1. arkadaşımla bir yerden dönüyorduk. çöpleri karıştıran bir adam gördük. saçı sakalı birbirine girmiş ama genç biri. haşlanıp yarısı yenip çöpe atılmış mısır'ları yenebilir mi diye yokluyor.
    azıcık ilerledik ve yanımızdan geçen bir ada'ma çöpleri karıştıran adamı göstererek arkadaşımla bir araya getirdiğimiz küçük bir miktar parayı vermesini rica ettik.
    ada'm çöpleri karıştıran ada'mın yanına gitti biraz konuştu ve geri döndü verdiğimiz paralar elindeydi.
    ada'm ben dilenci değilim, demiş. o günü yaşadığımdan beri ada'mın deli olmadığına dair içimde garip bir his uyanıyor. ve bu anının beni niye bu kadar üzdüğünü de çözemiyorum.

    yine aynı arkadaşımla pazara gitmiştik. çok önemsiz bir iki şey aldık. neydi şimdi hatırlamıyorum. arkadaşım iki liralık şey için yüz lira vermiş. üzerini almadan dönmüşüz. tam fark ettik ve o esnafı bulamayız diye konuşuyoruz. arkamızdan biri seslendi. paranızın üstünü unuttunuz, dedi ve 98 tl arkadaşımın avucuna bıraktı, teşekkür bile edemeden uzaklaştı.
    bunu hep kötü zaman'larımda hatırlamak isterim. belki de dünya hala bu güzel insanlar için dönüyordur, diye geçiririm içimden!
    ve kendime senin entel dantel acıların ne ki, onca acı onca yoksulluk varken, derim.
  2. küçüğüm o zamanlar. yuksek dağların ardinda bir yayla evi. babanemle kapi eşiğinde oturuyoruz. çay demlemiş. rahmetli sadece çayı demlerdi, bardakta çayı açmak için ayrica su kaynatmazdi. sadece demden içerdi çayı. o gün bende istemişim demek ki, sadece dem içemem diye su da kaynatmiş. kackarlari izliyoruz diz dize. dedem de ben dogmadan önce ölmüş. nereden geldiyse ben babanneme ' nana - bizim orda oyle derlerdi- dedemle nasıl tanıştınız? ' diye sordum. 'dugunden sonra' dedi. o zamanlar oyleydi ve ben bunu yeni öğrendiğim için çok şaşırmıştım. ' ama nana ya dedem çirkin olsaydi, nasil kabul ettin bunu, onceden gormen gerek, cirkin ciksaydi ne yapacaktin? diye soru yagmuruna tutmaya başladım rahmetliyi. tek bişey dedi; ama cok güzel çıktı. gözlerinde yaş.

    not: bu evlilik 49 yil sürmüş. 5 çocuk, ve 12 torun sahibi olmuslardi. babanemin hala aglayabiliyor olmasi nasil bir 49 yil oldugunu acikliyordu.

    nur icinde yatin.
  3. kaybedilen babanın telefon numarası, gsm operatörüne bildirilerek iptal ettirilmiştir. ancak o numara rehberden bir türlü silinemez. aylar sonra aranır amaçsızca. ''bu telefon kullanılmamaktadır'' anonsu beklenirken aksine çalar telefon. ve bir başkası cevap verir sonunda; ''kimi aramıştınız?''
  4. insanların gerçek sorunları var, kuşkusuz benim de daha önemli sorunlarım var ama nedense zaman zaman aklıma gelir ve hayatımdaki bir çok eksikliğin sebebini buna bağlarım.

    ilkokul çağlarında dışarıda oyun oynarken parmağıma diken/kıymık tarzı bir şey batmıştı. canımı yakıyordu ve iğneyle çıkarılması lazımdı. neden bilmiyorum ben bunun için ağlayarak bir üst komşumuzun evine gitmiştim. annemlere söylemeyin diye de yalvarmıştım. ağlaya ağlaya komşu teyzeye emanet etmiştim kendimi. bunu kimse bilmez mesela ama ben merak ediyorum ve içim burkuluyor, 9-10 yaşında bir çocuk neden yabancı birine ailesinden daha çok güvenir?

    benim çocuğum böyle bir şey yapsa kahrımdan öleyazardım.
  5. henüz okula bile başlamadığımız, amcamların da memlekette yaşadığı günlerdi. muhtemelen 18-19 yıl öncesi. amcamlara gittiğimde masanın üzerinde pempe renkli ve üzerinde ufacık gri şekilleri olan iki koltuğu, iki kanepesi, ortasında masası ve masasının üzerinde beyaz fincan takımı olan bir barbie seti gördüm. büyülenmiştim. benim de oyuncak bebeklerim vardı ama bu kadar teçhizat gözlerimi kamaştırmıştı. birkaç gün üst üste gidip adeta sergilenen ve sanki picasso eseriymiş gibi katî suretle dokunulmayan bu objeler bütününe bakıp geri döndüm. salyalarımı fark ettiğinden kuşku duymadığım amcamın zalım kızı bi tur bile bindirmedi be. hani gidip babamdan bana da almasını rica edecek bir çocuk da değildim. sonra, sahip olmanın kibriyle atılan bana muhtaçsın bakışları midemi bulandırdı. "senin oyuncağına mı kaldım kızım!" da demeden şu yaşıma kadar koruduğum sessizliğime bürünüp mabedimdeki bu kutsal putu parçaladım. artık gidip onu görmesem de kalbimin bir köşesinde hep yaşatıyordum. kendi oyuncak bebeğime bakıp o seti hiç görmemiş olmasına üzülüyordum, büyük ihtimalle onun da üzüldüğünü sanıyordum. sonra, odanın bir köşesinde çekmecesine yerleştirilmek üzere duran çorapları gördüm. o an kafamda bir ampul ve üst tarafında, güneş ışınlarını belirtmek üzere çizdiğimiz o doğrulardan belirdi. uzun olan çoraplarla kanepe, patik olanlarla koltuk yapıp ortaya da sadece misafir geldiğinde kullanılan kül tabağını yerleştirdim. fincanların eksik olması asla üzmedi, onları varmışlar gibi hayal edebiliyordum. daha sonra ev tekstil ürünlerinden yatak, havuz, mutfak dolabı bile yaptım. her gün çorap çekmecesi düzenlemek zorunda kalan annemin ufacık kızmalarına da aldırmayıp mutlu mesut oyunumu oynadım.

    buruk hissettirse de teşekkür ederim amcamın kızı, o sete dokundurmadığın için. çünkü o gün öğrendim sahip olamadığım bir şey için üzülmemeyi, sahip olduğum her şeyin doğru gözle bakıldığında ne kadar kıymetli olduğunu.
  6. bir müddettir ciddi bir rahatsızlık yaşıyorum. hayatımda bu kadar acı çekmedim, bu kadar kanama, bu kadar huzursuzluk, bu kadar hangi ilaç iyi gelir denemesi yaşamadım. geçecek inşallah. insanlar neleri atlatıyor. bu gün ilk kez iş yerinde normal insan gibi durabildim. soranlara iyiyim dedim. akşam evdekilerede aynı şekilde. ama bazen öyle bişey oluyoki bi taraftan sevinirken iyiyim bugün demekki iyileşiyorum diye, şükrederken sağlığa; diğer taraftan gelip kursağınızda bırakıyor birileri sevincinizi.

    yinede şükretmeliyiz sağlığımıza. sağlığa şükrederken, hep de dua ettim allahım beni maddi manevi hiçbir şekilde birilerine muhtac etmesin. ben kendi işini kendi yapan, dik duran, her işin altından kalkan dimple olayım hep. amin

    bugünü hiç unutmayacağım.
  7. yardım topluluğumuz dolayısıyla ilk gittiğim evi asla unutamıyorum. aile suriyeliydi, türkçe bilen sadece bir çocuk vardı, okula giden iki. evlerinde oturacak koltukları bile yoktu ama benden daha neşeli, daha güler yüzlü ve hayata daha sıkı sarılan insanlardı hepsi. okula giden muhammed yanıma gelip joleli saçını göstererek bak senin için sürdüm demişti. utana sıkıla yanıma gelip abla top getirdiniz mi diye sormuştu, top oynamayı çok seviyormuş. her şeyi anlatabilirim ama içimi burkan gözlerimi dolduran üç şey oldu. birincisi evin en küçük çocuğunun daha önce hiç suluboya görmemiş olmasıydı. fırçanın kağıda değmesiyle gözleri ve ağzı şaşkınlıktan kocaman olmuştu sonra da bize harika bi gülümseme verip tekrar tekrar tüm renkleri kağıda denemişti. hayatımın en güzel ve en üzücü anlarındandır. ikincisi evin ortanca çocuğunun suskunluğuydu. yanına gidip soru sormayı denedim az çok türkçe biliyordu. sen okula gidiyor musun diyince hayır dedi nedeni de gittiği okulun bombalanmasıymış, burada önceden okuduğuna dair belge istiyorlarmış. okulu bombalanan bir çocuğu arkadaşsız geleceksiz bıraktılar nasıl iç burkulmasın ki. üçüncüsü ama kesinlikle sonuncu olmayan şey de biz giderken hepsinin gülümseyerek göz yaşı dökmesiydi. en küçükleri ağlayarak arapça ben de gitmek istiyorum onlarla diyormuş, annesi söylemişti. sonunda koltuklarını yerleştirirkenki mutlulukları, oradan oraya zıplamaları, alışveriş arabasında çuf çuf yapmaları tüm iç sıkıntımı alsa da o günün hüznünü asla unutamıyorum. keşke tüm çocuklar mutlu büyüse, tüm aileler huzurla yaşasa.
  8. bütün ilkokul ve ortaokul hayatım boyunca öğretmen çocuğu olmanın getirdiği sorumluluktan ölesiye kaçtım. aslında pek bir sorumluluğu yoktur, fakat 10,12 yaşında gözümüzde tanrılaştırdığımız öğretmenlerimizin dediği ''sen öğretmen çocuğusun sen bari yapma!'' sözüne çok içerlenirsiniz, ayrıca bir kere de olmaz bu her defasında denir, çünkü sizin yaramazlık yapma hakkınız yoktur öğretmen çocuğusunuzdur. evet birde babanız veya anneniz sizinle aynı okulda bulunuyorsa dayak yiyemiyorsunuz, ''seni döverdim ama baban bu okulda öğretmen dua et!'' sözleriyle karşılaşıyorsunuz. haliyle bir dışlanma hissi oluşuyor şöyle adamakıllı dayak yemeyi bir kere de olsa kim istemez. bilmiyorum neden hayatım boyunca o güçten kaçmaya çalıştım hep, babamın beni gönderdiği kitapçıya bile asla babamın ismini vermezdim, istemiyordum ulan öğretmen indirimini de. gittiğim hiçbir yerde babamın asıl mesleğini söylemedim, çünkü o öğretmen veya doktor veya overlokçu olunca bir şey değişmiyordu. ben de öğretmen çocuğu bir fırlamaydım ama öğretmenler ve arkadaşların tarafından hep senden beklenilen ağırbaşlı olmandı. velhasılıkelam arkadaşlarımın özgürce, sorumluluk hissetmeden hareket etmelerini izlemek de çok zevkli gelirdi o zamanlar..
  9. dünya üzerindeki her insan hayatının bir döneminde öyle bir şey yaşıyor ki insan derdim var demeye utanıyor.
  10. kışın iyi ısıtılmış bir eve 35 yaşında sahip olmak....