1. kayısı reçeli

    “kim var orada?” dinledi. sadece rüzgarın uğultusu, bahçeden gelen otların hışırtısı. yavaşça mutfağın kapısını açtı. bahçe kapısı açık kalmış. öğleden sonra güneşi masanın üzerindeki bakır tencereyi ala boyamış. kocaman tencere. üzeri bir tülbentle örtülü. tencereyi kapının önüne çıkarmadı bugün, annesi çok kızacak. n’apsın o da? ancak gelebildi eve. aceleyle masanın altında duran küçük tokmağı aldı. döndü, uzun koridoru geçti, sokak kapısının önüne koydu. sonra mutfaktan tencereyi yüklendi; “çok ağır bu" tencereyi devirmemek için minik adımlarla yavaşça koridoru geçti. "sanki bu kadar reçeli biz yiycez, annem dağıtacak kapı bulur nasılsa.” tencereyi dikkatle tokmağın üzerine koydu, taşırken yamulttuğu tülbenti düzeltti. şimdi de başında beklemesi lazım. “tüh!” bahçe kapısını kapatmadı, annesi gelip görürse kızacak. kapı sabahtan beri açıktır, her taraf toz olmuştur. çok rüzgar var bugün. “gitsem, kapatsam?” “ama tencere burada." "n’olcak canım, bir dakikamı almaz, gidip bi koşu kapatıp geleyim.” zeynep koştu, koridoru geçti, aralık duran mutfak kapısından geçerken dizini, kapıyla bitişik masaya çarptı. hiç oralı olmadı. önce bahçe kapısını kapattı. “dur ya, gelir gelmez koşuşturmaktan bir bardak su içemedim.” eski beton tezgahın ortasındaki lavaboya yöneldi. lavabonun dayandığı duvar, kim bilir kaç yıldır boyanmamaktan artık iyice kirli görünüyordu. yer yer dökülen sıvalar, duvara asılmış tabaklık ve üzerindeki tabak çanakla örtülmeye çalışılmıştı. uzandı, en alttaki raftan bir bardak kaptı, kendine bir bardak su doldurdu, hızla içti. bardağı tezgaha bırakır bırakmaz sokak kapısına koştu. durdu baktı. inanmadı. gözünün gördüğü mesafede sağa ve sola doğru uzanıyordu sokak. kimseler de yoktu. bir de yukarı doğru tırmanan bir sokak daha vardı ama bulunduğu yerden gördüğü bu yukarıya uzanan sokağın giriş kısmıydı.

    “tencere yok!” “olamaz, öldüm ben!” küçük oturak öylece bıraktığı yerde duruyor ama tencere yok. “daha bi dakka ya geçti, ya geçmedi, kim geçti de aldı koca tencereyi?” dümdüz önüne uzanan sokağa yeniden baktı. “kimseler yok.” sokak kapısını açık bırakıp göremediği yokuşlu sokağa koştu. durdu. bulunduğu yerden yokuşun sonunu, sağa sola doğru kıvrımlandığını hep görüyordu. “burda da kimseler yok!” “zaten burası hep yokuş, o ağır tencereyle kimse bu yokuşu o kadar kısa sürede çıkamaz!” “sağa gitsem, ilerde, hem aşağıya inen, hem yukarıya çıkan merdivenlerden başka bir şey yok.” sokağın soluna, az önce kendisinin de geldiği yola doğru koşturdu, sokağın sonu pek çok yola açılıyordu. sol taraf ana cadde, sağ taraf yine yokuş, düz giderse aynı bunun gibi daha pek çok sokak. “ne yapsam, allah’ım ne yapsam, annem bir saate gelir, ne diycem ben şimdi? kadın delircek.” birden sokak kapısını da açık bıraktığı, anahtar falan da almadığı geldi aklına. döndü, eve doğru koştu bu sefer. bir türlü eve giremedi, sokağın sağına baktı yeniden. “ama bu yol hep görünüyor işte, kimse yok ki!” dönüp tekrar yokuşlu yola baktı, yol apaçık ortadaydı, boş. yokuşu tırmanmayı göze alamadı. içinden deli deli ağlamak geldi. “dayağı yiycem gene. koca tencere kayısı reçeli. annesinin banyoda küçük tüpün üstünde kayısıları şerbetli suya batırıp sonra kepçeyle geri alıp çekirdeklerini nasıl tek tek çıkardığı geldi aklına. uzun iş, emekli iş. hem pahalı da. “ah! asıl tencere!” tencere, içindekilerden daha pahalı olmalı. annesinin her sene, reçel, salça, tarhana suyu kaynattığı biricik tenceresi. anneannesinin annesine verdiği tek değerli şey. anneannesi kimseye bir şeyini vermez, varsa yoksa oğluna.”n’apçam şimdi?” ağlamaya başladı, hem gözlerinden hem burnundan akanlar artık yerlere damlamaya başlamıştı. banyoya koştu, sümkürdü, yüzünü iyice yıkadı. çiviye asılı kenarları oyalı havluya sildi yüzünü. ama ağlaması durmadı.
    öyle acıdı ki kendine, ölmek istedi. bu düşünce sık sık geliyordu aklına son zamanlarda. ne kolay, her şey bitiverecek. daha lise var, üniversiteyi kazanabilir mi, kazansa onu kim okutacak? okusa bitirebilecek mi? diyelim bitirebildi. sonra? “birinin benimle evlenmesi lazım. benim bu hayattan kurtulmam için evlenmem lazım. kendi evimde ben çocuklarımı asla dövmem! onlara ‘hışt’ bile demem. hep sonra, hep hayal. ben ölmeden kurtulamam. kimse beni kurtarmayacak. beynim zonkluyor. babamın geçen attığı tokatın beynimi zonklattığı gibi.” elini başına götürdü. “ah! kafası bi kanasa, şimdi buracıkta düşüp ölse!” gündüz düşlerinden birine girdi yine. o öldükten sonra annesi onu buluyor, üstünü başını parçalayıp haykırıyor: “kuzum, kuzum!” diye. babası başını duvarlara vuruyor. zeynep uzaktan bir ruh, onları izliyor. yüzünde çarpık bir gülümseme, içinde hoşuna giden bir tatmin duygusu. sümüklerinin tadını hissetti. suyu açtı, yeniden temizlendi. “ben kötüyüm. onun için bunlar geliyor başıma.” yaptığı listeyi düşündü. şimdi bir madde daha eklemesi gerek. yaptığı kötülüklerin listesi –aklına gelip yazdıkları- şimdi tam seksen yedide. “tamam.” dedi, “ yüz kötülük yapıncaya kadar nasıl en kolay ölürüm, onu düşüneyim.” ağlaması kesildi, artık canı ağlamak istemiyordu, hatta güldü bile. “reçeli alıp giden yolda dökmüş müdür acaba? çok ağırdı, çokk!” bunalmıştı, bahçe kapısını açtı. tam kapının önünde, adımını atacağı yerde duruyordu koca tencere. şimdi anneannesi görse; “kapa ağzını, sinek kaçacak.” derdi ama o kocaman açtığı ağzından çıkan kendi sesini bile duymadı: “aaaaaa!”

    onun yaşındaki bütün çocuklar gibi o tencerenin oraya nasıl gelmiş olabileceğini hiç düşünmedi. bir koşu üst kat merdivenlerini tırmandı. yukarıdaki iki odanın arasında
    bir de küçücük bir sandık odası vardı. zeynep’in önem verdiği ne varsa bu kimselerin uğramadığı yerde dururdu. köşedeki tahta valizi çekiştirdi. kendini bildi bileli bu valiz burada dururdu, içindeki çer çöple birlikte. valizin solunda annesinin çeyiz sandığı, sandığın üstü tavana kadar yorgan, battaniye, artık annesinin atmaya kıyamadığı ne varsa onlarla dolu. zeynep valizi çekiştirince sandığın arkasındaki boşluk göründü. iyice eğildi, elini boşluğa soktu. eski bir defter. öyle eski ki, üstündeki harita metot yazısı iyice silikleşmiş, bazı harfleri görünmez olmuş. defteri tıpkı annesinin kur’an-ı kerimi tutuğu gibi tuttu. yatak odasının duvarına asılı saten kılıfının içinde, o kur’an-ı kerim. annesi üzerine arapça harflerle allah yazısını işleyerek kendisi dikmiş o kılıfı. yılda birkaç defa tozlanan kılıfı yıkamak için duvardan indiriyor. zeynep hatırladığından beri bu böyle.

    yerde döşekten bozma eski bir minder var. mindere diz üstü çöküyor zeynep. defteri tutan eli neredeyse hiç kıpırdamadı. dikkatle kucağına yerleştiriyor defteri. sağ elinin işaret parmağı ağzında. islatıyor. defterin sayfaları durmuş bir zamanda açılırken zeynep mutlu. hiç acele etmiyor. bazı satırları yeniden okuyor. eski yazılar silik ve neredeyse okunmaz olmuş. yazı bitimlerindeki boşluklarsa kocaman yuvarlak harfli bir yazıyla özenle doldurulmuş, hemen hiç boşluk bırakılmamış. bazı sayfaların altında renkli kurşun kalemlerle çocuksu resimler çizilmiş; bir kar manzarası, bacası tüten bir ev, üzerinde elmalar olan bir ağaç, nehirde yüzen ördekler.. sonra duruyor zeynep’in eli. aradığı sayfaya geldi. bu sayfada altıya katlanmış bir kağıt var. kağıdın katlarını açıyor zeynep. ilk satırı okuyor.
    1-ilk hatırladığım günah. düştüm. sarı elbisemin cebi yırtıldı. annem çok kızdı.
    2-yıldız’ın saçını çektim, çok ağladı. annem bu sefer kızmadı. yıldız’ın annesine bağırdı.
    liste uzayıp gidiyordu. arka sayfayı çevirdi, sayfanın yarısına yakın bir yerde, sol tarafta, yanına henüz bir şey yazılmamış seksen yedi rakamı ve yanında da çizgisi görünüyordu. kucağındaki defteri kenara koydu. sonra iki eliyle tuttuğu kağıdı bir anda buruşturdu, avuçlarının arasında ezdi, ezdi. sonra da yırtmaya başladı. önce ikiye, sonra dörde. dörtten sonra kalınlaşan kağıdı ilk anda yırtamadı, yöntem değiştirdi. eline aldığı her kağıdı küçücük parçalar haline gelinceye kadar yırttı, yırttı. yüzlerce küçük kağıt parçası okul eteğinin üzerindeydi artık. uçlarından tutarak eteğini kaldırdı. dikkatli adımlarla odadan çıktı, merdivenleri indi. önce açık mutfak kapısından, sonra da bahçe kapısından geçti.
    tencere orada duruyordu, duruyordu işte! tencerenin yanından da dikkatle geçti. üç basamak merdiven sonra, sonunda bahçe. sımsıkı tuttuğu elleri eteğinin iki yanında, eteği beline çekilmiş halde bahçenin ortasına kadar yürüdü. rüzgar iyice azıtmıştı akşama doğru. zeynep’in kısa saçları arkadan öne, rüzgarın yönüne doğru uçuşuyor, gözlerine giriyordu. her tarafı duvarlarla çevrili bahçenin tam ortasına gelince durdu. o ana kadar gevşetmediği ellerini bıraktı, eteğin içine doluşmuş kağıtlar, zeynep’in gizli defterine çizdiği karlar gibi, rüzgarda bahçenin dört bir yanına dağılırken, zeynep kahkahalarla güldü, güldü.
    hero

mesaj gönder