üzere her sporu yapıyordu bi kere. bütün bunların üstüne türkiye'nin en prestijli üniversitelerinden birine hem dereceyle girmiş, hem dereceyle çıkmıştı, sonra 'sorbon'da 'master'. adam zengin, kendi şirketi var. en azından yüz kırk kişi falan çalıştırıyor herhalde. ve o adam onun peşinden iki yıl koşmuştu, öyle bir adam için iki koca yıl. en sonunda olmuştu ama. ele geçmez, kibirli nergis öyle bir tongaya düşmüştü ki.

    sürünerek çiçeklerin yanına vardı, onları kucakladı, kokularını derin derin içine çekti; alper’in onu ilk öpüşünün kokusunu duydu, yalıkavak’ta herkeslerden gizledikleri o güzelim üç günlük tatilin, yakomozlu denizin, yedikleri kalamarın, cevizli tere salatasının kokusunu. ve daha ne çok şey, allahım ne çok şey.... burnundan ağzına akan tuzlu su içini kaldırıyor, hıçkırıklarla omuzları sarsıla sarsıla ağlıyordu. "ya kızım, işte böyle tongaya düşürürler insanı, ama sen hak ettin." "hayır, hak etmedim, hem de hiç. tamam, beni bıraksaydı, başka bir kadın için, hiç tanımadığım bambaşka bir kadın için, tamamdı, ama nazlı.... nazlı olmazdı, nazlı benim canımdı. ayla ile o, benim hep düşlediğim ama asla sahip olamadığım kız kardeşlerimdi. 'üç küçük kadındık' biz. ayla 'meg', ben 'jo'- nasıl 'jo' olmam o egoyla'- nazlı da 'beth'-. kız, kitabın sonunda 'beth'in öldüğünü bildiği halde kendi isteğiyle seçmişti 'beth' olmayı, 'hem adım da nazlı, küçükken de hep hasta olurdum zaten, sonumuz benzemesin' derdi sırıtarak, evet sırıtarak, o zaman ne şirin gelirdi bana."

    "amy'ye ihtiyacımız yoktu, aman bizden uzak olsundu 'amy'ler. en küçük, en güzel ama nefret edilesi kardeş."

    'bunu 'jo'ya nasıl yapar yaaa.'

    "ya nazlıcım, bunu söyleyen sesini duyuyorum hala. sen, bunu, bana, nasıl yaptın?"

    neredeyse alacakaranlıktı. ne kadar olmuştu buraya çökeli. zaman yitmişti, buraya geldiğinden beri hep kaçtığı, kaçındığı geçmişine boğazına kadar batmıştı burada. titredi, güneş çekilince iyice ayazlanmıştı ortalık. "kalkmalı, kalkmalı ve yürümeli. burası iyi, yalnızlık iyi, iyileşiyorum. her gün buraya gelip bu çiçekleri toplamalıyım, bitene kadar, bitirinceye kadar."

    geçen onca zaman boyunca hiç kimseyi aramamıştı, yalnızca ayla onu birkaç kez aramıştı. kısa konuşmuşlar, eski çevresinden kimseyi ne o sormuş ne de ayla onlardan söz etmişti.

    sonunda ev eve benzedi, bahçe de onun düşlediği 'gizli bahçe' olamasa da epeyce derlendi, toplandı.

    yakında bahardı. gerçi buraların kışı da pek öyle kış sayılmazdı ama bahar başkaydı elbet. herkese “buyurun, gelin.” diyebilirdi.

    nazlı’yla alper’e bile.

    çok ilginç, artık onları birlikte düşündüğünde eli ayağı soğumuyor, kalbi tarifsiz bir acıyla sıkışmıyordu. gerçi hafiften bir nabız artışı olmuyor değildi ama olsundu o kadar. zamanla o da….

    hele bir bahar gelsin, hepsini bir çağırsın, onları bir görsün, işte o zaman anlaşılırdı iyileşmiş mi, yoksa hala hasta mı geldiği zamanki gibi.

    “2 mayıs’ta oradayız tatlım” diye haber verdi ayla.

    “herkes geliyor mu?”
    “evet.”
    “tamam bekliyorum.”

    ayla ve yanındakiler sonunda eve giden patikaya vardılar, eve çok az kalmıştı artık. patika, içlerinden bazılarına hiç bu kadar kısa gelmemişti, diğerlerine ise hiç bu kadar uzun.
    hero

mesaj gönder