1. 17 yaşında, şehrimden 1.300 km uzaktaki bir üniversitenin o zamanlar ne yaptığını bile bilmediğim - şu anda da pek bildiğim söylenemez ya hani konumuz bu değil - bir bölümünü kazandım. online kayıt henüz mümkün değil hoş internetin bile henüz icat olmadığı bir dönemde bu ne ola ki. masraf olmasın diye otobüse binip gidip kayıt oluyorum ve aynı gün -yine masraf olmasın diye- yurt başvurumu da yapıp geri dönüyorum.

    bir paragrafta 5 kez masraf olmasın dediğim için ailemin ekonomik durumunu anladınız ama ne hikmetse bana yurt çıkmıyor. hayır çok fakir değiliz ama 632. yedek çıkacak ( evet rakam hala dün gibi hatırımda altıyüzotuzikinci yedek ) durumda da değiliz. nasıl olsa torpil yapacak kimsemiz ve eve çıkacak da durumum olmadığından bu küçük detayı aileme söyleme gereği duymuyorum. onlar beni yerleştirmeye gittiklerinde anlayacaklar diye düşünüyorsanız söyleyeyim ; masraf olmasın diye gelmenize gerek yok diyorum ve iki bavul ile düşüyorum yollara. yurt müdürü 10 günlük misafir kartı veriyor ama oda ve ya yatak göstermiyor, neresi boş ise oraya kıvrıl. zaman su gibi geçiyor, kıvrıldığım yatakların sahipleri gelirse iki bavulum ile müsait olan başka oda var ise oraya taşınıyorum ama bu 10 günde oldukça tecrübe kazanıyorum ve dikiliyorum tekrar müdür bey'in karşısınına. ama bu sefer 2. bir 10 gün uzatma koparamıyorum. ilk kartın üzerindeki yazıyı düzenleyerek, bekçinin olmadığı anlarda yukarı çıkmaya gayret ederek ( şimdi turnike falan vardır herhalde o zamanlar bekçiyi geçtik mi olay tamamdı ) , eğer yukarı çıkmayı başarabildiysem gerekmedikçe tekrar yurttan çıkmayarak günlerimi idare ediyorum. dersten gelirken yurda girmek için yaptığım planları, o merdivenleri çıkmaya başlarken arkamdan birisi dur diyecek diye içimde hissettiğim korkuyu ve o sesi duymadığım sürece hissetiğim sevinci ( ulen 5 yıldızlı otel değil altı üstü öğrenci yurdu niye seviniyorsam artık ) asla unutmam.

    ev ile konuşmalarımı hep kısa tuttum, hep jetonum bitiyor ( evet o zamanlar jeton vardı , bilenler bilmeyenlere anlatsın ) bahanesiyle kısa kestim çünkü korkuyordum bir açık vermekten, neşeli görünmeye çalışırken sesimin titremesinden ve anlamalarından korkuyordum.

    şu anda da pek matah biri ve ya matah bir şey değilim, işte oralardan buralara tırmandım diyeceğim biri olmadım ama her şeye 'masraf olmasın' gözüyle de bakmıyorum artık. şimdi ne zaman 17 yaşında bir genci görsem hep kendi 17 yaşımla kıyaslarım.
  2. yaklaşık 30 - 35 sene önce babamın teyzesinin üç çocuğu yarım günlük bir iş için fındıklığa giderler. akşama köye döndüklerinde de teyzeme işin bittiğini söylerler. ertesi sabah gün doğmaya yakın teyzem evin bahçesinde bir takım sesler duyar ve bakmak için dışarı çıkınca çocuklarını traktörü sessizce bahçeden çıkarmaya çalışırken yakalar.' hayırdır bu saatte nereye' diye sorunca da 'fındıklığa' cevabını alır. teyzem 'siz o işi dün bitirmiştiniz ya' deyince yaşları 20 - 25 arasında olan çocuklar mahcup bir şekilde 'anne dün tam köyden çıkarken, köye bir oyuncakçı geldi. biz de dayanamadık birer tane oyuncak aldık. oyuna dalmışız' derler.
    teyzem şaşkınlık ve kızgınlık içerisinde 'bu yaşta ne oyuncağı? delirdiniz mi' der ve çocuklar da sebebini açıklar:
    'ama anne hiç oyuncağımız olmadı ki'
  3. benim içim doğuştan burkuk olduğu için hiç böyle manevi bir acı çekmedim ama bu anı tanıyorum. insanların gözlerinde görebiliyorsunuz bunu. ben 3 kere karşılaştım bu bakışla: biri annemin gözleri, biri arkadaşımın, bir diğeri ise abimin gözlerindeydi. belki sonuncusunu anlatmaya gücüm yeter:

    biz abimle oldum olası hiç anlaşamayız. ben donuk kalırım onun yanında, o fazla "samimi" gelir bana hep. gelir bir şeyler anlatır heyecanla ama benim hep anlattığından daha önemli olduğunu düşündüğüm binlerce gereksiz işim vardır. odayı terk ederken hep bir burukluk yaşar ama göstermez bunu bana. geri gelmekten de asla bıkmaz.

    bundan yaklaşık 1 yıl önce nadir ortak zevklerimizden biri olan alkole ulaşmak için bir bara gittik. 6-7 yıldır sevgilisi olan kıza evlenme teklif etmeyi düşündüğünü söyledi gözlerini parlatarak. e kendisi artık askerliğini yapmış, kız da okulundan mezun olmak üzereydi. 3 saat kadar nasıl yaparsa güzel olur diye tartıştık, bir fikirde karar kıldık. bir hafta boyunca sürekli "şöyle yapsan güzel olur", "böyle yapsam nasıl olur" gibi sohbetler ettik. yüzük falan hazırlandı.

    bir gece yarısı yine gereksiz işlerimden biriyle aşırı meşgulken bir ses duydum "bana nedenini söyle, ben sana ne yaptım, bunu söyle sadece" tam olarak bu kelimeler.

    birkaç dakika bekledim ve kapıyı çalıp içeri girdim. iki karanlık göz, daha önce olmadığı kadar karanlık, 8 yaşında kolunu kırdığında, 13'ünde 3 kişiden dayak yediğinde, 17'sinde okuldan atıldığında, 20'sinde elinde bir bıçakla sinir krizi geçirdiğinde... hiç olmadığı kadar karanlık iki göz gördüm.

    o günden sonra çok değişti abim. göğüsünde bir dövme var, eminim hala her gördüğünde canı yanıyodur.

    ben de biraz değiştim. zaten o güne kadar hiç aşık olmamıştım. o günden sonra kimseye bağlanamadım. öyle ki kim azcık yaklaşsa yanıma kedi görmüş fare gibi kaçıyorum istemeden.
    bozuk
  4. henüz anı diyemem çünkü bugün başıma geldi. evde yokken hırsız girmiş. taksidi yeni biten laptop gitmiş. daha kötüsü dünyanın ve türkiye'nin çeşitli yerlerinden edindiğim gümüş takılarım. üç tek küpe hariç hepsi gitmiş. ve en kötüsü sevgili anneannemin hatırası inci kolyem. hiç kullanmadım ama gözüm gibi bakıyordum. hatta sanırım ona yüzüklerini koyması için hediye ettiğim gümüş kutu da yok. laptop için üzüldüm elbette ama yeniden alınabilir. oysa diğerlerini hiçbir para geri getiremez. anıları zihnimde olsa bile bugün hayatımın iç burkan günlerinden biri olacak sanırım.
  5. gecenin bir vakti yakıcı soğuğa aldırmadan sigara almak amaçlı hafif tenha bir yerde olan ziraat atm'sine gitmemle başlamıştı her şey. malümunuz her ne kadar gecenin geç saati ve şiddetli bir soğuk da olsa, istanbul her daim hareketlidir. yalnız dün gece bütün istanbul dışarı çıkmamak için anlaşmışlardı sanki. giydiğim botun verdiği özgüvenle aldırmadan buzlu yolların üzerinden tenhaya doğru yürümeye devam ettim. nihayet gelmiştim atm'ye. tabii tedirginlik var biraz. derhal murphy'nin yedi düvelini saygıyla yâd ettim. ama gel gör ki hiçbir kimseyi göremedim ve paramı çektim. mirket misali etrafı kolaçan ettikten sonra gözüme anormal bir olay görünmediğinden sebep gayet normal bir şekilde yurduma doğru yürümeye devam ettim. yurdun yaklaşık 100 metre aşağı tarafında karanlıklar lordu sauron'un bile tırsacağı bir tenha var. o tenhayı geçmeden yurda ulaşmak mümkün değil. zira o tenha balicilerin yuvası niteliğinde. felak nas okuyarak ayağımın kaymasına aldırmadan, hızlı adımlarla yürümeye devam ettim. tam tenhayı geçeceğim bir vakit, boğazımda bir soğukluk hissettim. aha sı*tık dedim. derhal izlediği filmler aklıma geldi. adamla göz teması kurduk. beklediğimin aksine sakalsızdı. zira suriyeli olmasından şüphelenmiştim. gözlerimi dört açarak adamın arkasına bakmaya başladım. planıma göre adam arkasına bakacak bende o arada okkalı bir tekme savurarak run forest run diyecektim kendime. ama öyle olmadı. adam cüzdanını bana ver ve arkanı dön dedi. tabii bu kadar kibar değil. tam olarak ne dediğini hatırlamıyorum. ama cüzdanı anlamıştım. yapacak bir şey yoktu. malum burası esenler. cüzdanda aşağı yukarı 135 lira felan para vardı. tüm paramı çekmiştim. cüzdanı teslim ettim adama. gıdım üzülmedim ama müthiş bir macera geçmişti başımdan. adamın cinayet işleyecek bir surata sahip olmadığını görünce hepten neşelenmiştim. bunlar 40 50 saniyelik olaylar tabii. ardından aniden sessizliği dinlediğimi fark ettim. arkamı dönmüştüm cüzdanı verdikten sonra. bir baktım adam asafa pavıl olmuş yokuş aşağı koşuyor. tam çok şükür ucuz atlattık demek üzereyken cüzdanın yerde olduğunu fark ettim. kimliğim vesair hepsi içindeydi. bir kez daha sevindim bunun üzerine. üzüldüğüm tek şey sigara paramın kalmamış olmasıydı. cüzdanı elime aldım. fakat aman yarabbi o da neydi!!! cüzdanımda tam tamına 130 lira para vardı. hırsız sadece beş lira çalmıştı -helali hoş olsun- dumur olmuş bir şekilde adamın yavaş yavaş gözden kaybolmasını izledim. ve cesaretimi toplayarak hırsızın peşinden koşmaya başladım. alimallah aralıksız beş dakika koştum ve hırsızla aramda ufak bir mesafe bıraktım. hırsız dikkat çekmemek için olsa gerek yürümeye başlamıştı zaten, benim onu takip ettiğimden haberi yoktu. ufak bir dükkana girdi vicdanlı hırsız. 1 dakika içinde iki poşetle dışarı çıktı. elinde süt kutusu ve ekmek gözüküyordu. ben hâlâ olayın etkisinden sıyrılamamıştım. hırsızın peşine dükkana girdim. nasıl akıl ettiysem bunu, kendime hayran kaldım. bakkal amca virane bir evde oturduğunu söyledi "hırsızın." evin yerini aklımda tuttuktan sonra. soğuğa ve gecenin ilerleyen vaktine aldırmadan, gecekonduya doğru ilerlemeye başladım. sigara almaya çıkmıştım, başıma neler gelmişti.

    nihayet hırsızın "evini" buldum. tam anlamıyla viraneydi ev. elektrik bile yoktu evde, mum ya da lüks yanıyordu heralde. içerden bebek sesi geliyordu. rüyada olmadığıma kanaat getirdikten sonra beyin fırtınası yaptım. aklıma müthiş bir fikir geldi. derhal bakkala geri döndüm. taşıyabileceğim kadar, erzak aldım. makarna pirinç mercimek küp şeker bile aldım. tanrı şahidimdir, taşıyabilecek durumda olsaydım bütün paramla erzak alırdım. müthiş bir heyecanla gecekonduya geri döndüm, cesaretimi toplayarak kapıyı çaldım. yaklaşık otuz saniye sonra orta yaşlı bir kadın açtı kapıyı. elimdeki poşetleri gördüğü an ki bakışını görecektiniz, aman yarabbi ne kadar şaşırmıştı. hırsız abi, korkmuş olmalı, doğru ya polis gelmiş olabilirdi. o yüzden hanımını göndermiş olmalıydı. inanın tek kelime etmedik. ben tam poşetleri bırakıp tabanları yağlayacağım vakit, hırsız abi kucağında iki yaşlarındaki bir bebekle kapıya geldi. tedirgin bir hali vardı. inanın o an üçümüz birlikte ağlamaya başladık. hırsız abi hıçkırıklarla ağlıyordu. erkekler ağlamaz sözlerine inat. hayatımda hiç o kadar içten bir şekilde ağlamamıştım. şu an bile gözlerim sulandı... kendime gelince poşetleri bıraktım ve var gücümle yurduma doğru koşmaya başladım.

    bu da böyle bir anımdır.
  6. itiraf ediyorum, benim için hayal kırıklığının miladı hayta babamla değil, mavi bakkal'ın sahabısı murat amcayla başlar.

    yaşım 5, en fazla 6, tam emin değilim. o zamanlar gazeteler,çoluk çombalak kültürlensin diye çılgın atıyor. yeni yüzyıl gazetesi bir sürü çocuk klasiği veriyor her hafta, sabah gazetesi henüz bizlere ait o zamanlar, ozmo veriyor her gün, tv'yle paralel takip edilebilecek ingilizce öğrenim seti, magic english, ayşegül serisi, hürriyet gazetesi şirinler'in maketlerini veriyor, hikayelerini veriyor, bulvar - tan gazeteleri meme falan veriyor, çılgın günler ve gecelerdi.

    bakkal çağım gelmiş, her zeytinburnu jojuu gibi ben de mavi bakkal'ın yolunu tutuyorum her sabah ekmek, yumurta almak için. üç alıyorsam ikisini kırıyorum zaten, amatörüm daha. neyse. bu canım bakkal muradım şirin bir amca. bir ara mavi önlüklüydü hatta, milenyum'dan sonra giymedi, global oldu o da başımıza. ben bakkala girdiğimde istediklerimi söylerim, o da sarıp verir, güler, para aldı üstünü verdi olurdu ve alışveriş sekansını bakkaldan çıkmamla çekip bitirmiş olurduk.

    sabahlardan bir sabah efendim. yine girdim bakkala. murat amca yumurtaları seçerken benim gözüm ozmo eklerine ilişti. çocukken öyle elleyen, bakan bir şey değildim, baya baya ürkerdim insanlardan. (şimdi elleyip bakıyorum, korkacak bir şey yokmuş) uzaktan böyle kapağına bakıyordum, yaklaştım bir sayfa açtım. diğer sayfayı çevirmeye kalmadan benim çılgın murat amcam "oy yavruuım!" diye bir güldü, kollarını açtı! zıpladım korkumdan döndüm gerime, murat amca dede gibi sarıldı bana, tabureye oturttu. "bundan sonra burda bakıp sevdiğin, okumak istediğin, boyamak istediğin ne varsa al, hepsi senin olsun, olur mu yavrum? " dedi. ohaohaohaohaoha yani bütün o kitaplar, ozmolar,maketler benim miydi, hepsini sormadan alabilir miydim!

    çok sevinmiştim, çok şaşırmıştım, donup kalmıştım bir de, sadece "ı hı" diyebildim sessizce. o gün bana bir çocuk klasiği ve ozmo verdi. sonra her gün gerçekten de ne istediysem gülerek, konuşarak, "oku iyi çalış ha" diye dede gibi tembihleyerek verdi bir sürü kitap, dergi, boyama kitabı ve maketi. benden başka çocuğa yapıyor muydu böyle bilmiyordum. murat amcanın en sevdiği çocuk olduğumu düşünüp çok seviniyor, ona ve bana verdiği hediyelere layık olmak için daha türkçe grameri, hatta alfabeyi sökememiş bir bızdık olarak ingilizce öğrenmeye çalışıyordum, çok okuyup, daha çok boyuyordum. durduk yere murat amcanın benim bile bilmediğim bir sebepten bana inandığını düşünüyordum.

    sonra yine bir gün, bakkaldan içeri girdim. girer girmez hep yaptığım gibi gazetelerin ve verdiklerinin istiflendiği yere gittim. bir de ne göreyim! tübitak (o da bizlerin o vakitler) hayvan ansiklopedisi vermiş! sert kapak, renkli kuşe kağıt, 100 küsur sayfa... o bittiricik yaşımda bile edepliyim ama, al dediler diye elime ne geçerse tutup almıyorum. ama biliyorum ki neyi sorsam gülerek veriyor murat amcam. canım amcam. ağzına eşşek sıçaydı amcam.

    dedim "murat amca, bu parayla mı, gazeteyle mi?" bir yandan da kitapla beraber yumurtaları kırmadan nasıl götüreceğimi düşünüyorum, kitap artık benim çünkü, nezaketen sordum ki "alıp gitti arsız veled" olmasın. ben tam "al yavrum, hala soruyor musun? " demesini beklerken "bırak bırak bırak! bırak hepsini geç şuraya!" diye bağırmasın mı bana! korktum, ağzımı da açamadım ne oldu demek için. dediği yere ürkek ürkek geçtim. elime ekmekle yumurtayı tutuştururken "bir daha burdan tek bir kağıt çöpü bile almayacaksın duydun mu! sana kitap mitap yok bundan sonra anladın mı!" diye ikinci fırça darbesiyle beni yatmaya daha 98 fırça darbesi varken melissa p. yaptı hıyarto! "hı hı" dedim gözümü kara beton zeminden ayırmadan. içerde düşmemeleri için alt çenemi şiddetli vibrasyona aldığım gözyaşlarım, kapıdan çıkar çıkmaz şeker kız candy'nin arthur için döktükleri gibi bir sağa bir sola süzüldü ip gibi. anlamın ne demek olduğunu bilmediğim bir yaşta bir anlam arıyordum bu yaptığına. ondan kitap istememiştim, iyi davranmasını da, dede gibi olmasını da. çocuklar belli bir yaşa kadar evcil hayvanlar gibi, her şeye ve herkese, özellikle ilgiye ve ilgi gösterene çok çabuk alışıyorlar, onları benimsiyorlar. ben de öyle olmuştum. birden bire kovalanmak, üstelik sebepsiz bir şekilde azar işitmek çocuk kalbimi kırmış, en kötüsü de kendimi kötü davranılmayı hak eden akılsız bir çocuk gibi hissettirmişti.

    ben hep gösterip de elletmeyenin önce babam olduğunu anlatır, düşünürdüm ama fark ve itiraf ediyorum ki ilk sütü bozuk, bakkal murat amcaymış. bu benim hayattaki ilk yanılgımdı. öğrendiklerimi tekrar ettirip, daha iyi belletmek için hayatım karşıma aynı hataya düşme fırsatını 14 yıl sonra tekrar verecek, ben de hiç düşünmeden fırsatı krize çevirecektim...

    hâmiş : bugün ingilizceyle hiç derdim olmadan büyüdüysem yan yana, hep o ozmo' lar sayesinde youser'lar. dergisinde, tv programında emeği geçen kim varsa god bless them yeminle, ındaaağiyaay vil oolveyiz lağv deem...
  7. bu yaz çok üzüldüğüm birşeyin sonrasında yazılmıştı bu yazı...


    işyerim sanayinin göbeğine çok yakın. meydandaki bankaya giderken iki büklüm bi teyze gördüm. bembeyaz pamuk gibi bi teyze. beli iki büklüm yürümeye çalışıyor. giyimide tertemiz. dilenci değil. geçtik gittik.

    ben bankada işimi hallettim. ofise geldim. çay aldım kapının önünde içiyorum. bi baktım teyze anca buraya kadar yürüyebilmiş. ben onca işi hallettim o sırada.

    seslendim.

    -teyze nereye gidiyosun?
    -neden sordun çocuğum?
    -gideceğin yere bırakıyım arabayla seni?
    -sağol. yakın hemen şura. bana yardım yapıyor. onu almaya gidiyorum.
    -teyze bi dk bekle bende bi yardım yapayım sana olurmu?

    koşarak gittim. çantamdan aldım. teyzenin yanına geldim.

    biraz şaşırdı görünce bişi diyemedi.

    -benim içim çok yanıyo bugün teyzecim. nolur benim için dua edermisin? (dediğim anda gözümden yaşlar dökülmeye başladı)
    -(ben bi anda ağlayınca teyzede şaşırdı) ağlama çocuğum. niye ağlıyorsun? neye üzüldün?

    diyemedim sadece gözümden yaşlar pıtır pıtır dökülüyor... çok içim acıyo diyebildim.

    -benim senin kadar kızım vardı vefat etti. bi kızım daha var. kanser. hastanede. başkada kimsem yok. üzülme çocuğum. derdin neyse allah dermanını verir. üzülme yavrum... bi anda değişir herşey. allah seninde yüzünü güldürür çocuğum...

    teyzeninde gözler dolu dolu oldu. bende zaten durmuyor akıyor.

    sonra hem kendi üzüldüğümden utandım, hem ağladığımı kimse görmesin diye teyzeyi öptüm kaçtım. keşke numarasını alsaydım kızınada bi faydam olurdu belki. bide ona üzüldüm dünde böyle bi gündü. (ağustosun ilk günleri...)
  8. annem 10 yaşındaki kuzeninin iç burkan hikayesini daha dün anlattı ve kendimi tutamadım, o cümleyi duyar duymaz birden ağlamaya başladım.

    bundan 35-40 sene önce annemin yüksel adında bir kuzeni varmış. 10 yaşında bir çocuk. böbrekleri çalışmadığı için babası (annemin amcası) köyden istanbul'a diyalize getiriyormuş. (memleket ki bugun 12 saat olan o yol 40 sene önce kimbilir kaç saattir.) ama yoksulluk da olduğu icin düzenli olarak değil de iki ayda bir para buldukça çocuğu alıp getirirmis. annem çocuğun çok pis koktuğunu, insanların ona hastalıklı, mikroplu muamelesi yaptığını bu yüzden de kimsenin çocuğu evine almak istemediğini söyledi. köyden geldikleri bir gün annemlere gelmişler, annem çocuğu yıkamış. sonra doktora gitmisler ve çocuk babasına "baba ben öleceğimi biliyorum, bi daha beni buralara getirip boşuna masraf yapma, köye götür orada öleyim" demiş. 10 yaşında bir çocuk babasına aynen böyle demiş. annem bunu söylediği an tutamadım kendimi başladım ağlamaya. çok etkilendim, çok üzüldüm o çocuk için. köye gittikten kısa bir süre sonra da çocuk ölmüş...
  9. sanırım bu başlığa daha çok yazacağım, başlayalım hele bir.
    bir liranın hesabını bin kere yaptığım yıllar. sefalet diz boyu.
    lisede il geneli yapılan kompozisyon yarışmasında birinci olmuştum. ödül töreni şehir merkezine uzak bir okulda yapılacaktı. dereceye girmis öğrencileri okul müdürleri kendi araçları ya da okulun aracıyla götürürlerdi. törenin yapılacağı gün okul müdürünün evine gittim, kapıyı çaldım, kapıyı açan müdür oldu. hocam dedim mahçup bir edayla, şey, ödül töreni vardı. müdür misafiri olduğunu, gelemeyeceğini söyledi, sen git kara, dedi.
    hava bulutlu, yağmurun eli kulağında. cebimde sadece gidiş için yol parası var. dönüş için endişe etmem gerekmezdi çünkü para ödülü vardı ve hatırı sayılır bir meblağdı.
    minibüse binip yola koyuldum. indiğimde yağmur başlamıştı ve benim daha 15 dk yürümem gerekiyordu.
    yürüdüm. çamura bata çıka, sırılsıklam bir halde tören henüz başlamışken vardım okula.
    seyirciler var kalabalık bir ortam, arkalarda ayakta duruyorum, dereceye girenlerin isimleri okundu, sahneye davet edildim.
    kulaklarimdan, burnumdan sular süzülüyor aşağı. sahneye çıktım öylece. ayakkabim, pacalarim çamur.
    vali de katılmış törene. göz göze geldik. tam karşımda. belli ki ödülü o verecek. zaten valiliğin düzenlediği bir yarismaydi. vali yanindakinin kulağına bir şeyler fısıldadı beni bir süre suzdukten sonra. sinirlenmisti. belli ki görüntüm onu rahatsız etmişti, protokolde güzel görüntüler olmalıydı.
    tanrım bitseydi artık şu tören. vali sahneye çıktı ödülleri vermek üzere. benim sadece elimi sıktı, diğerlerinin yüzünü de opmustu.
    mühim değildi, bir paket içinde ödülümü alıp kendimi attım dışarı. aceleyle zarf içindeki parayı aradi gözlerim. heyhat. kutunun içinde iki kitap vardı yalnızca. biri saçma sapan bir polisiye kitabı, diğeri ise nutuk.
    bir buçuk saat yol yürüdüm yağmur altında. kitapları çöpe attım yoldayken daha. eve yetistiğimde tükenmiştim.
    katıldığım son yarışma olacaktı bu.
  10. annem, okulumuza veli toplantısına geldi. ayağında arkası yırtık kara lastik ayakkabıyla.
    paramız yoktu. yeterince. canım anam. hem anam hem babam.
    hamallık bile yaptım bir dönem. okul masraflarım için. bana sen hamala benzemiyorsun okuyor musun dediklerinde tıp fakültesi okuduğumu söyler geçerdim. aferimler havada uçuşurdu.
    heyy gidi günler heyy.
    çok şey öğrendim hayattan. çok.
    iki kelime sırtımı eğemez.