1. artur miller'ın cadı kazanı oyununda bu durum çok güzel anlatılmakta. oyunu izlemeyenler yahut okumayanlar için anlatmak gerekirse practor adındaki bir köylünün bir temizlikçi ile ilişkiye girmesi ve abigale adındaki temizlikçinin ormanda birkaç kızla beraber büyü yapmaya çalışmalarıyla başlayan ve kiliseye mahkemeye ve din adamlarına kadar uzanan hikayesi anlatılır. abigale practor'dan ve hasta karısından intikam alabilmek için(practor abilgale'i kendisinden uzaklaştırmaya çalışır) ormanda büyü için toplaştıkları ve siyah bir kadınla beraber ateşin başında dansettikten sonra aralarındaki kızlardan birinin hastalanması sonucu büyü yaptıklarını itiraf eder. ortada büyü falan olmasa da hastalanan kızın fenalaşması sonucu kentten rahip hale çağrılır ve olay soruşturulmaya başlanır. abigale cadı avı sırasında, "cadılar" ihbar edilip mahkemelerce ya asılıyor, işkenceye uğruyor ya da itiraf etmeleri isteniyordu. hiçbir suçu olmayan masum insanlar cadılıkla suçlanıyor ve itiraf etmeye zorlanıyordu. bu masum ve dindar insanların itiraf edip paçayı sıyırmaları gibi bir düşünceleri hiç olmamaktadır çünkü suçsuz oldukları halde itiraf ederlerse isimleri kilisenin kapısına asılacak ve soyisimleri sonsuza dek kirlenmiş olacaktı. tam da bu durumda abigale practor'dan intikam alabilmek için karısını cadılıkla suçlar. hizmetçilerini tehdit ederek iğneli bir peluşu proctor'un evine gizlemesini sağlar. mahkemede bu iğneli peluş delil gösterilerek karısı tutuklanır(abigale bu peluşlu iğnenin kendisini büyülediğini mahkemede gerçekleştirilen muazzam bir oyunla bütün mahkemeye inandırır) huzur göçmüş herkes yarın neler olacağını bilmeden korkarak sinerek yaşamaya çalışmaktadır. olayı soruşturan bay hale ise(kendisi iyi bir rahiptir) practor'un üzerine giderek delilere ulaşmaya çalışır. mahkemede practorun karısı yargılanırken bay practor karısının idama giden yolunu görüp bütün bunların abigale'in bir oyunu olduğunu itiraf eder. mahkeme abigale ile practor'un ilişkisini öğrenir ve practor'u cadılar konusunda itiraf etmeye zorlar.

    artur miller'ın bu oyununu böyle uzun uzadıya anlatmamın sebebi yaşananların günümüzle çok paralellikler içermesinden dolayıdır. mahkeme abigale'in yalan söylediğini anlasa da öncesinde acı çektirdiği ve ölümüne sebep olduğu birçok insan için bunu görmezden gelmektedir. practor'un saygın bir insan olması dolayısıyla önüne ya cadılık yaptığını itiraf etmesi gereken bir belgeyi imzalamasını ya da idam edileceğini buyurur. practor'un neler yaptığını böylece anlamanız mümkün değilse de (okumadıysanız yalvarırım okuyun) mahkeme onu kullanarak götünü kurtarma derdindedir. ki burada belki hevesinizi çağırırır diye hale'in bir tiradını paylaşmak isterim. bütün olanların bir düzmece olduğunu öğrenen mahkeme başkanı insanların isyan etmesinden çekinmektedir. abigale'in kaçması herşeyin daha iyi görünmesine yardımcı olmuştur. hale'e isyan var mı diye sorduğunda şöyle bir cevap alıyor. her okuyuşumda haksızlığa karşı dile getirilmiş ve masumiyetin tıynetsiz insanların iki dudağı arasında olduğunu hatırlarım

    danford: isyan lafı mı duydunuz köyde?

    hale: yetim çocuklar ev ev dolaşıyor. sahipsiz hayvanlar yollarda bağrışıyor, çürümüş ekinlerin kokusu sarmış ortalığı, herkesin yaşamı bir orospunun çığlığına kalmış, siz hâlâ isyan lafı var mı yok mu diye soruyorsunuz. nasıl oldu da hâlâ bütün vilayeti yakmadılar diye sorsanız daha iyi edersiniz.

    danford: bay hale siz bu ay andover'da vaaz ettiniz mi?

    hale: allaha şükür andover'da bana gereksinim yok.

    danford: siz benimle alay mı ediyorsunuz bayım! ne diye döndünüz buraya!

    hale: niçin mi? gayet basit. şeytanın elçisi olarak geldim hıristiyanları fitliyorum birbirlerin iftira etsinle diye.(ciddileşir) elim yüzüm kan içinde. görmüyor musunuz kana boyandı elim yüzüm.

    aynen böyledir işte. mahkeme insanların adalet duygusunu zedelemiştir oyunda her önüne gelen bir düşmanını suçlamakta ötekini çukura yollamaktadır.
    suçsuz, masum olmasına rağmen itham edilen hayatları bitirilen yanlışa ses çıkardığı için en değerli şeylerini isimlerini kaybetmeye kadar varmıştır.

    şimdi asıl diyeceklerime gelelim. bir gün o cadı kazanının içine gireceğimi bildiğim halde korkumdan susuyorum. evet geleceğe dair inancımı yitirdim. üç kuruş için insanların hayatlarını yitireceklerini onurlarını ayaklar altına alacaklarını, aç bırakacaklarını bilerek sustum. hiç susmam diyordum oysa ki. e ama kollektif olarak yitmeye de ses çıkarmıyoruz. practor ailesi kadar yürekli değilim. boynumun vurulmasını ismimle değişecek kadar alçağım belki. benim yarına dair hiçbir umudum kalmadı. mesele oradan ya da buradan bakıldığında çözülecek gibi de değil. toplum olarak bölünmüşüz zaten. ya mafyaya karşısındır ya onunla berabersindir. arası yok. yüzyıllardır belki insanoğlu bumerang içinde. çağ değişse de işleyiş aynı. cebime üç kuruş girecek diye koca koca tarlaların yakılmasına sessiz kalınırsa yarın cebindeki para bittiğinde o yanık tarlaya aç kalmamak için sen tohum dikeceksin. anızları temizleyecek olan da sensin. tarlayı yakanın derdi değil bu. apolitik görünebiliriz. ben kendimce bunda bir utanç göremiyorum. hitlerden saklanan yahudilere benzer bu biraz. içinde taşıdığın düşüncenin gücünü farkettiğimiz anda bizim çağımız gelecek belki de. neden farkedemiyoruz biliyor musunuz? henüz bu düşüncenin ağırlığını taşıyacak kadar güçlü değiliz. adalet özgürlük ve sosyal bir yaşamın bile ağır geldiği bir çağdayız. sadece yersel değil çağsal bir sorun bu.

    şu paragrafa geldiğimde bir durdum. düşündüm ne desem ne eklesem. pencereden dışarı baktım. pencerede iki kırlangıç. karşı çatıda martı. yalan değil. hava kapalı. üzülmeyin efendim. bizler kuşa böceğe ağaca bakıp güzelliklerine ağlayacak insanlarız.

    her şeyimizi alsalar bizden bunu alamazlar.

mesaj gönder