1. anı mı oldun oğlum şimdi?

    ah be canım kardeşim, zaferim, haberim bile olmadı. o kadar kendimize düşmüşüz ki.

    daha iki gün önce

    "resmiyetine sıçtığım, hayat sana güzel eşek gibi yatıyorsun, ömrüm çürüdü" demiştin.

    kalbim çürüdü be oğlum.

    "kaç yıl var be kardeşim?

    kaç yıl var yaşadığın insanca, kaçı hüzün bunun, kaçı mutluluk..."
  2. 2016 mart ayı.fitness'a yazılmak amacıyla yurttan çıktım,yolun karşısına geçtim.o sırada 15-20 metre önümde kaldırımda bir hareketlilik oldu.yaşlı bir teyze ayağı takılmış yere düşmüş.teyzenin gözünde gözlük var.yüz üstü düşüncede gözlük yüzüne batmış,yüzünde 3-4 bölge yara bere içinde kalmış.neyse gören halk ve ben koştur koştur teyzenin yanına gittik. teyzeye sesleniyoruz cevap vermiyor,kulağını kontrol ediyoruz ara sıra,çok şükür sıvı yok. kalabalığı gören bir hemşire arabasını yola parketti geldi,teyzeye yardımcı oldu.sonra kızı daha sonra da ambulans geldi.teyzeyi görevliler ayağa kaldırdılar,ambulansa bindirecekleri sırada onları durdurdu,arkada yardım eden ben ve birkaç kişiye seslendi:"vaktinizden çaldım,kusuruma bakmayın,hakkınızı helal edin."

    helal olsun be teyze.sana helal etmeyeceğimde kime edeceğim?
    eale
  3. buraya beraber ekşi patlayınca girmiştik. ilk benim girmemden sebeple kullanıcı adını bana göre almıştı. beş sene aynı evi paylaştık. hayat işte; bir senedir kendi yollarımızdaki mücadeleyi sırt sırta verip vermeme kararı almaya çalışırken ayrılmanın daha iyi olacağına inanmak zorunda bıraktı beni. güzel kadındı. hep çok güzel bi' kadın olacak. aklıma bugün, burada 'karım' olduğunu belirten nick'i geldi. girip sadece yazdıklarını okudum. hatalarını, üslubunu, doğrularını görüp ne kadar özlediğimi hissettim. artık ara ara girip yazacağım. ne zaman girsem önce rastgele bi' yazısını, onu yanındayken izlediğim zamanlardaki gibi hayal ederek okuyacağım ve sonra onun buraya artık girmediğini bilerek bi' şeyler karalayıp çıkacağım. iyi ki oldu... benim hayatımın sonuna kadar en çok, en delice sevmiş olduğum kadın olarak kalacak. tanrıya inanmam fakat dileğim; çok mutlu olup, sevip-sevilip güzel çocuklarını sevsin de buradaki nick'lerimizi hatırlamasın hiç. insanın yüreği reel anlamda da acırmış çünkü...
  4. çocukken hep uzaklara gitmeyi isterdim. kaçıp uzaklara gitmek isterdim, ne zaman bizimkiler kavga etse. annemin bir vesikalık fotoğrafını alıp yastığımın altına koyardım, gece uyanıp gitmeye karar verirsem, gittiğim yerde özledikçe bakarım diye çünkü bir tek onu görmemek zor gelir bana. sabah uyandığımda unuturdum her şeyi ve yine oyun oynamaya dalardım yine kavga ettiklerinde tekrar bir vesikalık fotoğrafını alırdım çekmeceden; böyle geçti çocukluğumun bir bölümü yastığımın altıda fotoğraf saklayarak. bir gün babam ile annem nüfus dairesine gitti, resmi nikahı kılmak için çok geç kıymışlardı çünkü. annemin vesikalık fotoğrafını istediler nüfustan, annemde evde olacaktı dedi ve aramaya başladı, sonra bulamadı kadın, ne yapsın ne bilsin fotoğrafların her birini sırasıyla yastığımın altında her gece sakladığımı ve sabah uyandığımda o fotoğrafın gitmiş olduğunu. sonra babam, kızdı anneme ne yaptın fotoğrafları diye, kavga ettiler. sesimi çıkaramadım, o günden beridir uzaklara gitmek istemedim.
  5. pek tanıdık birilerinin olmadığı bir sokaktan geçerken yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk oyun oynuyordu. yanına bir arkadaşının daha geldiğini gördüm. yeni gelen bir süredir yoktu anlaşılan ki önce bir sevinçle özlemlerini giderdiler. yanlarına yaklaştıkça konuşmaları daha da netleşti. yeni gelen bir şeyler soruyordu.

    -arda nerede? hadi onu da çağıralım.

    önce bir sessizlik oldu. sonra o cevap geldi:
    -cennette.

    yeni gelenle beraber bakakaldık, bir açıklama yap dercesine. başını öne eğdi bizim oğlan.

    -sen burada yoktun. bir trafik kazası oldu. arda cennete gitti.

    bir yandan yüzünde cennetin güzel bir yer olduğunu düşünüp arda için sevinirmişcesine bir bakış, diğer yandan arkadaşını özleyen, bir daha göremeyeceğinin farkında, düşen küçücük omuzları..
  6. sadece başka bir yerde gördüğüm bir yazıyı paylaşmak istedim beni derinden etkiledi..

    kurtuluş'ta bir evdeyim. istanbulun alışıldık, eski, dökük, eşyaları birbirinden uyumsuz az rutubet kokulu bir bekar evinde misafirim.
    normalde bu evde misafir olmam ben çünkü kendi evime en yakın arkadaş evi bu mekandır. bende anahtarı vardır. evde kahve kalmaz gelir alır giderim. bilmukabil, benim evden de gecenin üçlerinde ne çukulatalar kaçar bu eve.

    ben lazım oldu diye mavi fularımı geri almaya girdim eve.
    yerini de telefonla sorup öğrendim.
    kapıyı açmamla içerdeki adam irkildi. ben irkilmeyi geçin bir kalemde çığlığı bastım. evsahibinin babası yok ve bu adam sevgili olmak için fazlasıyla olgun.
    o halde iyiniyetli bir seçenek kalmadı geriye sandım.

    şık bir takım elbise adamın üzerinde. alışılmış baba figüründen bağımsız, dümdüz bir karın.
    elli küsür yıllık saçlarını jölelemiş, bütün salon traş kolonyası kokuyor.

    neyse atlattım ben paniği. ziyadesi ile kibar bir beyfendi. aile dostları imiş.
    telefonla teyit aldırdı bana güvenebilmem için.arkadaşımı aradım. -gelmiş mi?- dedi.-iyi bir insan, ileride sık sık karşılaşırsın umarım- dedi. gülüyor da şırfıntı içten içe. anlamadım ama adam güvenilir duruyor.

    beyefendi (bizim kız adamın adını da söylemedi bana kim olduğunu da) - çok korktunuz siz, bir kahve ikram edeyim acaleniz yoksa-

    ne acelem olacak beyfendi, acelem olsa mavi fularları kafaya takıp terliklerle yollara düşer miyim? kahve ise en zayıf olduğum nokta.

    ben diyorum ki adama; siz tam olarak nesi oluyorsunuz?
    o bir anda tüm mantığını mutfakta bırakmış gibi yerdeki kenarları püsküllü turuncu mindere bakıyor.

    başlıyor, başlıyoruz:

    yıllardan 1975.
    ben o zamanlar harp okulundayım. feriköy'de bir güzel restoran var dolapdere'ye inen yokuşun başında.
    aslında yasaktır bize alkollü ortamlar ama, hergün denize bakıp da bir rakıya dilini değirememek zor iş.
    kaçıp ayarladık birşeyler arkadaşlarla..

    kırmızı kadife sandalyeleri var lokantanın. lokanta diyorum ama şimdiki tabiri ile restaurant.

    mezeleri taze, etleri taa erzurumdan geliyor.
    iyi biliyorum çünkü yıllarca her hafta gittim sonraları.
    neyse, dün gibi aklımda tam su servisi yapıyordum rızanın bardağına, bir sarılık gördüm lokantanın sütunları arkasında. kafamı iyice eğdim ki bu nedir göreyim.
    dedim ki- bana deseler, hayalindeki kızı resmet, böyle güzel çizemezdim.-
    öyle bir duruluk, hiç boyasız dudakları, hem şuh hem hanımefendi kahkahaları, zaten ses de çizilemez ve anlatılamaz değil mi ya?
    bir saçları vardı, dedim ya ilk gördüğümde ışıklı birşeyler sandım.

    üç kadehi yarım saatte hiçbirşey duymadan konuşmadan tatmadan içtim.
    masadaki vazodan tek gülü aldım, yanına vardım.
    saçmaladım sanki, ne dedim hatırlamıyorum. sadece -zahmet etmişsiniz, müesseseden birşey demesinler- dediğini hatırlıyorum. bunu söylerkenki gülüşünü çizebilmek için resim kurslarına gittim sonraları. ama olmadı.

    o bana güldü ya, ben hergün feriköy yollarını arşınladım. tam 42 gün sonra, başında kara bir yemeni, gözleri ağlamaktan şişmişken gördüm onu.
    bir ev kadarlık mahalle camisinde gördüm.

    kalakaldım cami kapısında, en sona o kaldı. kollarında iki kadın, ayakta duramıyor.
    ama tanıdı sanki beni. kapıdan çıkarken yüzüme baktı -çok gülen gerçekten çok ağlıyormuş- dedi.

    doğumgününde ilk kez gördüğüm kadınımı, bir de ailesinin cenazesinde gördüm.
    sonra soruşturdum cenaze sahibini, öğrendim.
    teyzesinin yanında kalmaya başlamış.
    iki ay daha bekledim, sonra bir salı günü izin aldım, teyzesinin evinin orada beklemeye başladım. salıları pazar kurulurdu. bir umudum pazara gider diye..

    hakikaten çıktı evden. ben gizli gizli takip ettim. hiç unutmam portakal seçiyordu. pardesüsünün cebine
    10 sayfalık mektubumu bıraktım.

    gene de haftada iki gün gittim feriköy'e görürüm umuduyla.
    hiç beklemediğim bir gün geldi yanıtı.

    sonra 3 ay hayatımın en güzel dönemini yaşadım.
    hep film karesi gibiydi buluştuğumuz zamanlar.
    her çay bahçesine geri dönerdim onu eve bıraktıktan sonra.
    tüm konuştuklarımızı hatırlatırdım kendime.

    biraz durgundu.
    baba ocağı gibi olmuyor diyordu. her ne kadar teyze, anne yarısı olsa da..

    istetecektim ki tayinim çıktı.
    taa batman'a.
    onu götüremezdim. tam bir istanbul hanımefendisiydi.
    ben zaten aldırırım tayinimi diyordum.

    ağlaşa ağlaşa vedalaştık.
    tam da kartpostallardaki gibi vedalaştık garda.
    saçından tutam aldım, o zamanlar adet öyleydi.
    kendi göğsünde üç gün gezdirdiği bir mendil verdi.

    dayanamadım batmanda. zaten denizi olmayan memleket denize alışanı daraltır.
    kahverengiden başka birşey kalmamış aklımda. hiçbirşey umurumda değildi. istifamı verdim. babadan kalan parayla dükkan açarım dedim.
    sevdiğim yanımda olur. kabul ettirene kadar istifamı, bir yığın işler geldi başıma. ankarada askeri mahkemeye çıktım. ama sonunda kurtardım yakamı.

    ankaradan mevlana şekeri aldım. batmandan gümüş bilezikler, ipek şallar aldım. istanbula kadar hiç uyumadan geldim.

    teyzesinin kapısını çaldım. durumu izah ettim. hayırlı bir iş için de ziyaret edeceğim inşallah dedim.
    kadın boynunu büktü.
    -size yazdı ama haber alamayınca biz ısrar ettik, nazdır sandık, yalan söylüyor sandık, nişanladık. dedi.

    hayatımda ilk kez bir kadına kin duydum. kapısında ağladım yine de yalvardım. o adamla oturacağı evi temizliyormuş.
    adresini istedim.
    vermedi. ben çağırtayım dedi.

    elimde hediye paketlerim, yoluk yoluk olmuş çicekler merdiven basamağında üç saat bekledim.

    geldi, gözleri kan çanağı gibiydi.
    -neden yazmadın? - dedi. imdat demiş son mektubunda, canımdan can kopuyor demiş.

    -gelmedi ki mektup, dedim. ordudan ilişiğimi kestiğime dair yazı vardı elimde onu bıraktım avucuna.
    -daha nikah yok ki- dedim.
    -alayım gideyim seni-

    kurana el bastırmışlar, kayınvalidesi salmamış geri gelmez diye, oğlum öldürür kendini demiş.
    ağlamış, yalvarmış gitme diye.
    sonra da kurana el bastırmış.

    evlendi..
    ben öldüm. ne işlerde çalıştım o zamanlar, hiç anlamadım, süründüm oradan oraya. illaki istanbula döndüm her seferinde
    anlamsız insanlarla dost oldum belki bir haberini alırım diye..

    adam sustu. ben mutfaktan peçete getirdim. kendimi yokladım mutfakta. ilaç almadım, uyuşturucu ile alakam yok. sarhoş değilim. kim bu adam? neden dinliyorum, neden ağlıyorum onunla beraber? başıma neler geliyor benim?

    peçetesini uzattım.

    sustuk. on beş saat süren beş dakikalık bir sessizlik oldu..

    ben dayanamadım;

    -sonra bir daha gördün mü abi o kızı?-

    dedim. bir saattir o anlatmıştı ben dinlemiştim. hem konuşmamaktan hem de boğazıma oturan birşeylerden sesim acınacak halde çıktı. hem de abi dedim babam yaşındaki adama.

    o kadar cocukça, o kadar saf ve derindi ki acısı, oğlum desem yeriydi.

    -gördüm dedi. beykoz'da oturuyormuş. haberini aldım sonra. beykoz, paşabahçe, göksü arşınladım aylarca.
    gittim camcı dükkanı açtım oralarda. onu da batırdım sokaklarda sürtmekten.
    sonra buldum onu. evini gördüm uzaktan. saklambaç oynadım kendi kendime oralarda.
    bebeği vardı ilk gördüğümde. benim gibiydi sanki çocuk.
    aynı güzelim sarıdan saçlar. hep uzaktan seyrettim.
    koluna girerdi kocasının, ciğerimden boğazıma kadar ateş basardı. daha otuzlarımdaydım ama bembeyazdı saçlarım o elini bir adam kolunda görmekten.
    gülerken görünce hem sevinirdim mutlu olduğuna hem de nefret ederdim herşeyinden, benim mutsuzluğumla karşılaştırınca.

    zaten imanı bıraktım bir kenara, kurana el bastığı içindi tüm bu acılarım. her akşam içerdim. hiçbir içki onu gördüğümdeki kadar yakamazdı midemi, genzimi.

    tek tesellim, kocası iyi bir adammış. hani şakadan, eğlenceden anlamazmış ama bir dediğini de iki etmezmiş. tüccarmış, hali vakti yerindeymiş.
    köşe minderi gibi adam derlerdi. ne hayır demeyi bilir, ne sesini yükseltir.

    bir gün sahile gidiyorlardı yine, cocuk o zamanlar yürüyordu. üç yaşında falan. önlerinden koşuyor. o da kocasıyla o kabusum olan eli kolunda haliyle arkadan geliyor.
    düştü yavrum. ama nasıl düşmek. etimden et koptu sanki.

    tutamadım kendimi fırladım. o da fırladı, kocası rahmetli, ağır adamdı herhalde, arkada kaldı.
    çocuğu kaldırırken yerden, eli elime değdi.
    -sağolun beyfendi- dedi, sonra kafasını kaldırdı.

    sen hiç yüzü değişmeden ağlayan insan gördün mü? ben gördüm.
    öylece olanca güzelliği ile resim gibi duruyordu yüzü, ne kaşı oynadı ne gözü, sicim sicim ağladı.

    ben sadece;- benim kızım olabilirdi, olsaydı-
    diyebildim..

    taşıdım evi barkı sonra.. dayanamadım.
    kocası vefat etmiş. çook sonraları duydum.
    keşke kalsaymışım, kaçmasaymışım.

    ağlıyorum ben de. mavi fular diye çıktım evden.şimdi hüngür hüngür ağlıyorum.
    tanımıyorum adamı. nedir derdi? kafası mı güzel bilmiyorum.
    aşıkla aşık olmuşum, sarsıla sarsıla ağlıyorum.
    peçetenin de sonuncusunu ona vermişim.

    hıçkırığım bitmiyor ki nefes alıp soramıyorum; -peki siz kimsiniz? diyemiyorum.

    20 yaşındayım o zaman, zehir gibi kafam ama ağzımdan sadece mahallenin sokakta çekirdek çitleyen, cama minder koyup karşı komşuyla dedikodu yapan teyzeleri gibi yayvan bir -eeeee?- kopuyor dilimden.

    -e' si, - diyor adam,

    buldum izini. yemeğe götüreceğim akşama. yüzük de aldım, bak bakalım beğenecek mi?

    ben yüzüğe bakıyorum, çok güzel, dünyanın en güzel yüzüğü. kutusunda - naim kuyumculuk/batman- yazıyor.

    o eve bakıyor, gülümsüyor.
    bir minder daha koyuyor sırtına;

    -hala kızımmış gibi-, diyor. -kızımın evi gibi rahatım.

    arkadaşımın annesi, asiye sultan evleniyor.
    arkhe
  7. annem öldükten 3 ay sonra ağlayabilmem.
  8. babami hic tanimadim ben kucukken ayrilmislar annemle ve hic gorusmedim
    bir gun ilkokulda siniftan bir arkadasimla kavga ettim ama sac bas bir kavga
    ertesi gun bu kavga ettigim kiz babasini okula getirtip benim kizimi neden dovdun vesaire diye bana bagirmisti.
    kiz benim babamla gorusmedigimi biliyordu daha sonralari beni uzmek icin babasina aldirirdi kendini ve bilerek hep sarilirdi gozumun onunde.
  9. otobüsteyim. sadece benim yanım boş. kadın bindi otobüse. oturduğum yere doğru yürüdü bana bi bakış attı. sonra yürümeye devam edip arkada ayakta durmayı tercih etti. ne kadar kırıldığımı anlatamam...
  10. üniversite sınavına hazırlandığım dönemde bir sabah erkenden kalkmış dershaneme doğru yürüyordum. yağmur mu yağmıştı neydi, hava hafif serin, yerler ıslaktı. bir köşe kalmıştı dershaneye varmama, orayı da dönünce biraz yürüdükten sonra sınıfıma girip dersimi dinleyecektim. köşeyi döndüm, az ileride bir motor tamircisinin önünde iki tane çocuk havaya doğru taş attıklarını gördüm. meğersem elektrik teline konmuş vaziyette uyuyan kumruyu hedef seçmişler ve vurmaya çalışıyorlar. çocuklara dur demeye kalmadan birisinin attığı taş isabet aldı ve hedef yere düştü. kumruyu başından vurmuştu, gözünden kan boşaldı yere. 2 dakika onun çırpınışını izledim, ne yapacağımı bilmiyordum. çocuklara da bağıramadım, siktir olup gidin diyemedim. içimde de kalmadı açıkçası. çok kırılmıştım. susmuş kalmıştım. üzerinden seneler geçti fakat unutamadım o sabahı.